Bizimle iletişime geçin

Makale

Sevda Işıl Akbayır Yazdı: Şiddet Sorunsalında Kadın

Şiddet sorunu da tıpkı diğer sorunlar gibi bir devrim sorunudur. Kadının kimsenin malı mülkü olarak tanımlanamayacağı, özne olma rolünü geri alacağı toplumsal bir alt üst oluşa ihtiyaç vardır. Bu nedenle devrim ihtiyaçtır, şarttır ve zorunludur. Fakat o zamana kadar mevcut sistemle ve erkek egemenliğiyle mücadeleyi kuvvetlendirmek ve özellikle de şiddet sorunsalına dair kadınların öz savunma hareketini geliştirecek çalışmalar örgütlemek gerekmektedir.

Şiddet toplumsal denetim mekanizmasıdır ve şiddetin tüm halleri( tecavüz, taciz, öldürme, dayak vb) öğrenilmiş davranışlardır. Toplumda özelliklede iktidarı elde tutanların başvurdukları ama her biçimde “düzen kurucu” ezen karaktere münhasır işlevselliğe dayanan pratikler bütünüdür. Bu davranışlar erkek egemenliğinin çıkışından şimdiye kadını ve ezilen tüm cinsleri denetim altında tutmanın aracı olarak kullanılagelmiş, hatta bazı dönemlerde erkek egemenliğinin, gerici sistemlerle ortaklığı, şiddeti bir linç kültürü haline getirerek kadınların toplu biçimde öldürülmesine kadar götürmüştür. Tarihte “cadı avları’ diye tabir edilen dönem bunun en açık örneğidir.

Şiddet olgusunun ataerki ve gerici sistemler tarafından bir iktidar aygıtı olarak kullanımdaki amaç, varlıklarını ve statülerini ayakta tutulabilmesinin yapısal oluşumlarındaki öze uygunluğudur. Yani yapısal olarak şiddetten beslenen ve ona uygun yasalarla, düzenlemelerle ve kurumlarla şiddeti ezene meşru, ezilene( sınıf, cins, ulus vb) yasak ve gayrimeşru ilan ederek olası karşı itirazları ve oluşabilecek örgütlü kitle hareketlerini sönümlendirmeyi hedefler.

“Devlet uyguladığı şiddetle topluluklar üzerinden bireyleri ehlileştirirken, erkek egemenliği ise bireyler üzerinden kadın cinsini ehlileştirme işine girişir.”

Erkeğin uyguladığı şiddet tıpkı devletin uyguladığı şiddet gibi “yasal” ve çoğu zaman “doğal”lığından kaynaklı dokunulmazdır. Bu nedenden ötürüdür ki bir erkeğin kadını dövmesi, hatta öldürmesi koca bir mahalleyi, belki de kenti alakadar etmediği gibi, faşist devletin onlarca insanı Kürdistan kentlerinde bombalaması da kimsecikleri alakadar etmez. Şiddet onların elinde(erkeğin ve devletin) zorunlu ve doğal bir silahtır. Ve bu silah olmadan iktidarda kalabilmeleri tecrübelerle sabit imkansızdır.

Bahsini ettiğimiz ortaklığın şiddet bütününde ayrılıkları-farklılıkları olduğunu da belirtmek gerekir. Örneğin biri şiddet envanterini yasalarla, hukukla kılıflandırırken, diğeri gerici toplumsal rollerin erkeğe verdiği ayrıcalıklarla şiddeti meşru kılar. Ve fakat bu durum erkeğin yasalardan yararlanmadığı anlamına gelmemelidir, yasalar uyguladığı şiddetin çıkış noktası olmasa da güç aldığı, yaptığı eyleme dayanak oluşturan bir yerde durmaktadır. Ve dahası devlet uyguladığı şiddetle topluluklar üzerinden bireyleri ehlileştirirken, erkek egemenliği ise bireyler üzerinden kadın cinsini ehlileştirme işine girişir. Fakat başta belirtiğimiz gibi ikisi de iktidar da kalabilmek için şiddet dolayımında yaşar ve şiddeti ezilenlere uygulamak sadece meselenin bir tarafıdır.

Erkek egemen ideolojiye göre kadın erkeğin mülküdür. Bedeni, aklı, emeği bir bütün nesnedir. Bu nedenle kadının hem genel emek süreçlerindeki, hem de soy üretimindeki rolü zorunlu ve doğal bir hizmettir. Bu kadın bedeninin koşulsuz olarak erkeğe ve erkek egemenliğine aitliği anlamına da gelir ki, burada sömürü haktır. Kadın bedeninin mülkleştirilmesi tıpkı bir eşya gibi her türlü denetimi, kullanımı mevcut sistemde “sahibi” olan erkeğe ya da erkeklere hibelerken, kadını bedenine yabancılaştırılarak, ona sadece son kertede bedenini taşıma görevi verir. Dinler, kültürler, devlet sistemleri vb erkek egemenliği aracılığıyla bu durumu adeta cezayı kebir haline getirerek, kadını içinde bulunduğu cendereye iyiden iyiye hapseder. Kadının bedeni ve kimliği ne kadar kendisine aitse değersiz ve toplum dışı ilan edilir, ve fakat bedeni ve kimliği ne kadar erkeğe aitse kadın o kadar kadınlık vasfına uygun, saygı duyulası bir varlık olur.

