Tarihin sonunu müjdeleyen Foucault’un dediği gibi, eğer hayatımızın tümü gibi emin olduğumuz şeyler bir masaldan ibaret olsaydı, deprem olup yüzbinler moloz yığınlarının altında kaldıktan bir süre sonra her şeyin bir film şeridi gibi sonuna gelinmiş olunması lazımdı. Oysa maddi gerçeklik, gerçek yaşamdan ödünç alınarak kurgulanmış bir romanı ya da uzun bir kış gecesini süsleyen ve gerçekte hiç yaşanmamış bir öyküyü andırmamaktadır.
Einstein’in “Rölativite” kuramı ve “Kuantum” teorisinin gerçeğin doğası ile ilgili ortaya koyduğu görüşler tatbiki nesnel gerçekliğe bakışımızın geleneksel biçimlerini değiştirmiştir ama bu değişim postmodernistlerin iddia ettiği gibi; gerçek olduğu düşünülen şeylerin büyük bir yanılsamadan ibaret olduğu şeklinde olmamıştır. Mesela modern fiziğin düşün hayatımıza kazandırdığı yeni görüşlerde, zaman kavramının madde ile olan ilişkisinde bir uzaklaşmanın izleri gözlemlenmemektedir.
Gözlemlenebilir evrende bizim bilincimizin de içinde oluştuğu maddi formasyonun sürekli olarak bir halden diğer hale doğru değiştiği doğrudur, ama maddi süreçlerin kendisini henüz oluşmamış bir muğlaklık içinde tarif etmek, belirli koşullarda yine belirli kütlesi olan yıldızların merkezindeki nükleer tepkimelerden hesapta olmayan sürpriz elementler oluşmasını beklemek kadar saçma olacaktır. Doğa ananın her koşulda hesapta olmayan ve beklenmeyen bir elementi bizlere vermeyeceği açıktır. Bu anlamda post modern düşünce, daha büyük patlamanın ilk saniyelerinden itibaren madde kendisini basitten karmaşığa doğru örgütlemeye başladığı halde ve yine maddenin özgün bir varoluş biçimi olarak biyolojik yaşam, bilinç, toplum ve tarihin oluşumu için gerektiği kadar zaman akıp gitmişken, maddenin hareketinin muğlaklığı gibi idealist bir gerekçeyle ilkeleri olan bir politik dilin ortaya çıkamayacağını iddia etmektedir.
Post modernizmin sirayet ettiği siyaset, bilim, edebiyat ve mimarlık gibi yapısal alanda tüketimi önemli sosyal ve kültürel süreç olarak görmektedir. Hal böyle olunca doğal olarak pazarlana bilinir siyaseti büyük bir iştahla tüketen birey, kendi varoluşunu gerçekleştiren özgür birey kategorisinde değerlendirilmektedir. Onlara göre Marksizm modernite döneminin bir ürünü olarak gerçekliğin tarifinde yalnızca bir tek doğru yolu aradığı için artık modası geçmiştir. Ortaya çıkabilecek paradoksları bütüncül bir tarih düşüncesi içerisinde gözlemleme imkânı kalmadığı için doğa ve insan düşüncesine dair bütün zıt kutupları görünmez kılmak, evrensellikten koparılan yerelliğin yerine geçirilmiş kendilik halinde mümkün olabilmektedir.
Bırakalım sıradan kitleyi, kendisini devrimci olarak niteleyen birçok insanın tarihte Hitler ile Stalin’i aynı kefeye koyması böyle bir anlayış zemininden beslenmektedir. Burada tarihte ilk defa bir iktidar ve devlet biçimiyle muzaffer olmuş proletaryanın ilerici diktatörlüğü ile tam karşıt nitelikte olan sermayenin gerici, kanlı ve faşist diktatörlüğü arasındaki sınıfsal farklılıkların belirgin sınırlarını ortadan kaldırmaya cüret edecek kadar alıklaşmış bir düşünce sistematiğinden bahsetmeye çalışıyoruz. Aslında klasik modernite döneminde sosyalizmin dünya ölçeğinde yayılarak mülkün saltanatını sallaması nedeniyle korku, endişe ve kin duyan kapitalistler Stalin’e karşı iftira kampanyası yürütüyorlardı. Post modernist dönemin düşünürleri dahada ileriye giderek, ekonomi politiğini görünmez kıldıkları sözde bir anti kapitalizm söylemi ve yeminli komünizm düşmanlığı nedeniyle ilerici ve gerici sınıf diktatörlüklerini aynılaştırma noktasında teorize etmeye çalışmaktadırlar. Artık tarihte ortaya çıkan büyük söylemlerin, etkili kuramların, evrensel yasaların ve ideolojilerin miladını doldurduğu ileri sürülerek kitleleri burjuva ekonomi politiğin faydalılık ilkesi lehine aptallaşmaya davet etmektedirler.
