“…Korku taraf değiştirdi, kavganın ruhu değişti “
Viktor Hugo
Fransızlar için “devrim yapabilir, ama reform yapamazlar” diyen yaygın bir görüş vardır.
Macron ve işverenleri Anglo-Sakson ağırlıklı bu yargıyı kökünden değiştirmek istiyordu. İşbaşı yapmasının hemen ertesinde ve çok iddialı bir tonda şöyle diyecekti çiçeği burnunda başkan:
“Fransa’yı yalnızca reforme etmek değil, onu dönüştürmek gerekir. Bunu başaracağız!”
Macron ve onu iktidarın vitrinine taşıyan sermaye gruplarının “başaracağız” dedikleri dönüşümün ne olduğu toplumun bir kesimince biliniyordu kuşkusuz. Bilmeyenler ise, ilerleyen aylar içinde hızla öğrenmiş oldular. Ayağının tozuyla “servet vergisi”ni kaldırarak sınıfına ilk kıymetli hediyesini sunan Macron, “kibirli ve küstah” başkanlık tarzının yanısıra, Fransız halkının “vergi coplaması” tabir ettiği uygulamalarla da “alttaki Fransa”yı koşar adımlarla isyanın eşiğine getirmeyi başardı!
Fransız tekellerinin acelesi vardı. “Yeni dünya”nın uydular ve internet üzerinden iş gören, el değmeden malı kaldıran küresel ticari sermaye ile rekabet edebilmek, yapay hafıza ve nano teknoloji gibi alanları tekeline alma kavgasında söz sahibi olabilmek, giderek pay kapmak için kendilerine ayak bağı oluşturan, eskimiş, fazlasıyla “sosyal” olan modelden kurtulmak gerekiyordu. Bunun için de, uygulamada şu anlama gelen acil reformlara ihtiyaç vardı:
Özellikle taşra kent ve kasabalarındaki posta, sosyal sigortalar ve vergi dairesi gibi kamu kurumlarının şubelerini azaltmak, işlemleri internete devretmek yoluyla çalışanların işine son vermek, kültürel ve sosyal asistanlık hizmetleri veren dernek ve kurumların sübvansiyonlarında kesintiye gitmek ya da bunu tümüyle kaldırmak ve buralardan elde edilen gelirle de büyük firmaları desteklemek…
Resmî gerekçe malumdu: Büyük tekellerin uluslararası plandaki rekabet güçleri yükseltilecek, onların yeni istihdam alanları yaratma kapasiteleri desteklenecek ve zamanla ücretlerde artırıma gitmeleri sağlanacak…
Aksi halde şirketler rakiplerinin çok gerisine düşebilir, dolayısıyla da Faransa 2050’lere kalmaz G-20’lerin dışına kadar savrulabilirdi.
Öyle ya, ülke demek, şirket demekti… Bu nedenlede, ne pahasına olursa olsun, -icabında asgari ücretimizden, işsizlik paramızdan, varsa eğer günlük cep harçlığımızdan fedakârlık ederek, gerekirse kitlesel bağış kampanyaları açarak- Fransız şirketlerinin kurtarılması gerekiyordu!
Mazallah! Macron ve küreselci patronlarının dedikleri yapılmaz ve “Fransa tezelden kendi silikon vadisini kuramazsa eğer, halimiz duman demekti!”
İşte neoliberal kapitalist mantık buydu.
“İlk günah” Arayışı
Bu uygulamalar Macron’un durumunu, Batı’da az görülen bir nefret dalgasının hedefi haline getirip “dram”a dönüştürürken, mensubu olduğu büyük sermaye cephesinde de gizlenemez bir panik ve çatlamaya neden oldu. Zira, toplumun diplerinden gelen sinyaller pek de hayra alamet değildi.
Macron’un sözcülüğünü yaptığı sermaye kampının “akil adamları”, kamyonun yoldan sapmaya başladığını gördükleri anda “ilk günah”ı saptamaya, dersler çıkarmaya koyuldular: “Hiçbir seçilmişlik tecrübesi olmadığı için halkı tanımıyordu”, “işe servet vergisini kaldırmakla başlamayacaktı”, “yeterince tanımadığı topluma fazla tepeden baktı”, “tembeller”, “Gaulois réfractaire (asi, değişime kapalı Galyalılar) türünden laflar etmeyecekti” …
Macron’un yaptıklarında, halka bakışının özünde bir anormallik yoktu esasında. Tarih boyunca aristokrasi, burjuvazi halka nerden bakmışsa, Macron da oradan bakıyordu.
