Vahşi kapitalizmin doyumsuz kar hırsı, gün geçtikçe şiddet dozajını yükselterek, iktidarını sürdürmeye devam ediyor. Mevcut kapitalist sermaye sistemleri de kendinden önceki özel mülkiyet sistemleri gibi sosyal örgüsünü aile kavramı etrafında sürdürmektedir. Çünkü aile, bu çatı altındaki kadının, kapitalist sömürüde ücretsiz bir köle konumundadır. Kapitalist devlet sisteminin aileye yüklediği büyük anlamın içeriği kadının bu köle emeğidir. Ama sömürü sadece kafa ve kol gücüne dayanan üretimden artık değer elde etmekle sınırlı kalmaz. Söz konusu kadın olduğunda olan şey, eril kültür ve ayrıcalığın işlemesi, olduğundan, bu da kadına yönelik taciz/tecavüz ve şiddet demektir. Yasalar, toplumsal hiyerarşi ve meşruiyet bu konumu korumak üzerine dizayn edildiğinden, din işe, kadına dayatılan bu dünyevi azabı kutsamak, meşrulaştırmak ve kadının buna itirazsız olarak itaatini kabullendirme göreviyle kapitalist sömürü ve zülüm çarkına dahil olur
Tüm özel mülkiyet sistemleri gibi kapitalist sistemin de özü budur. Bir farkla ki kapitalist sistem tümünün yönetim tecrübesinden hareketle bu kurumlaşmayı olduğu kadar, varlığının gerekliliğine inandırma işlevinde, kendinden öncekilerle kıyaslanamayacak zenginlikte araçlar örgütlemeler ve argümanlar kullanmaktadır. Sömürü, baskı ve şiddetin yanı sıra, kadına ve çocuklara tacize, tecavüz, kıyıma uğratmanın normal bir şeymiş gibi devam ettirilmesinin odağında devletin kitleleri manipüle etme ve/veya sistemi ve iktidarı tartışma alanına çekecek bu tür suçları kamuoyundan saklamayı başarması onun bu örgüt gücüyken, din de bu suçlara dokunmakta bireyleri tereddütlü hale getiren kutsal bir örtü görevi görmektedir.
Burada şiddetin bütün çeşitlerini içeren devlet aygıtı içinde yer alan tarikatların, erk sistemin en rafine temsilcilileri olarak devletle ilişkileri doğrudan ilişkilerdir. İktidar ve sermaye kendi saltanatlarını koruyup sürdürmeyi bu cemaatler aracılığıyla yürütürken, cemaatlerde servet edinmeyi doğrudan devlet üzerinden edinir; güçlenir, palazlanır, güçlenir ve gelişme cemaatlerin iktidarları yönlendirme merhalesine taşır.
Devlet ve tarikat ilişkisi
Okul ve yurt yaptırırlar ve onları çalıştırırlar. Yemekhaneleri, yardım ağları ve iç hukukları vardır. Devletin tüm kademelerinde sözlerinin geçeceği etkili-yetkili kişiler vardır… Halk bunu bilir görür, yaşar ama bu ilişkilerin birbirini nasıl beslediğini, kimin kimden ne beklediğini, birbirlerine ne alıp verdiklerini bilmez. Tarikat şeyhlerinin bu mali gücünün ve siyasal ilişkilerin nereden geldiğini ve nereye nasıl geri döndüğünü bilmez.
Oysa alelade bir göz atıldığında görülecek gerçek şudur: Tarikatların kasasına giren paranın önemli bir bölümü, çocuğunu okutamayacak ölçüde çaresiz bırakan milyonlarca işçi-köylü ve emekçinin, verdiği vergilerden oluşmaktadır. Ağır vergi yükü nedeniyle okuyacak çocuğunun, okul, yurt ve günlük cep harçlığını karşılamaktan yoksun kalınca da zorunlu olarak çalacağı ilk kapı cemaatlerin kapısı olurken çoğu, açılan bu kapının çocuğunun yaşamı ve geleceği için bir kapan olduğunu ya bilmemekte çaresizliğe teslim olmaktadır. Tarikat ise, o milyonlarca çocuğu, annesini, babasını kardeşini hangi parti onu iktidar olanaklarından yararlandıracaksa bu çocukları tüm çevresiyle birlikte o partinin oy havuzuna akıtır! İşte devlet tarikat ilişkisi, basit bir gözlemle bu ölçüde görünür açıklıktadır.
