Teorik taban
Birçok ülke ‘jeostratejik’ ve ‘jeopolitik’ öneme sahip olmaları; geçmişten beri var olan bölgesel rolleri, güçlü devlet örgütlenme ve geleneğinde olma konumuyla (askeri, politik veya ekonomik vs.ler) önem arz etmişlerdir. Buna karşın kimi devletler zayıf pozisyonda olmuş olsalar bile, büyük oranda zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olma nedeniyle, başka ülkeler tarafından tehdit altında tutulmaları öteden beri gündem olmuştur. Bu durum geçmişte böyleydi, bugün ve gelecekte de farksız olacaktır. Tüm bu özelliklerden ötürü, bu durum ülkelerin jeostratejik ve jeopolitik önem vakıf ülkeler kategorisinde olmasının gerçeği de burada yatmaktadır. Dolaysıyla bu, bir yandan onların gelecek için taşıdığı önemi ve anlamı ifade ederken, diğer yandan da o ülkelerin devamlı bir istikrarsızlık adacığına aday olmalarını beraberinde getirmiştir.
Bu ilişkiler zemininde ortaya çıkan ülkelerarası yakınlaşma veya uzlaşmazlıklar zinciri ‘jeostratejik ve jeopolitik’ kavramla yaptırımların önem ve hacmine devamlı baskı yapmaktadır.
Sıralamaya çalıştığımız bu “önemler” bütününe sahip olan ülkeler; zaman zaman savaşların, uzlaşmazlıkların devamlı etkili olduğu sürecin baskı ve yaptırımlarına hep boyun eğmişlerdir. Denge unsurunun etkili olduğu uluslararası diplomasinin, ekonomik ve askeri ilişkinin, hep güçlüden yana bir süreçte işlediğini görmekteyiz. Jeopolitik ve jeostratejik faktörler; bir ülkenin bağımlılık düzeyini, dış ticaret ilişkisini, devletin uluslararası alandaki ilişkiler disiplinini, ulusal anlamdaki siyasi, politik ve ekonomik istikrar formasyonunu belirleyen ciddi faktörlerdir. (1)
Jeopolitik kavram çerçevesinde; Avrupa’da belli ülkelerin ‘Great Powers’ (güçlü devletler) olabilmek için 19. Yüzyılın sonlarında, askeri akademilerde ve üniversitelerde yoğun teorik araştırma ve çalışma yaptığı gözlenmiştir. Alman araştırmacı Friedrich Ratzel (1844-1904) uluslararası ilişki ve diplomasiyi Politische Geographi (jeopolitik) adlı çalışmasında (1897) yoğun bir şekilde ele alır. Ratzel, jeostratejik alanındaki teorisini geliştirirken, esas olarak Darwinizmden etkilendiğini belirtir. Dolayısıyla, o uluslararası ilişkilerin birer ‘biyolojik organizma’ fonksiyonunu taşıdığını, var olabilmek için devamlı yaygınlaşıp büyümelerinin gerekliliğine işaret eder. Ratzel, “iç pazarın geliştirilerek yaygınlaşmasının önemli kaynağı, yeni dış pazar alanlarının ele geçirilmesiyle mümkün olacaktır” görüşünde ısrarlı olmuştur. Dolayısıyla güçlü devletlerin savaş ve işgal ortamlarında yaşama şansı, zayıf olan devletlerden daha çoktur. (2)
Ratzel’den önemli ölçüde etkilenen İsviçreli siyaset bilimci Rudolf Kjellen (1864-1922), 19. Yüzyılın sonlarında jeopolitik kavramın önem ve içeriğini analiz ederken, bunun jeostratejiyle iç içe ve birbirini bütünler nitelikte bir önem arz ettiğini belirtir.
Jeopolitik akımın önemli temsilcilerinden biri olduğu iddia edilen bir isimde İngiliz Halford J. Mackinder’dir (1861-1947). Mackinder, 20. Yüzyılın başlarında Democratic Ideals and Reality (Demokratik İdealler ve Gerçekler) adlı eserinde, dünyada savaşın karadan ve denizden yaygınlaşarak, küresel bir karakter teşkil ettiğini belirtir. 1904’de yazdığı bu makalede; demir yollarının ve haberleşme ağının Orta Asya kıtasına girmesiyle, bu bölgenin dünyanın merkezi olacağını ileri sürmüştür. Mackinder, “Kim bunu Orta Asya’da gerçekleştirebiliyorsa, o bütün dünyaya hükmeder” (3) değerlendirmesinde bulunmuştur.