Toplumların, dünyanın tepesinde oturanların yeryüzü lanetlilerine, “çift öküzleri”ne tepeden bakmalarında bir mahsur yoktu elbette. Ama bunu böylesine göz göre göre ve “küstahça” tarzda söylemek olmazdı ki!
Bir “adabı” olmalıydı bunun!
Çünkü konjonktürel durumdaki yapılacak “taktik bir hata”, gelecek seçimleri kaybetmekle kalmaz, “iktidarı büsbütün sağ ya da sol popülizme, totalitarizme kaptırılmasına” da neden olabilirdi.
Gerçekten de genç Macron’un çaylaklığı, Bonapart olma hevesi, %80 dolayında toplumsal desteğe ulaşan dip öfkenin karşısına geçerek boş “pedagoji” yapmaya kalkışması, işi daha da çığırından çıkardı.
Son Damlanın Gizledikleri
Milyonları seferber eden toplumsal hareketlerde sık rastlanan bir durumdur: On yılların, kimi zaman yüzyılların birikimiyle oluşan sorunların derinlerdeki ekonomik, politik, kültürel vb nedenlerini sorgulamak yerine, yeni bir zam, vergi ya da cinayet gibi “son damla” ile uğraşılır
Bardak dolusu sorunları gizlediği için de bu “taşıran son damla” argümanı iktidarların işini bir hayli kolaylaştırır. “Geniş kamuoyu” denilen kalabalıkların “son damla” ile oyalanmaya, aldanmaya elverişli bir zayıflığa sahip olmaları, onu daha da işlevsel hale getirmektedir. “Son damla”ya dair dilenen bir özür, verilen kismi/taktik bir ödün, kitlesel öfkeyi deşarj ederek yönetenleri bir zaman daha müsterih kılar.
%10’luk işsizlik oranı, artan sınıfsal, politik kutuplaşma, dizginsiz büyüyen tekellere karşın küçülen orta sınıf, iflasa sürüklenen küçük üreticiler, çiftçiler, gelecek korkuları büyüyen ara katmanların çoğalması, lise ve üniversite gençliğinin sokağa taşmaya hazır sorunları, siyahi ve diğer göçmen topluluklarının çözüm bekleyen köklü dertleri… geleceğin yeni “son damla”larını üretmeye devam edecektir.
Sarı Yelekliler ve Parlamenter Güçler
İktidar cephesi, 17 Kasım’daki ilk gösterinin ardından ve tehditler eşliğinde, “reformlardan, karbon vergisinden vazgeçmeyiz”, “hükümetimiz bildiği yoldan yürümeye devam edecektir” derken, direnişin ikinci haftasından itibaren politikacıları, tarihçileri, “güvenlik uzmanları”, cümle danışmanlarıyla hep bir ağızdan “sizi duyduk, anladık”, “temsilcilerinizi gönderin görüşelim”, “demokrasimizi koruyalım”, “hatalarımız olabilir, ama sorunlarımızı şiddetle, Fransa’yı kitleyecek eylemlerle değil barış içinde çözelim” yollu çağrılar yapmaya başladılar.
Barış ve karşılıklı diyalog ile çözülmeyecek sorun yoktu!
Öyle ya, toplumsal servetin birkaç yüz şirketin kasasına akması, geniş sosyal katmanların daha da dibe batması, insanların yaşamını kolaylaştırması gereken yüksek teknolojinin şirketlerin elinde çalışanların sokağa atılmasında kullanılması, “vergi coplaması” gibi olgular gayet demokratik, barışçı ve karşılıklı diyalogla gerçekleşmiyor muydu?
Öyle arada bir 1 Mayıs’larda, “aşırı sol”, öğrenci ve işçi eylemlerinde cop ve gaz kullanıldığına bakmasındı kimse!
Onun da sebebi-yegânesi yine “kırıcı/yıkıcılar”, “anarşistler” ve “aşırı solcular”dı!
