Sosyal Medya ve Yabancılaşma
“Kim, kime, hangi araçla ve nasıl bir etkiyle ne söylüyor?” H.D. Lasswell
Sosyal medyanın ne kadar sosyal olduğu, hangi ölçülerde sosyalleşmeye karşı işlediği, bireyleri ve toplumsal dinamikleri nasıl ve hangi boyutlarda etkilediği, reel insan ilişkilerine olumlu katkılar yapıp yapmadığı, toplumların geleneksel sosyokültürel ilişki, norm ve değerlerinden neleri alıp götürdüğü gibi soru/sorun ve olgular, her şeyden evvel bilimsel araştırma-inceleme konularıdır.
İnternet teknolojisinin gelişimi ölçüsünde yaşamımıza giren Facebook, YouTube, Twitter, Instagram gibi kitle iletişim ağlarının kültür dünyamızı, birey ve toplum psikolojimizi, tüketim alışkanlıklarımızı, politik ve sosyokültürel yönelimlerimizi çok yönlü etkilediği; kolaylıkları kadar beraberinde yeni sorunları da getirdiği aşikârdır.
“Sosyal medya hesabı veya blogu olmayana kız da verilmez, iş de verilmez” dedirten zamanın ruhu, denetim dışı tekeller dünyasının kontrolündeki tutsakların ruhuna ayna tutması bakımından anlamlıdır. Konumuz bağlamında ele alınacak sorun, sermaye güdümlü devasa bir reklam, manipülasyon, denetim ve propaganda endüstrisinin bu ağlar üzerinden etkileyip aşırı tüketime, gösterişe, teşhirciliğe ve yığınsal bir narsizme yönelttiği toplum katmanlarını, aynı zamanda nasıl bir yabancılaşmanın girdabına sürüklediği olgusudur.
İnsanın mal-mülk, şan-şöhret, teknoloji, iktidar gücü vb. alanlarla kurduğu ilişkilerde olduğu gibi sosyal medya insan ilişkilerinde de yaşananların özü, sonuçta kimin kimi hangi dozda kullandığı meselesidir. Fakat bu genel geçer doğru, özellikle de son on yıldan bu yana sosyal medya, birey ve toplum ilişkilerinde yaşanmakta olan görece kompleks gerçeği izah etmekte yetersiz kalır.
Bütünlüklü bir perspektiften bakıldığında, söz konusu mecralarda kişinin kendi çıplak gerçeği yerine hayalindeki gerçeği işlemesinin, izleme-izlenme döngüsünden çıkamamasının, cep ekranından beynine akan “bilgi”, veri ve görüntü dalgalarını algısal düzeyde bile anlayamadan tüketmesinin, herkesin herkese propagandasının ve neredeyse varlığını sosyal medyanın varlığına armağan etmesinin yeni bir sorunsal olduğu görülecektir.
Kişinin reel hayattaki kendisiyle sosyal medya ağlarındaki kendisi arasında yaşanan uyumsuzluk, çoklu bir yabancılaşma haline de işaret etmektedir. Bireyin sanal alemde inşa edilen kişiliğe inanmaya/tapınmaya başlaması, aynı oranda olgusal gerçekle olan ilişkisini de baş aşağı çevirmektedir.
Benliğin ve kendine hayranlığın abartılı dışavurumunun aynası işlevini de gören sosyal medya, kimi durumlarda kişinin kendini rahatlatması şeklinde bir terapi fonksiyonu görse dahi, yüz milyonlarca aktif kullanıcısının şahsında başardığı şey, algı ve analiz kapasitesi sağlam olmayan, kırılgan, agresif, entelektüel planda oldukça yüzeysel ve günümüz kapitalizminin vitrinlerinden yayılan renkli görüngülere ibadet eden kişi ve kimlikler yaratmasıdır.
Farklı mekân dekorları içinde giyim kuşamının, gün boyu yiyip içtiklerinin, magazin ve artistik hünerlerinin tanıtımını yapmaya doymayan narsist kültürel kimlik, ruhsuz emojiler tarzında bile olsa aldığı olumlayıcı bildirimler oranında daha da baştan çıkar. Tüm paradoksal görünüşüne karşın ve sanıldığı gibi özgüvene değil, özgüven yetmezliği ve eksiklik duygusu temeline dayanan narsizm (özseverlik), yabancılaşma olgusuna yeni katmanlar ekliyor.
Sosyal Medyadaki Yabancılaşmanın Soldaki İzdüşümleri ve Sorumluluklar
Malum, “sosyal medya” diye adlandırılan iletişim ağları toplamı, “başka bir dünya” düşleyenlerin “söke söke aldık”ları bir hak değil…
Ansiklopedik bilgilere göre 1971 yılında gönderilen ilk elektronik posta ile başlayan, gerçekte ise kökleri silah ve savaş sanayinin teknik buluşlarına dek uzanan tüm bu iletişim teknolojilerinin büyük tekellerin mega kârlar uğruna birbirleriyle kıran kırana giriştikleri rekabet içinde geliştirilip toplumun hizmeti(!)ne sunulduğu biliniyor.
