Yabancılaşmış birey ve grup formasyonunun düşünce ile olan ilişkisinin diyalektiğini anlamak için, bu olguların içinde gerçekleştiği toplumsal süreci tanımlamak gerekir.
Birey ve örgüt, bizzat oluştuğu ortamı dolduran toplumun sosyolojik bir uzantısıdır. Enternasyonal bir misyonu olan işçi sınıfı hareketinin, kuşatıldığı ulus devlet sınırları içerisindeki ekonomik ve tarihsel özelliklerin ürettiği kültürün taşıyıcısı olduğu açık bir gerçekliktir. Bu anlamda örgütsel sosyolojinin ham maddesi olan insan unsurunun, uluslararası gelişmelerden, tarihsel konjonktürden ve sosyoekonomik geçiş süreçlerinde ki değişimlerden etkilenmemesi mümkün değildir.
Geçtiğimiz yüzyıl, sınıf mücadeleleri ve devrimci siyaset bilimi açısından, “İdeolojik hastalıklar” kavramı literatürümüzde yapısal önemdeki yerini korumaktadır. Adeta ideolojinin hastalıklı olarak ele alındığı bir çağdan, insan yaşam formunun kendisinin patolojinin konusu olduğu çağlara doğru ilerliyoruz dersek sanırız çok fazla abartılmış olmaz.
Kapitalizm yönetsel işlerlik yeteneğini, kitlelerin kafasında rıza üreten gönüllü ocaklardan çok, burjuva diktatoryal nitelikli kaba yönetsel mekanizmadan almaya ihtiyaç duyduğu özgün tarihsel bir evreye doğru ilerliyoruz. İnsanların gelecekle ilgili kaygı ve endişelerinin arttığı, yaşamdan haz alma duygusunun azaldığı ve kendisini güvensiz ve sevgisiz hissettiği bir yaşam silsilesinin içinde bulmaktadırlar. İşçinin kendisini, tıpkı bir makinenin çarklısı gibi, rutin yapılan işlerin bir nesnesi olarak görme halinin bile ayrıcalıklı olduğu zor zamanların içindeyiz.
Uluslararası sosyolojik göstergeler, otomasyon sisteminin yaygınlaşması nedeniyle gelişmiş üretim makineleri hızlı bir şekilde insanları üretimin dışına atarak varoş ve gettolarda istiflemektedir. İşsizlik ve güvencesiz işçilik kıskacında ki büyük çoğunluk, mekanikleşen ve gittikçe şeyleşen hayat dizgelerinin çarmıh acıları altında her geçen gün psişik yapıları bozulmakta iç değer kırımına uğramaktadırlar. Toplumsal kültür, davranış ve psikolojiyi gittikçe etkileyen gizli formasyon, işçi ile işsiz arasında büyüyen küresel bir tabakanın varlığıdır.
