Şeylerin varoluşunu gerçekleştiren olguları yaklaşık değerleri ile kavramak için, varılmamış yolları gösterecek yeni düşüncelere ihtiyaç olacaktır. Diyalektik felsefe kuşkusuz kaba mekanik anlamda her kilidi açan bir maymuncuk değildir ama tabiri caiz ise maymuncuğa nereye doğru gitmesi ya da gitmemesi gerektiğini söyleyen bir bilimsel metottur.
Fizik tarihindeki büyük sorular kendisini daha önceleri devrimci diyalektik felsefede göstermişti. Kuantum mekaniğindeki gelişmeler maddenin klasik tanımlanmasını değiştirince, birçok idealist bilim insanı çağdaş fizikteki bulguları ahmak görüşlerinin argümanı yapmakta gecikmediler. Marksistlerin maddeyi tarif etme biçiminin, katı, tanecikli ve tek çalışma prensibine sahip fabrika mekanizmine benzediği yönündeki iddialar koca bir yalandan ibaret kaldı. Halbuki Engels yoldaş, maddenin hareketinin sadece yer değiştirme şeklinde salt kaba mekanik bir hareket olmadığını daha öncelerden belirtmişti. Isı, ışık, elektrik ve magnetik gerilimi maddenin varoluş biçimleri içerisinde görerek maddeyi klasik fiziğin Newton’cu etkisinden kurtarmıştı. Engels, kimyasal bileşim ve ayrışım süreçlerinde insan merkezli anlayışları yıkarak, organik ve inorganik maddeler arasında ki ilişkiye dair bilinç ayrılığına son darbeyi vurmuştu. Yaşamın ve bilincin kimyasal süreçlerin ve dolayısı ile maddenin varoluş biçimi olduğunu öngörmek, kuantum teorisinin maddenin işleyişine yüklediği yeni anlamdan daha derin, karmaşık ve ileri bir anlayıştır. Düşünce tarihinde ilk olarak Engels ile birlikte madde görülebilir, tutulabilir, koklanabilir ve duyumsanabilir olmaktan kurtularak zincirlerinden oldu. Bu anlamda “Kuantum Alan” kuramına söz konusu olan maddi varlığın özgül durumu, paradigma olarak diyalektik Materyalizm açısından bir sorun teşkil etmemektedir. Mesela nötrinoların kütlesiz olması biz Marksistleri bir paradoksa sürüklememekte, bizzat bu gelişmeler bizi düşünsel olarak güçlendiren birer harca dönüşmektedir.
Engels zaten yüz yıl öncesinden maddeyi kütle sahibi olmak zorunluluğundan “kurtararak” özgürleştirmişti. İşitilir ve koklanır olmaktan kurtulan madde, ancak diyalektik Materyalizm ile beraber kavramsal ufkundaki çitlerden kurtularak genişledi. Zaten diyalektiğe göre, maddenin bütün zerrelerinin varlığının, bir başka zerresel varlığın varlığı oranında varoluşunu gerçekleştirebildiği ve her var olmanın bir başka varoluşun nedeni olduğu gibi kendi varoluşunun sebebi de olabileceğini ön görmektedir. Her bir parçanın bir veya birden fazla parçayla, birbirleri ile muhtaçlık ilişkisinin içiçe geçmişliği içerisinde davranan maddenin, bir halden diğer hale geçişin sıçrama ile olduğu yönündeki öngörüler, gelecekte doğacak olan kuantum mekaniğinin ayak sesleri gibidir. Madde ile enerji arasındaki eşdeğerlik ilkesinin, Engels’in maddeye ilişkin hareket anlayışından türemiştir dersek abartmış sayılmayacağız. Eğer önceleri diyalektik akıl yürütme olmasaydı, modern fiziğin önü tıpkı bir baraj kapağının yukarıya kaldırılması gibi açılmayacaktı belki. Engels hareketin nicel eklemeler ya da nicel eksilmeler ile başladığını öne sürerek sadece madde ve enerjinin birbirine dönüşebilirliğini göstermedi, aynı zamanda ışığın parçacık ve dalga denklemine dair davranış modeli önünde engel olarak duran yerleşmiş paradigmaları da böylece yıkmış oldu.