Her konuşmasıyla halkı daha da hiddetlendiren Macron, acil çareyi bir süreliğine susmakta, Başbakan ve iç işleri bakanını ateş hattına sürmekte buldu. Çok sayıda ekonomik, demokratik talebe paralel, “Macron İstifa”, “sistem yeniden yapılandırılmalı” sloganları şakaya benzemiyordu. “Krizin galiba kökü derinlerde!” diye mırıldanıyordu genç başkan.
Parlamentoda bulunan bütün partiler başbakanlığa davet edilerek, “şiddet dışı, müzakereler yoluyla, demokrasi içinde çözümler bulma” yardımı istendi.
Cumhuriyetçi sağ, “aşırı sol” ve “kırıcılar”a karşı tehditkârlığının haricinde temkinli konuşurken, Marine le Pen’in liderliğindeki ırkçı-faşist sağ, kapitalizmin sonuçlarına yönelen yığınsal öfkeyi yedeğine almak için göçmen ve görünüşte Brüksel karşıtı malum demagojilerini tekrarladı.
“Sistem dışı” olma masalıyla toplumsal tepkiyi manipüle etmeye çalışan Le Pen,
“Milli” duvarlarını ve açık faşizmi kuşanmasını arzuladığı klasik kapitalist model ile, duvar ve sınır tanımayan küreselci “yeni” kapitalist modele alternatif (!) olma iddiasını sürdürdü.
Parlamenter sol/sosyalist cephede ise, ilk dalga şaşkınlığın ardından hareketin çapı ve derinliğini, karmaşık karakterini kaplumbağa hızıyla anlamaya çalıştılar. En yüksek sesle konuşan “Boyun eğmeyen Fransa” partisinin lideri Jean-Luc Mélenchon, direnişi, ırkçı partiye terk etmemek için katılım ve destek çağrısı yaptı.
Sistem solu, “Bu bir uygarlık krizidir”, “finans kapitalin diktatörlüğü aşılamadan, bu enkazın içinde debelenip dururuz” diyemedi bir türlü.
Diyebildikleri şu oldu: “Büyük şirketler/Zenginler de elini ceplerine atmalıdırlar!”
Yeşiller, Sarı Yelekliler
Daniel Cohn-Bendit’in, “68’de, iktidardaki bir generale karşı mücadele ediliyordu, sarı yelekliler ise iktidara bir general istiyorlar” (1) yorumu, Avrupa’daki ana akım yeşil hareketin çıkmazına bir başka örnek oldu.
Çevre Bakanı Nicolas Hulot’nun istifasıyla boşalan koltuğa oturmasına ramak kalan 68’in “Kızıl Dani”sinin evrim geçirerek, Yeşil Dani’ye dönüşmesi bir yerde anlaşılabilir. Sarı Yelekliler hareketi içinde aktif tarzda yer alan anti-komünist, Yahudi ve eşcinsel düşmanı, Müslüman ve göçmen karşıtı neofaşist gruplara karşı duruşu da gayet anlaşılır bir durumdur.
“68’in daha güzel bir dünya isteyen geniş ufku, özgürlükçü ruhu bu günkü hareketle karşılaştırılmayacak kadar ileriydi” vs. deseydi, tüm kalbimizle katılabilirdik…
Ancak, “şefsiz otoriter bir hareket” olarak tarif ettiği çok parçalı, talepleri itibariye neoliberal kapitalist çılgınlığın yıkıcı sonuçlarına karşı dışa vuran birikmiş bir toplumsal tepkiye Macroncu bir bakışla yaklaşmak, hazin bir çelişkidir.
Evet, sarı yeleklilerin içinde “Yahudilik eşittir histeri ve ensest” diyen, kraliyet devri otoritesi ve açık faşizm nostaljisiyle yanıp tutuşan, Macron’u hedef alarak “orospu çocuğu, ibne piç, git Brigitte’ini hallet…” türü hakaretlerle kadını, eşcinselleri aşağılayan taş devri canlıları var. Ama bu yanına bakarak, “1789, 1871, 1968”i işaret edenleri, “kapitalist sistem ilga”, “doğrudan demokrasi” , “kardeşlik, eşitlik ve özgürlük varsa vardır” diyenleri yok saymak, harekete genel çerçeve oluşturan vergi artışlarının iptali, asgari ücret ve alım gücünün yükseltilmesi, toplumsal zenginlik dağılımının yeniden düzenlemesi gibi meşru talepleri atlamak kapitalist yeşilliğe uygun olabilir; fakat evrensel vicdan ve adalet duygusuna asla.