Yani yaygın bir aldanma olarak, sanıldığı gibi cemaatler, yardımsever kuruluşlar olduğu için, şeyhlerde inanılır ve güvenilir oldukları için yoksullar bunlara çocuklarını teslim etmiyor. Çocukların cemaatlere gönderilmesindeki zorunluluk ve çaresizlik ne kadar gerçekse, cemaatlerin taciz ve tecavüz yuvaları haline gelmesi, gericilik ve kulluk üretim merkezi haline gelmesi karsısındaki sessizliği de aynı çaresizliğin ürünü olarak teslimiyete dönüşmüştür. Görmemiz gereken realite öncelikle budur.
Cemaat şeyhleri ve hocaları için üretilen “saygın kişiler” masalı da aynı açıdan bir masaldır. Şeyhlere duyulan saygı onların kişiliklerine ya da kerameti kendinden menkul vaazlarına değildir; kontrol ettikleri sosyolojik çevre ve devletle olan ilişkileri anlamındaki güç ve servetleri varken, çocuklarının da bu imkândan başka herhangi yaralanabilecek başka bir imkanla eğitimlerini sürdüremiyor olmalarının çıplak gerçekliğidir.
Durumu anlaşılır kılmak için şu örnek yadırgatıcı olmaz: Örneğin, Antep’te çok “namlı” bir şeyh öldüğünde, o güne kadar o halkın tanımadığı ama, o şeyhin işkenceleriyle meşhur olan emniyetten emekli bir oğlu, babasının ölümünden sonra onun postuna oturduğunda, babasına gösterilen saygı neyse ona da gösteriliyorsa, burada bir maneviyat, bir inanç ve saygınlık yoktur. Gücün ve sermayenin her yerde yaptığı şey olarak biat ettirmesi vardır! Yani aslında bu toplumda, kaymakama, valiye, vekile, bakana, karakol komutanına emniyet yetkilisine gösterilen “saygının” onların kişiliğine değil de onların sahip olduğu otoritesine olduğu bilinen bir gerçekse, yoksulluk ve çaresizlik içinde çocuklarını teslim etmiş oldukları cemaat şeyhleri ve hocalarına duyulan “saygı” da odur: Güç ve para!
Her şeye rağmen uyanan olursa da onlar gözlerini açtıklarıyla aynı anda elbirliğiyle susturulmaktadır. Hatırlayalım; Cüppeli Ahmet’in babası Yusuf Ünlü, İstanbul Fatih’te bir saldırıya uğradı ve bacağından silahla vuruldu. Saldırıyı yapan vatandaş, polis tarafından yakalandığında kameralara, “Bunu, fakir fukaraları dolandırdığını ve bizi perişan ettiği için öldürmek istedim” demişti ama bunun üzerine kim gitti? Ortada ciddi bir iddia vardı ve sadece kamera ekranında kaldı. Buna karşılık onun yerini alan Cübbeli Ahmet, yıllardır televizyon kanallarında bir toplumun nasıl köleleştirildiğini, bir ülkenin gelecek nesillerinin nasıl kullaştırılacağının eğitimini verirken, değil soruşturmak ve sorgulanmak, bunun için de ayrıca o programlardan milyonlarca lira ücret alarak şatafatlı yaşamını sürdürmektedir; diğer tüm şeyhler, hocalar, imamlar ve resmi dedeler gibi.
Tarikat-iktidar el ele!
Tarikatçıların güç haline gelmesi tamamen maddi ve manevi imkanlarla alakalıdır. Devletin okutamadığı çocukları Tarikatlar okutunca; yoksullara yapamadıkları yardımları, tarikatların kasalarına aktarınca ve iktidar, tarikatı oy potansiyeli görürken, tarikat da devleti kendi kasasın durmaksızın dolduran bir kaynak ve hukuk kalkanı olarak görünce, bu halk düşmanı ilişki, halk çocukları için her tür suça maruz kalacakları bir ortam inşa etmiş oluyor. Yani çocuğa ve kadına karşı suçun ideolojik ve kültürel motivasyonunun beslendiği zemin burasıdır.