Kuşkusuz Engels, düşünce deneyinde zar atmayı tercih etmemiştir. Muhtemelen çağının yeni bilimsel bulgularından hareketle, maddenin hareketinin bilinen yönleri yardımıyla, bilinmeyen kararsız yolları aydınlatmayı başarmıştır. Aksi taktirde Kevin sıfır sıcaklık noktasının evrende mümkün olamayacağını başka türlü çözümleyemezdi. “Mutlak sıfırda hiçbir gaz mümkün değildir.” derken, muhtemelen maddenin bu sıcaklıkta hareketinin sonlanacak olmasından hareket etmişti. 1912 de Wather Nemst, 3. Termodinamiği keşfederek, mutlak sıfır Kelvin derecesindeki sıcaklığa erişmenin mümkün olmadığını nihayet gösterdi. Böylelikle bu durumda maddenin tüm hareketinin aynen Engels’in öngörüsünde olduğu gibi tamamen sonlanacağı anlaşılmış oldu. Engels; “Her varlığın temel biçimleri uzay ve zamandır. Zaman dışında bir varlık ve uzay dışında bir varlık büyük bir saçmalıktır.” derken yaklaşık elli yıl öncesinden Einstein’in genel ve özel görelilik teorisinin haberini veriyordu. Nihayet Einstein denklemleri ile uzay ve zamanın bir bütünün parçaları olduğu ve birbirlerine dönüşebildiği tam olarak anlaşılmış oldu.
Dikkat edilirse eğer ifadelere, Engels’te, uzay ve zaman birleşik durmaktadır. Ve Engels, “Harekettin özü, uzay ve zamanın dolaysız birliğidir” derken, adete çağdaş fizikte devrimin yolunu açmıştır. Hatta Engels, maddenin varoluşunu uzay zamanda gerçekleşirken içinde hareket ettiği alanı değiştirdiğini, şekillendirdiğini iddia etmiştir. İşte bu durum, “Genel Görelilik” teorisinin erken doğumu gibidir. Çünkü Einstein, maddelerin uzay/zamanı büktüğünü ve dolayısıyla yerçekimini bu uzay düzlemindeki bozulmayla açıklayarak, Newtoncu anlayışı aşmış oldu. Hatta Engels; “Ama esirin ışık geçirmemesi, onun araç olması, onun aynı zamanda ışığa da direnç göstermesini içermesi gerekir, aksi halde ışık onun içinde titreşim meydana getirmez…” diyerek, yıllar sonra ortaya çıkacak ” Özel Görelilik” teorisinin sorununu da aslında çözülmemiş oluyordu. Evet belki Einstein’ın özel göreliliği sayesinde ışığın esir (Ether) adlı ampirik hipoteze söz konusu olan maddenin içinde kendisini gerçekleştirmediği kanıtlandıysa da aslında Engels önceleri bunun böyle olacağının yolunu göstermişti.
Aslında bu Aristocu bir görüştü ve 17 yy. entelektüalizmi bu düşüncenin etkisi altındaydı. Örneğin, Descartes’e göre, madde uzanıma denk gelmekteydi. Bir vakum alanın varlığı mantık dışıydı. Maddenin hareketi için boşluğun bir basınçlı dolgunlukla dolu olması gerekiyordu. Dönüş, çekme ve itme gibi hareketlerin olabilmesi için esir gibi aracı bir ortama ihtiyaç vardı ve dolayısıyla kuvvet, maddi bir aracı olmaksızın aktarılamazdı. Olası esir alanların bir dalga titreşimine yol açması gerektiği kabul edilmiyordu. Çünkü ışık hakkındaki temel anlayış, Newton’un, ışığın kaynaktan atılan kurşun taneleri gibi olan parçacık görüşüne dayanıyordu. Neyse ki bu önemli tarihsel sorun Engels ile aşıldı nihayet. Böylece 1883, deki ünlü “Nature” dergisinin iddia ettiği gibi, kusursuz devamlılığı olan, ince sıkıştırılamayan, tüm uzaya yayılan ve maddenin molekülleri arasına sızarak kendi imkanları ile birini diğerlerine bağlayan bir özdeğin hiçbir zaman olmadığı böylece anlaşılmış oldu. Oysa ışık bir esir ortam içinde hareket etseydi eğer, tam da Engels yoldaşın dediği gibi içinde bulunduğu ortam ile karşılıklı etkileşim içinde bulunması gerekirdi. 1907 yılında Nobel fizik ödülünü getiren ve fizik tarihinin en önemli deneylerinden Michelson – Morley deneyinde ilginç bir gelişme yaşandı. Deneyin amacı Ether (Esir) maddesinin varlığını kanıtlamaktı. Ama deney defalarca tekrar edilmesine rağmen tam tersi istikamette sonuçlandı. Bütün denemelere rağmen ışıkta bir gecikme ya da sapma oluşmadı.
Böylece bu konuda ilk sözü söyleyen olarak son sözü de Engels’e bırakıyoruz:
“Felsefeye en çok sövenler, en kötü felsefenin en kötü vülgarize edilmiş kalıntılarının tutsaklarıdırlar”