Sanat gibi incelik ve üstün yaratıcılık gerektiren saygın bir etkinliğin, aldanma/aldatılma ve kendini kandırma gibi hiç de güzel şeyler çağrıştırmayan zihni tasarım ve edimlerle ne ilgisi var denilse yeridir. Öyle ya, toplumsal yaşamın, insan ruhunun bütün labirentlerine destursuz dalan, sorgulayan sanatın kendini ya da dışındakileri aldatma gibi misyonlarla ne işi olabilirdi?
Hani sıklıkla duyarız ya, “insan düşünen hayvandır”, “alet yapan hayvandır”, “ sosyal hayvandır”… diye. Bu listeye bir de ‘insan kendini aldatan hayvandır’ şeklinde bir ek yapsak çok da haksızlık yapmış sayılmayız…
Diğer canlılarda rastlanmayan kendini aldatma hali, en genel manada birey ve toplulukların kendilerini gerçek dışı, olgularla bağdaşmayan şeylere inandırması olarak tanımlanabilir. Türümüzün tarihi kadar köklü bir geçmişe sahiptir bu zihinsel yanılsama kusuru. İnsanın sonsuzluk algısı ve ölümsüzlük arzusu, onun kendini aldatmasının da sosyopsikolojik ilk nedenidir muhtemelen.
Eldeki veriler ebeveynlerimizin büyü ve totem ile başlayan evrensel yolculuğunun politeist ve monoteist dinlere, oradan da günümüzün modern/postmodern fetişlerine ulaşan bir seyir izlediğini gösteriyor bizlere.
İlk totemci toplulukların tanrılarına/cansız nesnelere atfettikleri ruhlar için ödedikleri türlü kefaret, günümüzde “devletin bekası, vatanın milletin bölünmez bütünlüğü uğruna” gençlerin davul-zurnalı ritüeller eşliğinde ölüme sürülmesi formunda yoluna devam etmektedir örneğin. Olmayan cennet ödülüne kavuşmak ya da hayal mahsulü tanrı(lar) için “şehit” (kurban) vermek, özünde binlerce yıllık izlekleri takip etmek değil de nedir?
Kanma, kandırılma ve kendini aldatma ilişki ve eylemlerinin yaratıcısı olan insan, bu ilişkileri kurumlaştırmanın, üzerini ise teolojiden sanata, ahlaktan inanç temelli edebi/kültürel ürünlere varan bin bir örtüyle örtmenin mimarıdır aynı zamanda.
Hayalindekini gerçeğin yerine koymanın, üzerinde bir kültür ve yaşam tarzı inşa etmemin “kime ne zararı var ki” denilebilir belki. Başkasına empoze edilmediği, ferdi inanç dünyası içinde kaldığı sürece isteyenin kendini istediği dozda kandırmasının pek de sakıncası olamaz elbette.
Ne var ki kendini aldatma/kandırma edimi her daim şahsi sınırlar içinde kalmıyor maalesef. Kutsama-tapınma gibi zararsız görünümlü ritüeller muktedir azınlıklarca manipüle edildiğinde pekâlâ büyük suç ve cinayetleri mayalayabiliyor. Hele de mülkiyet, iktidar, namus-ahlâk ve “mala çökme” alanlarında.
Kendini Aldatma Türleri
Kendini aldatma biçimlerinin kişiden kişiye, bir sosyal/sınıfsal kategoriden diğerine değişen binbir versiyonu olduğuna kuşku olmasa gerek. Bunun en bilinen türü hiç kuşkusuz, aklın nüfuz etmekte zorlandığı din/inanç aleminde oluşanıdır. Doğal afetlerin, acımasız sınıflı toplum gerçeklerinin çaresizliğe ittiği yoksul yığınlardaki ölüm sonrası hayat, tanrı kültü, büyü, dua ve bedduanın yaptırım gücüne duyulan inanç, “bu divanda olmazsa, ulu divanda…” nihai adaletin tecelli edeceğini sanması şeklindeki öz aldanıştır.
Virüsleri “Allah’ın insanlığa bir cezası” gibi gören/gösteren mukadderatçı zat ile, bayrak, şehitlik ve devlet makamının “kutsal”lığı masalını pazarlayan resmî milliyetçi zevat, barikatın aynı tarafında buluşur. Buna “kutsal aile”cilik oyununda başrol oynayarak naif kalabalıkları hiyerarşik bir toplumsal düzenin ebediliği mitosuna inandıran arkaik ve modern ruhbanlar da dahildir tabi. Tüm bu güruhun elbirliğiyle oluşturduğu kültürün tarihe bahşettiği ise şudur: Aklın felce uğrama durumu olan inanç ve onun ürettiği rıza, tevekkül ve biat…
Kendini ve başkasını kandırmanın, kollektif yalan ve riyakârlığın bir diğer alanı da Namus-ahlak bataklığıdır. Burası, aldanmanın/aldatmanın, toplumsal çaplı yağma ve tecavüz suçlarının gizlendiği, mazur ve meşru gösterildiği bir çirkef çukurudur. Dr. Cemal Dindar’ın, “Ahlakçılık eninde sonunda içerdeki ahlaksızlığın, vicdansızlığın perdesidir” sözü bu alanda yaşananların çarpıcı bir özeti gibidir.