İnsan kendi varoluşunu, yaşamak için ihtiyacı duyduğu asgari temel ihtiyaçları üzerine kuran bir memeli türdür. Maslow’un bu konuda genel geçer kabul edilen çözümlemeleri, insan türünün duygusal, sosyal, politik ve entelektüel açıdan kendini gerçekleştirme ihtiyacının önüne geçen daha temel bir ihtiyacı olduğunu bizlere bildiriyor. Bu, hayatta kalma korkusunu yatıştıracak olan temel maddi gereksinimlerden başka bir şey değildir. Antik çağdan beri bütün sınıf çelişkilerinin arttığı buhran dönemlerinin yazılı kaynaklarına baktığımız zaman, değişen her yüzyıla oranla kendi döneminin artan toplumsal yozlaşma izlerine rastlamak mümkündür. Mesela, Sokrates zaten antik Yunan kent devleti olan Atina da bu iftira bahane edilerek ölüme mahkum edildi. İsa’nın, sonraları peygamber olarak tarihe geçeceği Ortadoğu koşullarında, Kazancakis’in “Çarmıha çağrı” romanın da, dönemin toplumunun yozlaşmadan ve sömürü ilişkilerinden çok şikayetçi olduğunu anlıyoruz. Roma döneminde aniden patlayan Vezüv yanardağının lavları altında kalan Pompeii kenti, dönemin ahalisi tarafından, artan yozlaşmaya karşılık tanrının cehennemi yeryüzüne indirdiği yönünde yorumlanmıştı…
Diyalektik materyalizmi ve onun ışığında bilimsel sosyalizmi doğuran tarihsel koşullar oluşmadan önceki yüzyıllarda kuşkusuz insanlık yozlaşmayı dönemin toplumsal cinsiyetçi bakış açısıyla yorumluyordu. İnsan ilişkilerinde ki çözülme ve şikayetlerin arttığı yabancılaşma halinin maddi koşullarından habersizlerdi. Mülkün, devletin ve ailenin ve yerel despot otoritelerin kıskacında ki tebalar, tanrının dünya için ön gördüğü toplumsal ahlakın penceresinden hayatı okuyorlardı. Özellikle savaş ve kıtlık dönemleri bu sosyal psikolojik söylemin ayyuka çıktığı, günümüze kadar gelebilen tarihsel ve edebi kaynaklardan anlaşılabiliyor. Biz buradan ve bunlardan, mülke dair bütün tarihsel toplumsal formasyonların, insanın doğası ile bir çatışma yaşadığı sonucunu rahatlıkla çıkarabiliriz.
En genel ve ardışık anlamıyla insanın kendi doğası ile çelişme halinin tarihsel boyutları, fabrika mekaniğine sığamayacak kadar kapsamlıdır. Sosyal antropologlar, bazı klanların hayvanları, İnkalar’ın ise çocukları tanrıya kurban vermelerinin sebebini totemcilik ile açıklayabilirler belki ama eylemin ontolojik içeriğinin insanın animistik düşüncesinin katışıksız, müdahalesiz doğal bir uzantısı olduğunu söylemek diyalektik anlamda şüphelidir. Çünkü dönemin tarımsal ve hayvansal materyal ağırlıklı mülk ilişkileri animistik (canlılara tapınma) düşüncenin evrimini yönetmiş ve ona form katmıştır. Keltler’in, kavim olarak yaşamsal önemde gördükleri beyaz boğayı kutsal kabul etmelerinin sebebi buydu. Dinin içinden çıkarak oluştuğu ilk evrimsel gelişme olan, kökleri avcılık toplumuna uzanan animizmde, ruh atfedilen ve kutsanan nesnelere insan ilişkisinin yaşamsal ihtiyaç niteliği gösterdiği anlaşılıyor. Yerleşik tarım ve hayvancılıkla birlikte ilk defa sınıfların ve dolayısıyla iş bölümünün belirgin bir şekilde oluşmaya başladığı ve artı-ürünün ortaya çıktığı Neolitik toplumdan bu yana, kutsallığın yönünün egemen olanın elinde tuttuğu maddi değerleri gözeten monopol formasyona doğru döndüğünü söyleyebiliriz. Biz bilimsel materyalist tarih yorumlayıcılarına göre, toplum bilinci ile gerçek maddi dünya arasındaki ilk ters yüz ilişkileniş bu şartlarda oluşmaya başladı.
Tarihin son toplumsal sömürü formasyonu olan kapitalizm ile birlikte sosyal ve kültürel yozlaşma, formasyonel özellikler kazanan aşındırıcı bir küresel makine haline gelmiştir. Kapitalizm, kendisinden önceki toplumsal sömürü biçimlerinin en gelişmiş ve yetkin bir sentezi olarak kendisi gerçekleştirip tarihe dayatmıştır. Yabancılaşma, yozlaşma ve çürüme bu üretim ilişkilerinin açığa çıkardığı yapısal bir sorundur. Üretim ilişkileri sadece bu fenomenleri ortaya çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda bu fenomemlerde bahse konu olan ilişkileri besleyip büyütmektedir. Toplumsal ilişkilerin üzerinde yükselen modernite denen krallığının büyümesi ve daimiliği için bahsettiğimiz yıkıcı fenomenlerin içselleştirilmiş olması gerekmektedir.