Aynı şekilde, söz konusu iletişim ağlarının toplumsal çapta yaratmış oldukları kültürel, politik ve sosyopsikolojik dönüşümleri derinliğine kavramanın, bunun gereği olan stratejik, taktik yol haritaları geliştirmenin, öncelikle siyasi özne olma iddiasındakileri bekleyen ek bir sorumluluk alanı olduğu da.
Sosyal medya, solun mayınlı alanlarından biri ve yeni olanıdır. Burada kastedilen güçlük yalnızca malum polis servislerinin, devlet(ler)e bağlı misyonerlik ağlarının azmettirdikleri ya da bizzat organize ettikleri ideolojik-siyasi kampanyalar değildir. Dolaylı yöntemlerin, izleme/gözleme/fişleme algoritmalarının yeterli olmadığı yerlerde sistem muhalifi kişi ve grupların doğrudan hedef alınması da yeni değildir.
Sınıflar arası mücadelenin tarihsel gelişimi perspektifinden bakıldığında, bunda şaşılacak bir yan da yoktur kuşkusuz. Şaşılacak olan, inanılmaz bir uğultu, kakofoni, veri kirliliği ve yabancılaşma atmosferince üzeri örtülen söz konusu mayınlı alana gözü bağlı dalan kalabalığın sayısındaki artıştır. Sosyal medya ağlarında görünmenin var olmakla, görünmemenin ise yoklukla özdeş sayılır hale gelmesi, haliyle bir yabancılaşma faktörü olarak türlü yapaylıklara, sahte ya da zorlama kimlik oluşumlarına da cevaz vermektedir.
Gündelik yaşamın sıradan kimi sorunları karşında dahi sıkça biçare duruma düşebilen ortalama muhalif, iletişim ağlarında pekâlâ bir Süpermen’e dönüşebiliyor. Muhalif bireyin tercihlerinde/seçimlerinde ve düşüncelerinde özgür olduğu yanılsaması, onun, kendisini çevreleyen karmaşık toplumsal gerçekliğin, inceltilmiş ideolojik kuşatmanın ve yabancılaşma epidemisinin ulaştığı boyutları görmesini de engelliyor.
Daha da trajik olan, kendi imge ve görüntüsüne âşık, sanatsal ve entelektüel hünerine hayran postmodern zaman bireyinin, cenderesinde kıvrandığı narsizm eksenli yabancılaşmanın farkında bile olamamasıdır. Yüz yüze ilişki ve fikir tartışmalarında pekâlâ ölçülü, muhatabının kişilik varlığına görece daha saygılı davranan insanların klavye başında kolaylıkla zıvanadan çıkarak pervazsız ve saldırgan bir üslup/tutum takınması zamanın ruhu olsa gerektir.
Bu ruhun gereği olan emojili beğenilerin sahici olumlamaya, arkadaş niteliğinin niceliğe, özün biçime ve kalitenin görüntüye/gösterişe feda edilmesi ne yazık ki, postmodern değerlerle değersizleştirilen, post-truth bir ideolojik etkiyle boşluğa itilen profil dolayımıyla komünist saflara da sirayet etmiştir.
Beğenmek-beğenilmek kıskacındaki sosyal medya kuşağının içine doğduğu kültürel paradigmanın bireyin iç dünyasını, zaman ve mekân algısını, özel alan-kamusal alan sınırlarını, nesnel dünyayla ilişkilerinin sağlığını nasıl ve hangi boyutlarda etkilediğini ve nasıl bir süratle formatladığını anlamak, yabacılaşma olgusuna karşı mücadelenin ilk şartıdır.
Daha da önemlisi; günümüz medya ağları üzerinden hızlı yayılan ve tedricen çürüten yabancılaşma bakterisiyle baş etme mücadelesinin gerektirdiği geniş bir vizyon kolektif sorumluluk duygusunu kazanmaktır.
Zira, beşeriyetin en eski medyası olan dedikodu ve fısıltılara prim vermeyen, modern medya şebekelerinin parlak tuzaklarına basmayan, gösterişe tenezzül etmeyen, ufku açık, ideolojik duruş ve angajmanlarında sağlam, siyasal plandaki ortak paydaların önemini özde kavrayan ve dayanışma ruhunun kadrini bilen samimi komünist kadro nesillerinin yaratılması, her şeyden önce engin bir sorumluluk duygusu kazanmakla mümkün olabilir…
28 Ağustos-2021