Devlet olgusu tarih sahnesine çıkmadan önceki toplumsal yapıyı kargaşa, devlet sonrasını ise düzen ve istikrar olarak gören anlayışlar gerçeği ters yüz etmektedirler. Burjuva idealist tarihçiler devleti, insanın ussal evriminin son aşaması ilan ederek, insan aklını, azınlığın çoğunluk üzerindeki tahakkümü ve çoğunluğun doğal üretim etkinlikleri üzerindeki denetimi yitirerek ona bağımlı birere köleler olması us dışılığı üzerinden tarif etmektedirler.
Devlet kolektif yaşamın en yüksek aşaması değil, aksine tarihte ortak yaşamı parçalayan bir makine olarak doğmuştur. Aynı zamanda devlet, insan aklının doğal bir ürünü değil, tam tersine insan aklına yapılan müdahalenin ilk tarihsel yabancılaştırıcı aracıdır. Burjuva hukuk felsefesinin iddia ettiği gibi, devleti gerçek tarihsel hareketin bir kavranışı olmaktan alıkoyan, onun en büyük tarihsel yabancılaşmanın ürünü ve nedeni olmasıydı. Toplumun devlet üzerindeki mutabakatı, bilinç olmaktan çıkmış yabancı bir bilincin ve akılsız aklın evrensel devlette vücut bulan yanılsamasıydı. Devlete aklını veren gereklilik ve ihtiyaç çoğunluğun değil, üretim araçlarını ele geçiren azınlık sınıfların gereksinimleriydi. Devleti, toplumun kendisi olan bir varlığa dönüştüren idealizm, böylece onun kendi sınıf çıkarlarının bir sopası olduğu gerçeğini gizlemeye çalışır. Ayrıca devleti ussal bir varlık gibi algılayan Hegelizm, doğal olarak yabancılaşmayıda ekonomik alt yapının dışında arayıp kurgulamaktadır. Halbuki bireyin maddi ilişkilerinin tümünü içermeyen devlet, yine bu ekonomik ilişkiler bağlamında birey ve toplumun çoğunluğu için dışsal ve itici bir varlıktır.
Bu anlamda devlet, toplumun çoğunluğunun kendisi olarak değil, bilakis onları dıştalayan çelişmeli bir anti tezi gibi durmaktadır. Hegel’in hukukuna yön veren felsefe, dünyayı baş aşağı görmekte, devleti ise mutlak ve sonsuz bir mertebeye yükseltmektedir. Bunun sebebi, üretim ilişkilerini doğanın ve toplumun evrimsel bir uzamı olarak görmesinden ileri geliyor. Toplum ve devlet ilişkisini tekil bir varlık olarak gören hukuk felsefesi, devletin siyasal bir egemenlik aracı olduğunu gizlemektedir. Halbuki tarihin başlangıcında devlet toplumu belirleyen bir fenomen olarak doğmamıştı. Aksine devleti belirleyen toplumsal varlığın kendisiydi. Marksizm’e göre tarihin ebesi olan aile ve klan ilişkilerinin bağrından doğan, iş bölümü ve sınıf savaşımlarının sonucu olarak varlığı gerçekleşen devlet aygıtı, dönemin üretim ilişki ve çelişkilerinin ürettiği bir yönetsel baskıcı formasyondur.
Devlet tarihte nitelik açıdan tekil olarak doğdu ve proletaryanın elinden son bir tekil aşamadan geçerek yok olacağı bir gerçektir. Ama tarih sahnesine batı ve doğu diye iki ayrı yönden geldi ve bu serüveni oldukça büyük tarihsel tecrübelerle doludur. Batıdan doğan devlet, ilkel komünleri bozan iş bölümü ve mübadele sayesinde özel mülkiyet ile doğdu, ama doğuda doğan devlet ise ilkel tarım komünlerinin yönetimini ele geçiren kolektif mülkiyet ile geldi tarih sahnesine. Asyatik toplumlardaki ilk komünlerin nitelik değiştirmesi ile reel Sosyalizmin bozunması arasında tarihsel benzerlikler vardır. Asya tipi üretim ilişkisi içinde kalan ilkel komünlerin zamanla uğradıkları yapısal değişiklikler iyi incelenirse eğer, bu Sosyo ekonomik ve idari yönetsel formun artta kalan tarihsel tecrübelerinden Sosyalist Meclisler faydalanabilir.