İkinci Paylaşım Savaşı’nda (1939-1945) Amerika’daki birçok bilim adamı, Nazi Almanya’sının başarısını, jeopolitik önemini iyi kavrayıp buna uygun yaptırımlarla savaşmasına bağlarlar. Savaş öncesinde (Birinci Paylaşım Savaşı) Amerika’ya yerleşen Hollandalı sosyolog Nicholas J. Spykman (1893-1943), Mackinder’in jeopolitik teorik formasyonundan olabildiğince etkilenir. Spykman daha da ileri giderek; savaş sonrası dönemde ABD’nin Almanya, Japonya ve diğer Uzakdoğu Asya ülkeleriyle Transatlantik boyutta bir iş birliğine gitmelerinin önemine işaret eder. Böyle bir iş birliğiyle dönemin Sovyetlerini izole etmede başarı şansının daha da artacağı görüşünü ısrarla öne sürer. Jeostratejik ve jeopolitik alanda çok ilginç yorumlarda bulunan Spykman, daha sonra “Kuşatma” politikasının akıl babalarından George F. Kennan’dan (dönemin Sovyetler Birliği’ne karşı ileri sürdüğü politik görüşleriyle Batı’da oldukça ünlüydü-1947) çok daha ileride olduğu iddia edilir.
Tüm bu görüşler, dünya egemenliğini hedef alan Amerikan jeopolitik teori ve diplomasi anlayışına uygun ve birbirini bütünler nitelikte olmuştur. Amerikan jeopolitik teorisyenlerine göre; “dünya egemenliği”, “kenar kuşak bölgesi” (rimland) dedikleri toprak parçalarına egemen olma yolundan geçer. Dolayısıyla ‘kenar kuşak’ bölgelerine egemen olan devlet, Avrupa ve Asya’ya egemen olur. Asya’ya egemen olan devlet de bütün dünyaya sahip olur.
Bugün ABD’nin dünyaya egemen olma çabası, kendi “demokrasisini” dikte etme, kendisinden binlerce kilometre uzaklıktaki ülkelere müdahale etme “gereği”, özünde “kenar kuşak” teorisini aktif bir biçimde uygulamaya duyduğu özlemden başka bir şey değildir.
Dünyada Ortadoğu’dan daha stratejik öneme sahip bir bölge yoktur (6) görüşü, özünde ABD’nin BOP ve GOP veya yeni demokrasi gibi proje iddialarının olmazsa olmazları, zorun dayatılmasından başka bir şey değildir.
Bu çerçevede, “Türkiye, hala stratejik, ekonomik ve politik yorumların (ve çıkarların) birleştiği bir noktayı oluşturmaktadır”. (7) ABD, müttefikleriyle olan ilişkilerinin önem ve gerekçesini dile getirirken, amacının açıktan o bölge veya ülkedeki çıkarlarının korunması olduğunu dile getirmekte hiç tereddüt göstermemiştir.
“Washington’la Ankara arasında uzun yılların sonucu olarak NATO içinde ve Sovyetler’ in kontrol edilmesi konularında temel bir ‘stratejik’ görüş birliği olduğu” (8) tezi, zaman zaman dile getirilerek, ABD’nin Türkiye üzerindeki etki ve baskı gücünün sürekliliği inkâr edilmemiştir. Hemen hemen son 50 – 60 yıllık sürecin, stratejik önemin çıkar paylaşımına endeksli olarak, birçok sancıyla devamlı gündemde olduğunu (savaşlar, iç istikrarsızlıklar, darbeler, kanlı çatışmalar vs.) söylemek mümkün.