Çeşitli geleneksel normlarla ölçüsü konulan ve kuvvetlendirilen bu olgu esasen erkeğin kadın üzerindeki güç ve iktidar ilişkisinin pekişmesine ve süreklileşmesine yarar. Bu nedenle erkek egemenliğiyle biçimlenmiş şiddet sorunsalı burjuva medyada iddia edilenin aksine cinnet neticesi değil, erkeğin egemen olan erkek aklından öğrendiği ve resmi olarak kendine hak gördüğü davranışlar bütünüdür.

Toplumda erkek egemenliğinin geleneksel rollerle ortaklığını besleyen yargı, hukuk, eğitim, din ve medyanın şiddeti kabul edilir kılması ve gerçekleri manipüle ederek toplumda karşılık oluşturma çabası erkek egemenliğinin en güçlü dayanakları arasındadır. Böylesi dayanaklarla bütünleşmiş bir egemenlik anlayışının direnç olmadan bırakalım yıkılmasını, yıpranması dahi olanaksızdır. Medya hariç diğer tüm türevlerin erkek egemenliği ile mazisi köklü ve derindir. Medya ise kapitalist sistemin çıkışından itibaren erkek egemen ideolojinin ve erkek egemenlikli devlet yapılarının yegane dayanakları arasında yerini almıştır.

Hele ki son elli yıllık işlevselliğine baktığımızda şiddeti ne denli besleyip, büyüttüğü de görülebilir. Buna dair örneğin medyanın kadının bedeni üzerindeki zor kullanımına karşı yaydığı yanlış bilgilerin tecavüzü ya da tacizi ne denli yaygınlaştırdığı ve gerekçelendirdiği de genel araştırmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Gerek filmleriyle gerek reklamlarıyla kadını erkek tarafından uygulanan şiddete karşı haz alan cins olarak tanımlaması, erkeğin uyguladığı cinsel şiddet karşısında kadını erotizmle özdeşleştirilmesi ve dahası kadın bedenini zora karşı cinsel arzularla dolu bir nesne halinde sunması medyanın yalanlarla kurulu düzenini görebilmek açısından önemli örneklerdir. Yalnız bu durumun kapitalistler için iyi bir pazar, erkekler içinse pervasız saldırılarını rahatlıkla uygulamaya sokacakları bedenler yarattığı tehlikesini görebilmekte önemlidir.

Yine medyaya ait olan ve neredeyse çıkan her kadın cinayeti haberinde “eşini öldürdü, kızını bıçakladı, sevgilini astı” gibi ifadelendirmelerle erkeğin cinayetteki rolünü gerekçelendiren ve erkeğin yaptığı eylemin sonucunu kadına yönelten bir çarpıklık taşır. Kadının öldürülmesi erkekle bağ kurdurtularak “olabilirlik” kazanırken, erkek şu durumda yaptığı eylemden iyice uzaklaştırılır. Medyanın aradaki bağa ısrarlı vurgusunun tek nedeni fail erkeği suç dolayımından arındırmaktır. Kadın ise ismiyle, cismiyle, kimliğiyle ve dahi özel yaşantısı ile sere serpe ortadadır. Bu aynı zamanda kadının ancak öldürüldüğünde özneleştiği bir realitedir.

Özetle medyanın fail seviciliği sermayenin ve ataerkinin hizmetine uygunluğuyla bütünleştirilmiştir. Verdiğimiz bir iki örnek burjuva medyanın teşhiri noktasında yetersizdir. Belki daha geniş bir yazının konusu olarak bu kısmı burada tamamlarken, medyanın ortalama her icraatının bu temellerden yükseldiğini ve bu durumun sadece kadınlara yönelik bir yaklaşım olmadığını, erkek egemenliğin karşıtı olan tüm cinsleri bu şekilde hedef aldığını ve toplumdaki geleneksel yargıları körükleme aracı olarak kullanıldığı ifade ederek bitirelim..

“Kadınlara yaşamı algılamaya başladıkları ilk andan itibaren ebeveynleri ya da yakın çevreleri tarafından dışarıdan gelecek saldırılara karşı savunma çeperi oluşturmaları, güvenlik almaları öğretilir.”