Montesquieu, “Ayrı ayrı birer ahlaksız yaratık olan insanlar, toplu oldukları zaman namuslu kişiler olurlar” derken de asırlık bir toplumsal gerçeğe ayna tutmaktadır.
Okur-yazar elit alemde görülen kendini kandırma biçimi tabii ki hacı emmi ve hacı teyzelerin günah sildirmeye/cenneti hakketmeye yönelik arzularından farklıdır. İnsanlığın küçük bir kesiminin açgözlülüğünü azdırdıkça azdıran, büyük çoğunluğunu ise sefaletin ve cehaletin çukuruna iten mevcut uygarlık modelinin temelden aşılması için eylemli çabaya yanaşmayan bu entelektüel yığın, çoğunlukla yakınarak, ara sıra da iyi dileklerde bulunarak aydın sorumluluğunu yerine getirmiş olmaktadır. Dahası, düşünür edaları eşliğinde taşıyıcılığını yaptıkları ikinci-üçüncü el fikirlerle de insanlığın geleceğine büyük izler bıraktıklarına kanidirler.
Mülksüzlüğün dervişane faziletlerine şiir yazan ama aynı zamanda mülk edinmek için soluksuz koşturan şairin, bir ilahiyatçıdan geri kalmayan “ilerici” filozofun, herbiri birer mehmetçik edasıyla konuşan sosyal bilimcinin tezatına da kolaylıkla mazeret bulunabiliyor bu cenahta. Ne de olsa‘insan istediğine yol bulur, istemediğine bahane” …
Egemen güçlere hafiyelik, büyük çıkarlara misyonerlik gibi kötü ünlü meslekler de kendini aldatmanın klasik hallerindendir. Bu kategorinin mensupları, çok küçük çıkarlar karşılığında ortak oldukları suçların ilelebet gizli kalacağını sanırlar. Bir son kullanım tarihleri bulunduğunu çoğunlukla anlayamazlar.
Sosyal medya ağlarının, başka şeylerin yanı sıra- kendini aldatma hususunda da çevrimiçine alınan 4,5 milyar insanın önüne yepyeni ufuklar ve tuzaklar açtığı aşikâr. Özellikle de reklam, pazarlama, tüketim, magazin kirlilik, bilginin ve de bizatihi insanın kendisinin deformasyonu gibi sahalarda.
Bu ağlar, içinde fikir bulunmayan birbirinden “güzel yazılar”dan, herkesin kendini doğruladığına inandığı veciz sözlerden, özlü aforizmalardan adeta geçilmez haldedir.
Sanı ve sanrıların kol gezdiği bu alem, çoğunluk kullanıcının (ölçülü, bilinçli kullanan çok küçük bir azınlık dışında) birkaç bin kişilik sanal cemaatlere sahip olduğuna inandığı, gönderilen ruhsuz emojilerin büyüsüyle düşünce, sanat ve siyaset öznesi olduğu yanılsamasına kapıldığı ibretlik bir laboratuvar gibidir.
“Sayıları 3,8 milyarı bulan sosyal medya kullanıcıları” arasında neredeyse gün boyu fotoğraf/video yayını, giyim-kuşam defilesi yapan yüz binlercesi altı boş bir narsizmin anaforuna çekilmektedir. Neoliberal kapitalizmin ve onun ideolojik varyantlarından biri olan postmodernizmin son otuz yıl boyunca “seçmen özgürdür”, “tüketici haklıdır”, “her bireyin kendi doğrusu vardır” cinsinden vaazlarının kollektif eyleme karşı bireyi nasıl pohpohladığı; üstelik bunu yaparken aynı özneyi nasıl bir yanılsamanın tutsağı haline getirip değersizleştirdiği hakikati gelinen aşamada çok daha berrak halde görülebiliyor.
Son otuz yıl, özellikle de sosyal medyalı yıllar boyunca yüksek dozda yuttuğumuz postmodernizmin, “büyük anlatılar bitti, evrensel çözümler bitti, ideoloji bitiyor, temsil ve öncülük bitiyor, tarih bitiyor” … ‘Yürüyün ya bireyler ve mikro cemaatler! herbiriniz birer özne ve özgür kişiliksiniz! Biz’e, büyük birliklere ve kollektif harekete ne hacet! Ortak/evrensel doğru da ne oluyor, herkesin kendi doğrusu var!’ … mealindeki ufuksuzluk masallarının yüzgeri edilmesi gerekiyor artık.