Tüm bu olumsuzluğuyla insanlık tarihine mal olmuş önemli birkaç olaydan bahsedelim. Böylece, jeostratejik gerçeklerin ön planda olduğu, kan ve gözyaşına neden olan bu küresel olumsuzlukların birkaçını yakından ele alarak, anlaşılır kılmaya çalışalım:
a. Özellikle İngiltere 1948’de Filistin topraklarını manda olarak yönetirken, bölgenin jeostratejik ve jeopolitik öneminin bilincinden hareketle kalıcı olmak için yoğun bir çaba sarf eder. b. Başta ABD olmak üzere, diğer Batı ülkeleri birlikte 19 Ağustos 1953’de İran’ın Musaddık iktidarını (Muhammed Musaddık, 1882-1967) devirerek, bölgenin öneminin bilincinden hareketle (petrol, siyasi ve stratejik önemi vs.ler) kendi çıkarlarına paralel bir yönetimin gelmesini isterken, ülke yönetiminin tekrar Şah’a (Muhammed Rıza Şah Pehlevi, 1919-1980) geçmesini sağlar. c. 1955 Bağdat Paktı (anti-Sovyet gerekçelerle) gerçekleştirilir. Ardından da 1956 Süveyş Krizi yaratılarak Batı ile birlikte İsrail, Mısır’a yoğun hava saldırısında bulunur. ABD ve Batı’nın bu saldırıdaki önemli amaçlarından biri, henüz yeni kurulmuş sayılan (14 Mayıs 1948) İsrail’in devlet statüsünü pekiştirmek ve paralelinde de bölgenin jeostratejik ve jeoekonomik öneminden en üst derecede yararlanabilmekti. Bağdat Paktı çerçevesinde üye ülkelere 1957 1958 dönemi için 1 milyar dolar yardım öngörülür. Ancak verilen yardım 332 milyon doları geçmemiştir. ABD’nin bölgeye Bağdat Paktı iddiasıyla yaptığı mali yardımın %90’ı askeri amaçlı olmuştur. (9) d. 1957’de ABD tarafından Eisenhower Doktrini çerçevesinde, bölgenin jeostratejik ve jeopolitik önemini göz önünde bulundurarak, bütün Ortadoğu’ya Amerika’nın egemenliğini veya daha doğrusu kalıcılığını sağlayan yeni bir oluşum (ABD yanlısı yönetimlerin devamlı iktidarda kalmalarını sağlayan ilişkilerin kalıcılığı gözetilmiştir) dayatılır. e. 1980-1988, İran-Irak Savaşı. Bu savaşta aktörler başta ABD olmak üzere birçok Batı ülkelerince bir yandan silahlandırılırken, diğer yandan da kışkırtılarak savaşın daha da uzaması istenmiştir. Amaç, Ortadoğu’yu karıştırmak ve çözümsüzlüğün yaşandığı bir ada haline getirmiş olmaktı. Dolayısıyla zayıf ve istikrarsız bir bölgenin kontrol edilmesi daha da kolay olur anlayışıyla, bu savaşta açıkça böl-yönet senaryosu sahneye konulmuştur. f. Ortadoğu petrolü Avrupa, Amerika ve Japonya’nın enerji ihtiyaçlarının büyük bölümünü karşılamaktadır. Dünya petrolünün yaklaşık üçte biri Ortadoğu’da üretilmekte ve dünya petrol rezervlerinin yaklaşık %90’ı ise Ortadoğu coğrafyası üzerinde bulunmaktadır. Dolayısıyla Ortadoğu’nun jeostratejik ve jeopolitik önemi nedeniyle yıllardan beri bu bölgede neden kirli oyunların tezgâhlandığını anlamak pek de güç değildir. g. Türkiye’de 1960, 1971 ve 1980 döneminde üç askeri darbe gerçekleştirildi. Bu darbelerin öncesi ve sonrası süreçlerde ABD’nin rolü ve CIA’nın aktiviteleri herkesçe bilinen bir gerçektir. Bu yıllarda gerek ABD gerekse de diğer Batı ülkelerinin Türkiye’yi darbe yönetimi doktasın da destekledikleri ve “Türkiye bir NATO üyesidir” denilerek, ülkede yaşanan hukuksuzluklara açıktan destek verildiği bilinmektedir. Elbette, Amerika ve Batı müttefikleri tüm bu olumsuzluklara ortak olurken, Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumunu göz önünde bulundurarak belli risklere girmeyi göze almışlardır.
“1940’lardan bu günümüze Ortadoğu’daki en önemli dostluk çemberimiz, canlı bir göçmen demokrasisi olan İsrail’i; bazen askerlerin yönetime geçtiği gelişen bir demokrasi olan Türkiye’yi; tek parti rejimleri olan Sedat’ın (Enver Sedat, 1918-1981) Mısır’ı ile Burgiba’nın Tunus’unu; (Habib Burgiba; Tunus Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk devlet başkanı, 1903-2000) anayasal monarşiler olan Fas ve Ürdün’ü; geleneksel monarşiler olan Suudi Arabistan ve Körfez Şeyhlerinin ülkelerini ve askeri rejimle yönetilen Pakistan’ı içermektedir”. (10)
Bölgenin ve hatta dünyanın en gerici ve antidemokratik siyasal yönetimlerine sahip Ortadoğu’nun teokratik rejimlerinin, ABD’nin önemli dostları olarak algılanmasını, bölgenin sahip olduğu zengin petrol kaynakları, bu dostluğun esas amacını yansıtır olsa gerek. Gerçek bir dostluk bağı söz konusu olmuş olsaydı gemiler, belki de bugün yaşanan Ortadoğu savaşının ortasında değil, birazcık da olsa uzağında demirlenirdi.