Bu komünlerde başlangıçta sömürü ve sınıflar yoktu. Ticaret ve mücadelenin henüz olmadığı bu topluluklarının nispi farklılıklar insanların birbirini yeterince sömürmesine olanak tanımıyordu. Üretimin türdeş varlığın devamı için yapıldığı bu toplumlar, kendi seçtikleri temsilciler vasıtası ile üretimin sonuçları üzerindeki denetimi yitirmeye başladılar. Bir başkasının emeğini, kendi üretiminin nesnesi haline getirme hali, bizzat toplumu düzenleyen ilk kamu personellerinin eli ile geldi. Kuşkusuz bu kamu görevlilerinin doğmasına yol açan ekonomik farklılıklar yeterince başlamış olmalıydı. Marks’ın kendi keşfi olan, devletin iki türlü doğuşunun özellikle doğu tipi, devlet Kapitalizmin uygulayan günümüz Çin modeline tarihsel benzerlikler affediyor. Eskiden olan kolektif devlet toprak mülkiyetinin yerini şimdilerde mali sermaye almış durumda. Zaten eski işçi devletlerde ki kolektif mülkiyet, yine kamu görevlilerinden oluşan bürokratik bir mekanizma tarafından el değiştirmiş görünmektedir. İşçi sınıfı denetimindeki ortak mülkün el değiştirmesi bizzat sosyalist demokrasinin olanak sağladığı yollardan gerçekleşmiştir. Yönetilme ihtiyacının güçlenmesi, toplumsal alt yapıdaki sömürü ilişkilerinin güçlenmesi başladığının bir göstergesiydi halbuki.
Tarihte bir sefer kolektif mülkiyet ile beraber sınıflı topluma geçildi. Ama bir seferde hala sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçiş dönemi olan Sosyalist dönemden, yine kolektif mülkiyet ile beraber tam sınıflı topluma doğru göreceli bir geçiş gerçekleşti. Asya tipi kültür topluluklarında Sosyalist demokrasinin yönetsel araçlarına kutsallık veren esrar güç, otorite ve iktidar ilişkilerinde gizlidir. Bu durum ise kolektif mülkiyetin ve bürokrasisinin siyasal suretinden başka bir şey değildir. Tarih bizlere defalarca göstermiştir ki, mülkiyeti doğuran tarihsel koşullar yeryüzünden tamamen silinmeden, komünlerin her zaman çözülme olasılığı vardır. Grek Roma döneminin antik çağ ilk devlet komünlerinde özel mülk sahibi özgür bireyler ve Sovyet komünlerinde ki kamu mülk ortağı eşit yurttaş yoldaşlar arasından ilkel/modern efendi ve köleler ortaya çıkmıştır. Tarihte ki bütün sömürücü sınıflar toplumu mülksüzleştirdikçe kendileri sayıca azınlık durumuna düşerler ve toplumu kendi kurallarına göre yeniden örgütlemek için devlet aygıtına ihtiyaç duyarlar. Bu aygıt olmadan devasa çoğunluğu bir avuç asalağın denetim altına alması mümkün değildir.
Tarihte bir avuç Romalı soylunun dünyanın önemli bir bölümünü elinde tutması ve köle emeğine dayalı tarımı denetlemesi bu makine yardımı ile olmuştur. Hiç bir devlet mülksüz düşünülemez. Devletin, özel mülkün temelini oluşturan artı emeğin üzerindeki cebarrut denetimi, işçinin bilincinde kutsal babanın yabancılaşmış sureti şekline dönüşerek geri dönmektedir…