Toplumsal cinsiyet rollerinin kadın cinsini oluşturmadaki en aktif aracı erkek egemen ideolojiyle biçimlendirilmiş “öğretilmişlik”lerdir. Bu durumu şiddet çerçevesinde ele aldığımızda da kadının şiddet karşısındaki konumlanışı tamamen cinsiyet rollerinden öğrendiği davranış ve yaklaşımlarla iç içe geçmiştir. Kadının kendisine uygulanan şiddet karşısındaki tutumunun pasif ve edilgen olmasının temelinde yatan şeyde budur. Nitekim yapılan çalışmaların bütününde de öğretilmişliklerin, özellikle de kadının şiddet pratiğini çoğunlukla dışardan beklediği ve haliyle bu duruma hazırlık yapmada( ki bu düşük ihtimalli bir şey olarak görülür) ya da önleyici tedbirler geliştirme de yetersiz kaldığını kanıtlamaktadır.

Kadınlara yaşamı algılamaya başladıkları ilk andan itibaren ebeveynleri ya da yakın çevreleri tarafından dışarıdan gelecek saldırılara karşı savunma çeperi oluşturmaları, güvenlik almaları öğretilir. Yapılan tüm uyarı ve telkinler buna (dışarıya) uygun tanımlanarak, kadınlara benimsetilir. Kodlamanın bu ön hali şiddeti hane dışı bir olgu ve bilinmeyen birinin davranışı olarak tanıtır. Dolayısıyla şiddetin esas kaynağına karşı kadın savunmasız, edilgen olmaya koşullanır ve fail erkek kadının gözünde kilometrelerce uzakta, tanınmayan biri olarak cisimleşir. Aslında buradaki meseleyi (geleneksel rollerin aktarımdaki bilinçli hatayı) tersten tanımlarsak karşımıza şu sonuç çıkacaktır.

Toplumdaki eril şiddetin yakındaki erkekler tarafından yapılmasının hak olduğu varsayımıdır. Bu bir tür sahip olma iddiasıyla güvencelendirilir. Yani evlilik ilişkisindeki erkeğin kadına uyguladığı şiddet “sahiplik” olgusu nedeniyle bu listede görülmez. Haliyle bu ve benzerleri geleneksel yargılar eşliğinde topluma normal bir davranış örneği olarak şırınga edilir ve kadına yöneltilecek her türlü şiddet meşru bir tanımlamayla sunulur. Kadınlar bu öğretilmişlikler nedeniyle dışardaki şiddeti ha çıktı çıkacak diye beklerken yanı başında Demokles’in kılıcı gibi asılı duran şiddet uygulayıcısını görmede, bunun ismini koymada ve ona karşı savunma oluşturmada geç kalmaktadır.

Hatta çoğu zaman medyadan takip edilen ya da dışarıda bir yerde tanık olunan şiddet pratikleri( başka bir kadına yapılan şiddet) yakın olan erkeğe uzaktaki erkeğin şiddetini kınayarak, kahraman veyahut kurtarıcı rollerine bürünmesi neden olur. Bir yandan “nasıl erkekler var” derken, öte yandan da kendisine karşı gelişebilecek fikri- fiziki bir muhalefeti engelleme işine koşullanır. Kendisi psikolojik şiddet uyguluyorsa mesela, dışardaki fiziksel şiddeti göstererek kendi yaptığını tanımsızlaştırmaya çalışır.

Özetle yakın failinin sır perdesi kadınlara öğretilen rollerin desteğiyle de perçinleşir ve şiddetin birçok hali görünmez bir eylem halini alır. Halbuki her gün haberlerden takip ettiğimiz ya da gördüğümüz faillerin çoğu eş, sevgili, baba, kardeş ya da arkadaştır. Yani kadına birinci dereceden zarar verenler, kadına birinci dereceden yakın kişilerdir.

Kadınlar mevcut erkek egemen kapitalist sistemde dayak atanıyla, tecavüzcüsüyle ya da katiliyle aynı havayı solumak zorunda bırakılıyor. Ve dahası tecavüz ya da kadın cinayetlerinin işlendiği yerler çoğunlukla sosyal kontrolün olmadığı yerler belirlenerek yapılıyor. Yani fail erkek şiddeti gerçekleştirirken kadını dışarıdan bir müdahaleyle kurtulabileceği alanlardan uzak tutuyor. Bu aynı zamanda yapılan birçok şiddet pratiğinin planlı olduğunu gösteriyor. Yerin ıssız, sessiz ya da dışardan gelebilecek yardıma ulaşma imkanının kısıtlı olması bu belirlemeyi doğruluyor. Bu nedenle oturduğumuz evlerin, ıssız sokakların cinayet mahali, tecavüz alanları olarak seçilmesi hiçte raslantı değildir.