Enerji darboğazı ve küresel kriz
Günümüzde, uluslararası ilişkilerin devletler ötesi karakterde olması, belirgin ve dayatıcı bir düzeyde gelişim seyretmesi sayesinde, artık ekonominin stratejik belirleyiciliğinin politik önemden çok ileri (11) olduğunu söylemek mümkün.
Berlin Duvarı’nın (Ağustos 1989) yıkılmasının ardından, o ana kadar var olan bütün uluslararası dengeler altüst olmuştur; iki kutuplu ve iki farklı siyasal ve ekonomik formasyona sahip dünya düzeni deyim yerindeyse erozyona uğramıştır. Artık, kendi deyimleriyle “yeni dünya düzeni”, yeni mevcut kapitalist dünya sisteminin tüm dünyada hâkim olduğu bir yeni “düzen” adresinde buluşma, bu olgu etrafındaki tartışmalar ve iddialar, uluslararası gündemin ağırlıklı konusu durumuna gelir. Bu “yeni” dünyada, eski sosyalist ülkeler tamamen kapitalizme bağlanıp onun sınırlarına dahil olurken, bu durumun dönemsel olarak ABD’nin rakipsiz kalması ve hâkimiyetinin kabullenilmesi anlamına geldiği tartışmasız bir trend haline geldi. Bu tartışmaya katı bir biçimde taraftar olanlar, artık “tek kutuplu” dünyada birleşmenin ve ABD’nin “yaşam tarzı” ve ABD demokrasisinin insanlık için tek evrensel bir tez olduğu fanatizmine yöneldiler. Bu gelişmeye bir de işin ekonomik yönü eklenerek, dünyada küresel sürecin başladığı, dolayısıyla insanlığın tek kutuplu bir gezegende yaşamaktan başka bir alternatiflerinin olmadığı yönünde söylem geliştiriliyor ve yeni bir tehdittin gölgesinde günümüz insanlığı dizayn edilmeye çalışılıyor olmuştur.
1990’lı yılların başından itibaren Hazar Denizi’nin ve birçok Orta Asya ülkesinin yukarıda sıralamaya çalıştığımız bölgesel “önemi” öne çıktığından, bölge bugün de uluslararası medyanın ve uluslararası tekellerin yoğun bir şekilde odak noktası haline gelmiştir.
Resmi verilere göre 2008’de dünyada yıllık petrol tüketim talebi 26 milyar varil idi. Bu oran 2019’da yüzde 1,5 artış ile günlük 100 milyon varile yükselirken ve yıl bazında 36 milyar 500 milyon varili bulmuştur. ABD’deki günlük tüketim ise 20,46 milyon varildir, tek başına yıllık olarak 7 milyar 500 milyon varildir. BP’nin 2019 Dünya Enerji İstatistik Görünümü Raporu’ndan hareketle, ABD tek başına dünya genelinde petrolün yüzde 20,5ini tüketir bir konuma gelmiştir. 2019 yılında dünya genelinde günlük petrol üretiminin yüzde 16,2sı ABD’de üretilmiştir. Dünyanın en önde gelen tüketici toplumu ABD, son beş yılda üst üste dünyanın en fazla petrol üreten ve de tüketen ülke olma konumunu korumuştur. Buna karşın, Suudi Arabistan 2017’de günlük petrol üretimi 11,89 milyon varil iken, 2018’de üretimi 12,28 milyon varile yükselten Suudi Arabistan, dünya sıralamasında ikinci sırada yer almıştır. Aynı dönemlerde Rusya’nın günlük üretimi ise 11,25 milyon varilden 11,43 milyon varile çıkmış ve dünya sıralamasında üçüncü petrol üreten ülke konumunda olmuştur.