Kendini Aldatmanın Sol Versiyonu
Devlet bilinci bulanmış, sosyalizm ufku kararmış, tutarlı anti kapitalist olma takati dahi kalmamış, parlamenter reformlarla örgütlü sermayenin despotik/faşist hükümranlığıyla baş edeceği hülyasına kapılan solun kendini aldatışından söz etmiyoruz. Dört nala yaklaşan ölümcül tehlike karşısında, “yok canım, gelenler kurt değildir”, “inşallah kurt değildir”, “hem kurt olsalar bile bizimle ne alıp veremedikleri olabilir ki” diyerek kendini avutan eşeklerin durumundaki aydınların dramından da…
Burada söz konusu edilen, son yarım yüzyıl boyunca eşsiz fedakarlıklarla dünyanın en gaddar, hilekâr ve soykırımcı egemenlerine, onların egemenlik aracı olan militarist/faşist cumhuriyet devletine karşı canı pahasına mücadele eden, ama bugün olması gereken yerin hayli uzağında bulunan komünizm ufuklu radikal solun öz aldanış dramıdır. Sosyal medya camlarından etrafa yayılan başat görüntü pek de iç açıcı değil ne acı ki.
İsim ve sembollerden ibaret partiler, bir tane derneğe dahi sahip olmayan sanal federasyonlar, seri üretim hızıyla “yaratılan” kurum ve “kurtuluş” hareketleri, geleceğe iz bıraktığına inanılan “tarihi içerikte!” polemik ve manifestolar, sonuçta aynı işi yapıp da “farklı” olduğunu iddia eden, grupçuluğun içinden grupçuluğu, bürokratizmin içinden diğerlerinin bürokratizmini, sosyal medya şirketlerinin icazeti dahilinde ötekilerin “yasalcı”lığını kıyasıya “eleştiren”, egoya egoyla karşı koyan, “ölüm haktır ama komşuya” diyen, devrimci ilerleyişin araç-gereçleri olması gereken örgütleri küçük mülk niyetine kutsayan, yetmedi üzerine kavgaya tutuşan, teoriye ve konjonktürel siyasi tespitlere bekçilik yapmayı devrimci misyon addeden ve karşılaştığı ilk fırsatta da tam aksi yöndeki makamlara talip olan ve neticede ne yapıp edip kendini kendi haklılığına inandıran düzinelerce “öncü” ve “özne”…
Azamet yüklü iddia ve hedefler ile hazin bir tezat ve dar döngü yan yana, iç içe…
Güney Kürtlerinin bir atasözüne göre, insan kafalarını pazara çıkarmışlar, ama sonuçta herkes gidip yine kendi kafasını satın alıp yerine takmış.
Sosyal ilişkilerimizde olduğu gibi siyasal yaşamımızda da pek çok davranışımıza yön veren değişik türden korku, kompleks, haset, yabancılaştırıcı iktidar hırsı, yetmezliklerini gizleme çabası gibi duygu, endişe ve kişilik zaaflarımızı genellikle ifade edemeyiz. Kendimize dahi itiraf etmekte zorlandığımız söz konusu ruhsal gerçekliği saklamayan veya ona dışsal gerekçeler icat ederek kendini kandırmayan (deliler haricinde) kaç normal insan bulunur acaba?
Belki kendimize de bir pay çıkarırız umuduyla, 1928 yılında Churchill’in bir silahsızlanma tartışması bağlamında, her bir devletin kendi şiddet kullanımını meşru kabul etmesinin korkunç sonuçlarını anlatan bir hikayesini aktarmakta yarar var:
“Bir gün, hayvanat bahçesindeki tüm hayvanlar silahsızlanmaya ve şiddetten vazgeçmeye karar verir. Gergedan, diş kullanımının barbarca olduğunu ve yasaklanması gerektiğini, ancak boynuz kullanımının aslen savunma amaçlı olduğunu ve serbest bırakılması gerektiğini belirtir. Geyik ve kirpi onaylar. Ancak kaplan boynuz kullanımına karşı çıkar ve dişlerin, hatta pençelerin bile onurlu ve barışçı olduğunu savunur. Nihayet ayı söz alır ve dişleri, pençeleri ve boynuzları reddeder. Ayıya göre, hayvanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için en iyisi güzelce kucaklaşmaktır.”
***
Kendini aldatma hüneri, ister sanat, ister bir evrensel insan hakkı olsun ve isterse de ruh sağlığına kimi faydaları dokunsun, böyle bir sanatsal yetenek ve hak kullanımından feragat etmek herkesin hayrına bir ileri adım olur…
Başka nedenlerin yanısıra zamana tezat teşkil eden önderlik paradigmalarının, her durumda kendine hak verme açmazının da katkısıyla oluşan kopma/koparılma ve dizginsiz saçılmalar, bu saçılmaların katladığı grupçuk enflasyonu bir kader değildir…
Sosyalist/komünist safların kendini toptan bir hiçleşmeye doğru sürükleyen bu zaman ve enerji kaybına samimiyet, liyakat ve uygulamayla dur deme ihtiyacı acildir.