Adalet kavramı, adaletin ne olduğu yahut neyin adil olduğu soruları bin yıllardır tartışılıyor. Bu bağlamda adaletin herkesin üzerinde uzlaştığı bir tanımıma ulaşmak da kolay değil. Hemen herkes adil olunması gerektiğini ifade eder ve her durumda adalet talebini diler getirir. Sanki çok istenen ama bir türlü ne olduğu tam olarak bilinemeyen bir kavramdır adalet. Siyaset felsefesinde adalet tartışmaları kapsamlı bir külliyat oluşturuyor. Üstelik bu kavramın hukuk sistemi ve yargı mekanizması ile doğrudan ilişkisi meseleyi çok boyutlu bir hale getiriyor.
Bununla birlikte adaletin ne olabileceğine dair bir ipucu vermesi bakımından önde gelen hukuk teorisyenlerinden Hans Kelsen’e müracaat edilebilir. Kelsen, adalet arayışının esasında mutluluk arayışı olduğunu belirtmiş ve adaleti, “koruması altında hakikat arayışının gelişebileceği bir toplumsal düzen” olarak tanımlamıştır. Bu bağlamda mutluluk ve hakikat arayışının sürdürülüp geliştirilebileceği daha iyi bir yaşam için adalet zorunlu.
Tam da bu noktada LGBTİ+’ların adaletsizlik deneyimlerine odaklanabiliriz. LGBTİ+’ları ötekileştiren/dışarıda bırakan/marjinalleştiren bir toplumsal düzenin (hetoronormatif sistem) LGBTİ+’lar için daha iyi bir yaşam zeminini en baştan ortadan kaldırdığını, dolayısıyla ontolojik olarak LGBTİ+’lar için adaletsizlik anlamına geldiğinin altını çizmek gerekir. Özcü kadın-erkek, heteroseksüel-eşcinsel ikiliklerine dayalı toplumsal cinsiyet normlarının yeniden üretimi kimi hayatları daha yaşanılır kılarken kimi hayatları daha az yaşanabilir yahut tamamıyla yaşanılamaz kılar. Toplumsal cinsiyet normlarına uymayan yaşamlar toplumun kıyılarına itilir, yeri geldiğinde normalin bekâsı adına şiddete marûz bırakılmalarına, hatta öldürülmelerine müsaade edilir. Öldürülmeleri bir kayıp yahut suç teşkil etmeyen yası tutulmayan yaşamlardır bunlar. Homofobik/transfobik saldırılar, nefret suçları, nefret cinayetlerinde haksız/ağır tahrik indirimi başta olmak üzere LGBTİ+’lara yönelik fiziksel yahut simgesel her türlü şiddet biçimi aslında bazı yaşamlara farklı değerler atfedildiğinin, bazı yaşamların daha az değerli, yaşanmaya değer görülmeyen hayatlar olarak kodlandığının resmidir. LGBTİ+’ların kendilerine yönelik ayrımcı ve mütecaviz saldırılar karşısında etkili bir hukuksal prosedürden yararlanamıyor oluşları, adalete erişimde yaşadıkları güçlükler bu resimden bağımsız okunamaz. LGBTİ+’ların devlet tarafından kamusal-siyasal söylemde “hasta” ilan edildiği, siyasal iktidarın basit birer aparatına dönüşmüş yayın organlarınca “sapık/sapkın, ahlâksız, kökü dışarıda/gayr-ı milli” olarak ilân edildiği ve bütün bunların cezasızlıkla ödüllendirildiği bir sistemde LGBTİ+’ların “Themis” (Adalet tanrıçası; gözleri bağlı, bir elinde terazi diğer elinde kılıç ile resmedilir) önünde eşit oldukları söylenebilir mi? Cinsel oluşları dolayısıyla zaten kırılgan yaşamlara sahip LGBTİ+’lar için devletin, siyasetçilerin, kamu görevlilerinin, kanaat önderlerinin ağzından dökülen ayrımcı sözler, yargının verdiği kararlar şiddete davetiye çıkarmaz mı?