Zira Çin, günlük petrol tüketim oranı ortalama 13,52 milyon varille dünya tüketim sıralamasında ikinci ve onu 5,16 milyon günlük tüketimle dünyanın üçüncü sırasında yer alan Hindistan olmuştur. Tüm bu verilerden hareketle; 2019’da Çin’in günlük ortalama petrol tüketimi bir önceki yıla kıyasla yüzde 5,3 artmış, bu durum Hindistan’da ise günlük petrol tüketiminin bir yıl öncesine kıyaslandığında yüzde 5,9 bir artış olduğu gözlenmiştir. (12) Dünya nüfusu itibarıyla kişi başına yıllık tüketim 700 litre iken, ancak bu oran, OECD ülkelerinde kişi başına 2500 litrenin üzerinde seyretmiştir.
Bu gidişatla görülmektedir ki, petrol üretimi ile tüketimi arasındaki fark giderek küçülmekte ve dolayısıyla petrole olan ihtiyaç, daha doğrusu bağımlılık gittikçe büyümektedir. Bu trendin giderek önem kazanması, 21. Yüzyılda İran Körfezi, Orta Asya ve Hazar Denizi bölgelerinin zengin petrol yataklarından ötürü, güçlü devletlerin bu bölgelere yüklenmelerini kaçınılmaz kılarken, bölgenin jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonemik önemini daha da güçlü kılacaktır. (13)
Orta Asya ve Hazar Denizi bölgesinin 21. Yüzyılın jeostratejik ve politik hattında önemli rol oynaması; bu bölgenin adım adım ikinci bir Ortadoğu versiyonunda (aynı kalıplarda olmasa bile) olması pek de uzak bir ihtimal olarak gözükmemektedir. Her şeyden önce; bu bölgeye göz diken Batılı emperyalist ülkelerin hedefi demokrasi, özgürlük ve çağdaş yaşamı hedefleyen yatırımlar gerçekleştirmek değildir. Tersine, yapılanlar göstermiştir ki ülkelerin yeraltı zenginliklerinin Amerika ve Batı patentli şirketlerce nasıl ve ne zamana kadar sömürülerek denetimin sağlanacağı meselesi gündemlerindedir. Amerikan petrol şirketi Mobil’in yanı sıra Chevron Kazak şirketi Tengizchevroil’le ortaklık oluşturarak Kazakistan’da petrol arama ve üretiminde aktiftir. 1993’den beri aktif olan bu petrol şirketleri, Orta Asya, Kuzey Hazar Denizi bölgesine ve de Trans-Kafkasya’daki (Kafkasya ötesi) birçok projeye toplam 20 milyar dolar yatırım yapmışlardır. (14) Dış yatırımlarla bölge ülkelerinde tüm bu çelişkilerle birlikte, bir iç içe geçmişin yaşandığı ve uzun vadeli kalıcı bağımlılığın pekiştirildiği gelişmeleri gözlenmektedir.
Rusya’nın Orta Asya’dan çekilmesinin, Çin’in işini birçok yönüyle geçmişe oranla hafiflettiğini söylemek mümkün, geçicide olsa. Son yıllarda Çin rahatlıkla Kazakistan ve Hazar Denizi bölge ülkelerine uzanıp, geleceğin enerji sorununu çözmek için birçok girişimde bulundu. Çin 1995’ten beri kendi kaynaklarıyla ülkesinin petrol ihtiyacını karşılayamaz konumdadır. Görünen o ki, Çin 2010 yılından itibaren dünyanın en büyük petrol ithal eden ülkesi olmuştur. Tüm bu sorunun bilincinden hareketle, Çin’in daha şimdiden petrol taşımacılığını iyi bir şekilde yapabilmesi için, büyük bir tanker altyapım projesi içinde olduğu bilinmektedir. (15) Çin’in içinde bulunduğu bu yoğun yatırım projesi, bu ülkenin önümüzdeki dönemlerde Orta Asya, Kafkasya ve Hazar Denizi koridorunda aktif olacağını göstermektedir.