Cemaat ortamı ve ilişkilerinde işlenen suçun müntesibi ne kadar cemaat ise, fazlası azı olmaksızın o kadarı da bugünkü iktidar, dünkü iktidar, daha önceki generaller, yarınki bilmem kimler olarak hepsini kendisini korumakla görevlendiren bu sistemden başkası değildir.
İşte İsmail Ağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı Onursal Başkanı Yusuf Ziya Gümüşel’in, kızını 6 yaşındayken imam nikahıyla 29 yaşındaki Kadir İstekli ile evlendirirken, her tür insani değerden yoksunlaşmasını besleyen zemin bu zemindir. Para-güç-yasal zırh her türlü insanlık suçunu örten ışık geçirmez bir pelerin olarak kullanılmaktadır. Kadınlara tecavüz ve öldürme bu döngü içerisinde sürmektedir. Tarikat/ cemaatlerin vakıflarında çocukların başına gelenleri suskunlukla karşılayan ailelerin suskunluğunu besleyen de bu gücün yarattığı korkudur.
Çünkü tarikat ve cemaatler de “sorma, sorgulama, dinle” temel desturdur. Cemaatin çocukları böyle eğitilir. Çocuk yaşta ittihat etmekle başlayan eğitimin inşa ettiği kişilik, kaybedilen gelecektir. Çocuklar, geleceğe dair kararlarını kendileri değil, onun yerine cemaat şeyhleri vermektedirler. Kız çocukları için ise vaziyet daha da kötüdür. Vicdan ile başlatılan ve kendi vücudundan utanma, kimseye bakmama, saç ve ellerin kapanması, mümkünse tanımadığı hiçbir erkekle konuşmama gibi “terbiye” kuralları, bir sosyal varlık olan insanın kendisi gibi olana yabancılaşmanın da inşasıdır.
Özetle; tarikat ve devlet tamamen iç içe geçmiştir. Devletin en zirvesinden en aşağı hücresine kadar tarikatlar varlardır. Kadına ve çocuk yaşta evliliklerin sıradanlaşması, taciz ve tecavüzlerin günlük yaşamın bir parçası haline gelirken suçun cezasızlık görmesinin temeli de bu bütünleşik ilişkidir. Türkiye’de birçok tarikatın dönem, dönem kendi aralarında kavgalar da ettikleri, bu kavgalar sonucunda iktidar partisi ve devletin kademelerinde yer edinme, sermayeden yamalanma üzerine ettikleri biliniyor. Bu tarikatçı; Nakşibendi, Nurcular, Kadiri, Süleymancılar, Kaplancılar, Gülenciler… gibi tarikatlar ve bunlara bağlı yüzlerce kolları var. Bütün bunlar Türkiye’nin dört bir yanına ahtapot misali her kurum içerisinde elemanlarını yerleştirmiş durumdalar. Bunları kollayan, besleyen ve koruyan da devlettir.
12 Eylül anayasası ile bunlara büyük imkân ve olanakların sunulduğunu ve gelişmelerini yapılmasının önü açıldı. Temel görevleri “komünizme karşı mücadele” olarak belirlenen bu cemaatlerin önünü tam bir sınırsızlıkla açan da 12 Eylül faşist darbesinin hazırladığı darbe anayasasıdır. Bir solcu ya da komünist bu çürümüş soygun ve zülüm sistemine karşı eleştiri yaptığı ve halkı bilinçlendirme çabası içinde olduğu gerekçesiyle on yıllar tutan cezalarla hapislerde tutulurken, tarikat ve cemaat militanlarının küçük kız çocuklara tecavüz etmesi suçtan sayılmayacak hale getirildi.
Daha da önemlisi, tarikat yuvalarındaki taciz tecavüz, işkence ve hatta ölümlere rağmen merkez medyanın suskunluğu da bu sistemin bir devlet sistemi olduğunun en tartışmasız kanıtı haline getirmektedir. Zira mevut kuşlularda olan da zaten iktidarla tarikatın aynılaşmasıdır; tarikatı eşelediğinde bulunan güç iktidar, iktidarı eşelediğinde de bulunan güç tarikatlardır. Bu bataklığı kurutmak kararlılığıyla davranan herkesin öncelikle bu teşhisin sonucu üzerinde hesap yapması olmazsa olmazdır.