Judith Butler, LGBTİ+ların dış görünüşlerinden, kamusal alanda nasıl hak talep ettiklerinden, birbirlerini anlamak için kullandıkları dilden, aşklarını ve arzularını ifade etmek için kullandıkları yollardan, açıkça ilişki kurdukları, yanında olmayı seçtikleri, cinsel ilişkiye girdikleri kişilerden veya bedensel özgürlüklerini nasıl deneyimlediklerinden dolayı suçlu veya hasta ilân edildiklerinde, söz konusu suçlu ilan etme ediminin kendisinin vahşice, adaletsiz ve bizatihi suç teşkil ettiğini söyler ve ekler:
“Azınlık topluluklarına yönelik şiddetin, devletin güvenlik güçleri tarafından önlenmemesi başlı başına suç teşkil eden bir ihmaldir ve bu noktada polis suçlu hale gelir”.
LGBTİ+ Hareketi’nin yıllardır yürüttüğü onur, hak, eşitlik, özgürlük, tanınma gibi kavramlar etrafında yürüttüğü politik ve toplumsal mücadele aynı zamanda daha yaşanabilir bir hayatı inşa etmeye dönük adalet arayışının da hikâyesidir bir bakıma.
Stonewall’da polise direnmeye, faşizan 12 Eylül rejiminin gölgesinde açlık grevi yapmaya, Ülker Sokak’ta polisle işbirliği halindeki çetelerle kavga vermeye, Gezi İsyanı’na vargücüyle katılmaya götüren de LGBTİ+’ların adaletsizlik deneyimleridir. Aslında tam da bu değil midir bizi politik mücadeleye çağıran? Yaralayıcı adaletsizlik deneyimleri, bu deneyimlerin bir yumağı haline gelen kırılgan hayatlarımız.
Muktedirden* gerçek adalet bekleyemeyeceğimize, muktedirin adaletine sığınamayacağımıza göre adaleti nasıl tesis edeceğiz? Burada iki noktaya vurgu yapmak gerekiyor. Birincisi; adalet arayışının, sadece verili hukuk sistemi içerisinde sürdürülen çabalara sıkıştırılamayacak, onu da içerecek şekilde adil toplumsal ilişkilerin koşullarını örgütleyecek politik bir perspektiften bağımsız düşünülemeyeceği hususu. İkincisi ise; tekil adaletsizlik deneyimleri arasında bağlar kurmak, tahakküm altına alınmış, inkâr edilmiş ve yaralanmış her bir toplumsal grubun hak ve tanınma talepleri etrafında ördükleri adalet mücadelelerini birbirine teyellemek zarureti. Adil bir toplum arzusu; benim özgürleşmemi ötekine sorumluluk temelinde kavrayan bir etik anlayış, payı olmayanların payını hâkim sistemin karşısına diken bir tarz-ı siyaset ve tekil grupların adalet arayışlarının ötesine geçebilecek iç içe geçmiş bir adalet tasavvuruyla mümkün kılınabilir. Türkiye LGBTİ+ Hareketi’nin temel şiarlarından olan “Eşcinsellerin kurtuluşu, heteroseksülleri de özgürleştirecektir” sözü herkes için adil bir topluma özlemin ifadesi olmanın ötesinde, adalet taleplerimizi yoldaşlaştırmaya da çağrıdır.
*Türk Sağı’nın ezelden beri ana argümanlarından birinin “adalet” olduğunu, 17 yıldır iktidarda bulunan partinin adında “Adalet” bulunduğunu unutmayalım.
“Adalet yoksa onur da yok!”, 2017 ABD Washington DC’deki Onur Yürüyüşü’nün ana sloganı.
- Bu yazı daha önce Kaos GL sitesinde yayımlanmıştır.