Koşullandırılmış insan çoğunluğunun gerçek ihtiyaçlarının yerini anlamlandırılması zor belirsiz isteklerin aldığı post modern zamanlarda, devrimci işçi sınıfının bağımsız bayrağının altından koparak popüler kitle siyaset ve kültürüne teslim olan kesimlerin öncülük görevini yerine getirmedeki basiretsizliğini bir kenara bırakalım, bu kesimlerin gittikçe kapitalist modernitenin gönüllü birer bileşenine dönüşebileceği ihtimal dahilindedir.
Yirminci yüzyılın son yarısında kapitalizmde ortaya çıkmış olan bu post modern yapısal değişiklikler kapitalizmden kopmaya değil, aksine çok uluslu şirketler aracılığıyla gittikçe daha fazla evrensel hale gelen sömürü çarkını görünmez kılmaya hizmet etmektedir. İnsan topluluklarının sınıfsal kimlik kazanmasını engelleyen zihinsel üretimlerin bizzat kendisi zaten kapitalizmin egemen üretim ve tüketim modeli olması lehine sınıfsal birer üretim olmaktadırlar.
Sol orjinli politik kesimlerin en çok savruldukları nokta, gerçeklik, hakikat ve doğruluk anlayışlarını tartıştıran dilsel yapının dönüşümünü öneren post modernist zırvalıkları direnmeden kabullenmeleridir. Küçük burjuva kökenli sosyalist kimlikli insan öbeklerinin içinde bilimsel sosyalizmin dayandığı tarihsel yasaların savunulamaz noktada durmasının ve Marksist literatürün sanki modanın gerisinde kalmışçasına adeta alaya alınmasının bundan başka uzun bir tarihsel arka bahçesi bulunmaktadır kuşkusuz. Ticaret ve mülk yasalarına farklı yollardan bağlanmanın gerici ve miladı dolmuş niteliğini hiçbir yeni cilalı edebi söylence gölgeleyemez halbuki.
Gerçeğin olabildiğince sonsuza kadar yorumlanması önermesi biz diyalektik ve tarihsel materyalizmi savunan komünistlerin kulağına da hoş gelmektedir. Ama kendi çağının olgunlaşan koşullarının ürünü olan bilimsel sosyalizmin doğuşu bir nesnel gerçeklik olarak ütopik biçimlerini aşma yoluyla ayakları üzerine doğrulmayı ve aynı zamanda burjuvazinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet tekelinin varlığına üretim ilişkilerinin insancıl olmayan niteliğiyle karşıtlık ilişkisi içerisinde son vermeyi ifade ediyorsa, bu devrimci tarihsel öğretiden şüphe etmek gericiliğin bizzat kendisi olmaktadır. Önemli olan hakikatin ne olduğu değil, nasıl kurulduğu sorusu, entelektüel gelişime fiyat biçilir olduğu için ihtiyaç duyan küçük burjuvazinin sorusudur. Kapitalist modernitenin hiçbir tonu bir başka tonundan daha ilerici olmadığı gibi zaten post modernist versiyonu toplumsal ilerlemeyi açıktan reddetmektedir.
Sanayi devrimine damgasını vuran pozitivizm ve bilimsel deneycilik insan toplumlarına barış, refah ve ilerleme getirmediği gibi, endüstri sonrası post modernizmin de insanlığa verebileceği hiçbir şey yoktur. Modernizmin bütün yapılarını eleştirerek bu zemin üzerinde yükseldiğini iddia eden post modernizm aslında sanayi toplumunun bir alternatifi olarak doğmamıştır. Kapitalist toplumsal düzenin dayandığı ilişki biçimi olan sömürü ilişkilerinin yerini devlet ve sivil toplum arasındaki tabiiyet ilişkilerinin aldığı ve ayrıca sınıf kavramının yerini ise vatandaş, azınlıklar, farklı kimlikler ve öteki bireylere bıraktığı yönündeki anlatı dezenformasyona dayanmaktadır. İdeolojik ve politik kategorilerin ekonomik ve sınıfsal ilişkilerden bağımsız olamayacağı bir gerçektir. Fakat post modernizmin iddia ettiği gibi, ekonominin toplumsal alandaki birçok şeyi belirlediği şeklindeki Marksizm’e ait görüşler, ekonomik indirgemeci olarak değerlendirilemez. Toplumsal çatışmaların yapısı artık ekonomik alandaki emek-sermaye çelişkisinden, giderek bağımsız sosyal kategorilere doğru kaydığı yönündeki görüşler birer aldatmacadan ibarettir…