Kaleyi içten fethetmek için Truva atı yapmak mekanik bir yöntemdir. Kapitalizm kendi ardıl sistemlerin tersine yönetsel formasyondaki mekanik sistemleri tarihten öteleyerek, ideolojik manipülasyon ile sadece kaleyi değil, insanın kendinlik hali ile iradesini ve hatta düşüncesini ele geçirmeye çalıştı. Bu sistemin çalışma dinamiklerini belirleyen yapı çekirdeklerinin başında gelen kâr- rekabet ve pazara hakim olma kavgasının ürettiği kültür ve siyaset modellemesinin topluma ve dolayısı ile devrimci siyaset sosyolojisine önemli etkileri olduğunu biliyoruz. Halk saflarında bir dernek muhtariyetliği üzerinde bile koparılan fırtınanın, burjuva iktidar ve pazar ilişkisinin ürettiği siyaset kültürünün bir dolayımlaması olduğu açıktır. Dedikodu, kara çalma, iftira, komplo, şantaj ve iç boşaltan ince algı operasyonlarının topluma ve alternatif parçası olan devrimci kurumlara sirayet etmesinin maddi kökleri, alt yapı ilişkilerini belirleyen bu sosyoekonomik yapı çekirdekleri etrafından çevreye doğru yayılmaktadır. Aile kurumu burada, söz konusu olan toplumsal ilişkileri besleyen ve koruyan bir katalizör gibi çalışmaktadır. Siyaset sosyolojisinin bir parçası olan kadınlı erkekli devrimci saflarda, Ortaçağ karanlığından ödünç alınan “Cinsel çarmıh” silahına bu kadar fazla başvurulmasının mantığı buralarda gizlidir.
Sermaye doğası gereği sadece toplum ile cebelleşmez, aynı zamanda kendi rakibi olan başka ellerdeki sermaye birikintisinin toplandığı ticari ve siyasi formasyonlarlada kavgaya girer. Bu durum bazen ekonominin belirlediği siyasetin silahlarla sürdürülmesi anlamına gelen yıkıcı savaşlar ile sonuçlanır. Küreselleşme eğilimlerinin dünyada sermayeyi tekilleştireceği ve merkezi bir siyaset yürüten yeni tipte bir emperyal bürokrasinin dünyayı yöneteceğine dair tezler hayal ürünüdür.
Küreselleşme eğilimleri, emperyal sermayenin kendi arasında ki çelişkiye, bloklar halinde davranmak gibi yeni formasyonlar kazandırdı. Avrupa da bir savaş tehlikesi ufukta görünmemesinin ama Avrupa’nın Ortadoğu’da başka blokları karşı vekalet savaşlarının bir tarafı olduğunu hangi yasalar ile açıklayabiliriz?. İnsan doğası ile çelişmeye düşen en büyük dejenerasyon bizzat savaş ve savaşın yarattığı yıkıcı sonuçlardır.
Marksistlerin zorunlu tarihsel şiddet araçları ile kurduğu ilişkinin temelinde bilince dair parlak birikimler olması gerekir. Sağ yaşayıp, militarist kültür ve klişeleşmiş siyasal söylem pompalamanın devrimci siyaset sosyolojisinin bir kesiminin davranış biçimine dönüştüğü ortadadır. Bu düşünce ve davranış modellemesi maddi olarak, küçük burjuvazinin yozlaşmış olan marjinal kanatlarından ve büyümekte olan lümpen proletaryadan beslenmektedir. “Radikalizm” kavramı burada diyalektik prensiplerden koparılarak çarpık ve yabancılaşmış hayatların üzerini örten kutsal bir paçavraya çevrilmektedir…