Daha da vahimi, sanki insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en yıkıcı otoritesi olan, yüzyılları ateşe veren, devrim ve ayaklanmaları tetikleyen asli faktör paranın diktatörlüğü değilmiş gibi, muhalefetteki otoriterleri göstererek küresel iktidar sahiplerini gözden kaçırmaktır.
Yeşil elitlerin tekellerin vitrindeki temsilcilerine yaptıkları en “radikal” çağrı, “Hükümetin aldığı çevreci vergi önlemleri, sosyal adalet gözetilerek uygulanmalıydı” temennisi biçiminde oldu.
Doğanın tahrip edilmesine herkes, kendince katkıda bulundu/bulunuyor elbette. Ancak asli sorumlunun, sanayi devriminden bu yana gezegenin kaynaklarını talan eden aç gözlü tekellerin, kapitalist üretim modelinin kendisi değilmiş gibi, çözümü kirletenlerden beklemek saflık değilse eğer, objektif olarak egemen güçlerin yeşil misyonerliği olmaz mı?
Ekolojik felaket denilen şey, sonuçta bir üretim-tüketim modelinin, daha geniş manada ise, mevcut uygarlık modelinin felaketidir. Bu gerçeği kavramak, asli sorumluları karşılarına almak yerine -derinliği kadar geniş de olan- bir toplumsal hareketi yekpare ve “otoriter” gibi göstermek, yeşil elitlerin siciline geçen bir eksi puandır…
Gerçek kirleticilerden arındırılmış temiz bir toplum ve çevre, günün birinde herkese lazım olurdu.
Muhtemel gelişmeler
Gelişmelerin normal seyrine bakıldığında, Noel ve yeni yıla Sarı Yeleklerle girilmesi, hatta Noel Baba’nın da üstüne bir sarı yelek geçirmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Ama sonuçta, her kitlesel hareket gibi Sarı Yelekliler hareketi de gelecek haftalar, aylar içinde bir biçimde durulur, durdurulur.
Ancak bu hareketleri yaratan nedenler yerli yerinde durdukça, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı ve orta vadede gelişmelerin daha kaotik ve sert mücadeleler yönünde ilerleyeceği öngörülebilir.
Daha şimdiden Fransa’nın sınırlarını aşan, giderek Avrupa’nın da sınırlarını aşması kaçınılmaz yığınsal öfke dalgalarını küresel kapitalist sistem içinde dizginlemek, ne zamana kadar mümkün olacaktır?
Sarı Yelekliler hareketinin ekonomik, demokratik ve politik olmak üzere üç grupta toplanan ve sayısı 15 ila 90 arasında değişen talepler listesinin karşılanması demek, kurulu düzenin ve devletin kendini feshetmesi ya da devrim demektir.
Fransa tarihinde devrimleri iki faktörün tetiklediği söylenir: ilki, devlet haracı halini alan ağır vergi yükü; ikincisi ise dış işgaldir.
Bu kez dış değil, ama birkaç düzine tekelin-klasik askeri işgallere rahmet okutacak- işgali vardı.
Vergiyi haraca dönüştüren günün modern devleti ise, uyduları, sokak kameraları, cep telefonları ve “gizli” servisleriyle tüm bir “demokratik” topluma ve onun “özgür bireyleri”ne göz-kulak olmaya devam ediyor.
Sözün özü, bugünün Sarı Yeleklilerini, yarının Kızıl ve Kızıl ötesi Yeleklilerini, giderek yeni devrimleri tetikleyecek her şey yerli yerinde duruyor.
Bir grup gösterici, gidilecek tarihsel doğrultuyu şu dövizle ifade ediyordu:
“Dünün aristokrasisi bugünün elitleri, dünün Versailles’i ise günümüzün Élysée’sidir”.
(1)
https://www.liberation.fr/debats/2018/12/05/l-essence-des-gilets-jaunes_1696218