Yoğun bir pazarlık ilişkisiyle karşı karşıya olan bu bölgenin, önümüzdeki süreçte birçok belirsizliklere ev sahipliği yapacağını şimdiden söylemek mümkün. Geleceğe ilişkin birden fazla siyasal ve de politik gelişmelere damgasını vuracak unsurları sıralarsak, şunları görmek mümkün:
a- Rusya’nın ekonomik ve politik geleceğinin istikrarını eski Sovyet Cumhuriyetlerinden bütünüyle ayrı tutmak mümkün değildir. Dolayısıyla, bu ülkelerin Rusya politikası, Rusya için hayati bir önem taşımaktadır. b- Rusya ve Karadeniz Ekonomik İş Birliği ülkeleri arasındaki uzlaşmazlıklar ve jeostratejik önemin (petrol vs.) kriz olasılığı devamlı mevcut olacaktır. c- Türkiye’nin siyasi ve ekonomik belirsizlikleri. Siyasal İslam’ın etkisi ve Avrupa Birliği (AB) üyeliği yolunda yaşanan ve karşılaşılan olumsuzluklar. Halkın büyük çoğunluğunun kendini önce Müslüman ve sonra Türk olarak görmesinin anlamı; Müslümanlığın “laik” cumhuriyetten daha önce geldiği mesajının verilmesi. Bu karşıtlık durumu Türkiye’de ister istemez AB ve laik, anti-laik çelişkisini daha da büyüterek ülkeyi bir kimlik krizine itmiş ve daha da bir uzlaşmazlığa sürüklemeye benziyor. Bu oluşum daha şimdiden en keskin bir şekilde yaşanmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de yaşanabilecek bu olumsuzlukların etkisinin Orta Asya, İran ve Kafkasya gibi bölgelerde hissedilmesi kaçınılmazdır. Çünkü, Türkiye’deki bazı bazı güçlerin Türk Cumhuriyeti denilen ülkelerdeki dinsel bazda (cami, medrese vs. desteği) yaptıkları, bu çelişkinin bir yan cephesi olarak görmek mümkün! d- İran’ın konumu; Rusya ve diğer eski Sovyet Cumhuriyetleriyle olan ilişkisi ve bu ilişkilerin Türkiye’ye ve Batı’ya yansıması. e- Söz konusu bölgede, jeostratejik önemin doğurduğu sonuçlar ve yeni bağımlılık ilişkilerinin bölgeye ve bölge halklarına olumsuz yansıması. f- Pakistan ile Hindistan arasındaki gerginlikler, ortaya çıkabilecek muhtemel olumsuzlukların bölge ülkelerine yansıması ve bu çelişkilerin daha da uzlaşmaz hal alması.
Harita: Kazakistan üzerinden Çin’e uzanan enerji boru hatları:
Kaynak: BP (Britanyalı Enerji Şirketi) https://www.globehopper.nl/trans-siberie-express-trans-mongolie-express/
g- Çin’in Orta Asya politikası. Bu ülkenin petrol ihtiyacının daha da büyümesi ve de azınlıklar meselesinin güncelleşmesi, Tibet sorunu, Uygur Türkleri sorunu vs. sonucu yaşanan yeni gerginlikler. Bu sorunların aldığı boyut Orta Asya ve Kafkasya’ya sıçrayınca, yeni jeostratejik ve jeopolitik oyunun küresel düzeyde sahnelenmesi kaçınılmaz olacak. Öte yandan 12 milyar dolara mal olması beklenen Kazakistan’dan Orta Asya üzerinden (3800 mil) Çin’e ulaştırmak istenilen gaz ve petrol boru hattının inşası. Bu bağlamda Kazakistan bölgenin en önemli jeostratejik ve jeoekonomik konuma sahip bir ülkedir. Ayrıca Kazakistan Orta Asya’da üretilen enerji kaynaklarının taşınmasında transit ülke olma konumundadır. Zira, Türkmenistan ve Özbekistan doğal gazının Rusya ve Çine taşınmasında Kazakistan anahtar rol oynamaktadır. Sözü edilen doğal gaz boru hattının inşası önemli ölçüde tamamlanır ve 2013 yılı itibarıyla Kazakistan üzerinden taşınan doğal gaz hacmi 99,146 milyar metreküp olmuştur. Bunun 54, milyar metreküpü Rus, 35,7 milyar metreküpü Türkmen ve 9,48 milyar metreküpü ise Özbek doğal gazından oluşmaktadır. Bu konjonktürde Çin Kazakistan ile enerji alanındaki iş birliğine öteden beri önem vermiştir. Zira 2014’de Kazakistan petrol yataklarından çıkartılan petrolün %40’nın Çin şirketlerinin iş birliğiyle olmuştur. Büyük yeraltı enerji kaynaklarına sahip Kazakistan, petrol üretiminin 2020’lerde 110 milyon tondan fazla olacağı düşünülmektedir, bu rakamla dünyadaki petrol üreticileri sıralamasında ilk 10’a gireceği tahmin edilmektedir. (16)
……….devam edecek……….