Erkek egemen kapitalist sistemin bu tehditkar, saldırgan davranışları hastalıklarla, ruhsal bunalımlarla açıklama girişimi de üzerinde durulması gereken diğer bir konudur. Böylesi açıklamalar yaparak neredeyse erkeği yaptığı şeyden, yani sorunlu davranışından arındırarak eril şiddeti uygulanabilir hale getirir ve bu pratiklere yasal zemin sunar. Aslında bir dönemin hadım tartışmaları buna iyi birer örnektir. Bir tecavüzcüyü ya da tacizciyi cinsel kontrol mekanizmalarının zayıf olduğunu savunarak ya da hasta olduğunu varsayarak yaptığı eylemden ve toplumsal cinsiyet rollerinden koparıp bağımsızlaştırır. Ve özelde erkeğe “musallat olmuş bu hastalıklara” çare arama işine girişir.

Dahası cinsel şiddete bilim kisvesi altında tanıtlayarak şiddet pratiğine deneysel alanlar açar. Bir yanda hastalıklı kişiler ya da kişilikler, bir yanda ona uygun tedaviler, hadımlar vs.ler. Tecavüz bilinç dışı, kontrolsüzce yapılan bir eylem, kadın cinayeti bir anlık sinir, duygu boşalımı olarak ifadelendirmek fail erkeği aklamaktır. Erkek egemen kapitalist sistem erkek tarafından yapılan şiddeti otokontrol yetersizliği gibi gerekçelerle topluma sunar ve şiddeti buralardan tekrar üretir. Her yeni katil bu çerçeve de sinirsel bozukluğu olan, her tecavüzcü cinsel denetimden noksan kişiliklerdir. Ve her ne hikmetse onca kadın nüfusuna rağmen bu hastalıklardan bir parça kadında bulmak imkansızdır.

“Kadınların yaşamı değerlidir. Bu değeri yaşatmak, örgütlenerek inadına savaşım gerektirir.”

Gelelim sorunun özüne, burada sistem erkeğe hastalık (ki bu biyolojik bir sorundur) tespiti koyarak, onu “kendini denetleyemediği” için yaptığı şeyden sorumlu tutulmamakta veyahut bu tespit onu kurtarma gerekçesi haline gelmektedir. Bir nevi suçu hafifletme durumu olarak ortaya konan bu durum, bir yanıyla da toplumun şiddet karşısında duyduğu öfke atmosferinin boşaltımı içinde kullanılmaktadır. Ve esasende sorun denetimsizliklerle, otokontrol eksiklikleriyle açıklanarak şiddet sorunu münferit birkaç olay biçiminde gösterilmekte, genel ve çoğul şiddet pratikleri perdelenmektedir. Halbuki kadına yönelik şiddetin toplumda neredeyse salgın haline dönüştüğünü görebilmek için artık perdenin dahi kamuflaj özelliğini kaybettiği bir noktaya gelmiş bulunmaktayız.

Başta da belirttik, yapılan birçok şiddet biçimi bilinçli ve planlanarak yapılmaktadır. Bu durum açıktan kadını nesne gören, ona sahip olduğunu düşünen ve istediği her hizmeti koşulsuz kadından sunmasını bekleyen erkek egemen zihniyettin pratik tezahürleridir. Velhasıl bunu yapan erkek ne yaptığının yeterince farkında olarak şiddeti uygulamaktadır. Şiddetin öğrenilmiş bir davranış olduğunu, dolayısıyla onu hastalık, davranış bozukluğu, kontrolsüzlük vb açıklamalarla bulamaç yapmanın erkek dolayımında şiddeti meşrulaştırmak olduğu son bir kez vurgulayarak noktalayalım.

Şiddet sorunu da tıpkı diğer sorunlar gibi bir devrim sorunudur. Kadının kimsenin malı mülkü olarak tanımlanamayacağı, özne olma rolünü geri alacağı toplumsal bir alt üst oluşa ihtiyaç vardır. Bu nedenle devrim ihtiyaçtır, şarttır ve zorunludur. Fakat o zamana kadar mevcut sistemle ve erkek egemenliğiyle mücadeleyi kuvvetlendirmek ve özellikle de şiddet sorunsalına dair kadınların öz savunma hareketini geliştirecek çalışmalar örgütlemek gerekmektedir. 25 Kasım’a yaklaştığımız şu günlerde ihtiyacımız olan kadınları savunmasız duruşlarından silkeleyecek, mezar yerleri olan evlerinden çekip çıkartacak, katili olacak erkeğe karşı meşru şiddeti hayata geçirecek yeni, mücadeleci ve devrimci kadını yaratma iradesinde bulunmaktır. Kadınların yaşamı değerlidir. Bu değeri yaşatmak, örgütlenerek inadına savaşım gerektirir.



Eylül 2024
PSÇPCCP
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30 

Daha Fazla Makale Haberler