Bizimle iletişime geçin

Makale

Dil, Bilinç, Bilinç Dışı, Özne ve İrade Üzerine

Sınıflı toplumda ekonomi politik, hukuk, ahlak, sanat, bilim gibi dil de politiktir ve dilin tarihsel olayların kronolojisini doğru olarak ifade etmesi yanında hak ve haklılık kavramını da her farklı tarihsel süreç için söz konusu süreçlerin üretim ilişkilerinin çelişkilerine göre tanımlayabilmesi ve ifade edebilmesi gerekir.

   Sartre “ego dışarıdadır, dünyadadır” derken bilinçle ortaya çıkan bir özel fenomen olarak egodan söz ediyor. Bu konuda haklı. Çünkü, insan kendi kendine güdülenmez. İnsan, kendi dışındaki dünyanın çelişkileri ve fenomenleriyle güdülenir.  Fakat Sartre, Varlık ve Hiçlik adlı kitabında varoluş sorunlarına fenomenolojik bir yaklaşımla çözüm arayan bir ontoloji denemesi yaparken yanılmaktadır. Çünkü, varoluşun ontolojisi fenomenolojiye indirgenemez. Biz, ancak, fenomenolojik bir yaklaşımla varoluşun ontolojisini değiştirmeyi deneyebiliriz. Fakat, bu tek başına bireyin yapabileceği bir şey değildir. Bu, ancak kolektif bir bilinçle yapılabilir ki kolektif bilinç de tarihten gelir. Fakat, insan, birey olarak kolektif bir bilincin varlığının farkında değildir. Bu, tıpkı, bir doğa yasasının ya da evrendeki temel kuvvetlerden herhangi birinin farkında olmamak gibi kendiliğinden işleyen bir süreçtir. Biz, evrendeki temel kuvvetlerin, belirli toplum biçimlerinde, belirli üretim ilişkileri dolayımıyla ya da dolayımsız olarak insanın temel aktiviteleri olan gereksinme giderme etkinlikleri, doğayla ve diğer insanlarla dolayımlı ya da dolayımsız ilişkileri aracılığıyla insanda yansımasının diyalektiğini keşfettiğimizde ve bu diyalektiği kullanmayı öğrendiğimizde, tıpkı, bir akıllı telefon fabrikasında mühendislerin ve işçilerin kolektif olarak telefon üretmeleri gibi kolektif bilincimizi de biçimlendirebilir ve yeniden üretebiliriz.

    Sartre’daki “bilinç kavramı”,  “kendi”nin dışarılaşması eylemidir. Yani, bilinç her zaman bir şeyin bilinci olarak dışsallaşır. Fakat, bu, tıpkı, emek zamanının meta formunda dışsallaşması gibi yabancılaşmış bir dışsallaşmadır.

  Sartre’da “bilinç, seçici yönelimli tavır ile Ben’in tüm koşullarının üzerine çıkıp özgürce seçim yapabilir”  önermesi hatalıdır. Bilinç, Ben’in tüm koşullarının üzerine çıkıp her koşulda özgürce seçim yapamaz. Fakat, bunu umut edebilir. Çünkü, bireysel bilincin seçim yapma olanakları, onun, belirli üretim ilişkilerindeki maddi ve entelektüel olanaklarıyla sınırlı olduğu gibi onun bilincinin içeriği de üretim ilişkilerindeki konumu tarafından belirlenir.

   Sartre, “Sadece insan için varoluş, özden önce gelir” derken, insanın doğuştan hiçbir özü, anlamı olmadığını, nesnelerini seçerken kendini de seçtiğini, özünü, değerlerini, anlamını yarattığını söyler. Oysa, böyle bir idea, genel olarak insanlığın, özel olarak bireyin bir tarihi olmadığını söylemekle aynı anlama gelir. Oysa, insan tarihten devralınan belirli koşulların, belirli üretim ilişkilerinin içine doğmakta ve dahası, Marks’ın da belirttiği gibi geçmişin bütün kalıntılarını bir heyula gibi üstünde taşımaktadır. Sartre’da özenin kuruluşu insanın bilinçli seçimlerine indirgenirken, bu bilinçli seçimlerin kriterlerinin neler olduğu belirsiz kaldığı gibi insanın nesnelerle, diğer öznelerle ilişkilerini seçebilmekte ne kadar özgür olabileceği sorunu da muğlak almaktadır. Sartre’da özenin kuruluşu burjuva özneyi tanımlamaktadır. Çünkü, kendi seçimlerini yapabilme özgürlüğü egemen güç olarak burjuvazidedir.

  Dil

Saussure’ e göre dil, insanlardan bağımsızdır ve kendine özgü bir yapısı ve içsel yasaları olan bir dizgedir. Söze kendini kabul ettiren toplumsal ve uzlaşım kurumudur. Dilden bağımsız ve onun ötesinde var olan bir düşünce olanaklı değildir.

   Fakat, dil insanlardan bağımsız var olamayacağı gibi toplumsal bir uzlaşı alanı olmakla birlikte, aynı zamanda, toplumsal bir çatışma alanıdır. Dil, genel olarak insanlıktan bağımsız olarak değil ama tek tek bireylerden bağımsız toplumsal bir olgudur.

   İnsan, kendi evrimsel tarihinde diliyle konuşmadan önce elleriyle ve cinsel organıyla konuşmayı içgüdüsel olarak zaten biliyordu. Dilin sözcük dağarcığının gelişimi ise üretici güçlerin gelişmişlik düzeyine paralellik gösterir. Fakat, insanın doğayı ve tarihi değiştirebilmesi için dil ve dolayısıyla düşünme edimi yeterli değildir. Bunun için düşünceyi yaşama geçirecek pratik edim gerekir. Biz buna praksis diyoruz. Praksis gelişimi ise dilin sözcük tarihinde eskiyen sözcüklerin ölümüne ve yeni sözcüklerin doğumuna gebedir. Örneğin, Burjuva devrimleri engizisyon kavramını eskitmiş, onun yerine burjuva hukukunu ikame etmiştir. Yine, gelecekte komünist toplumun doğuşu devlet kavramını eskitecek, onun yerine toplumsal bir alışkanlık haline gelecek olan kolektif etiği koyacaktır.

    “Dil, öylesine yapılaşmıştır ki, insanlardan bir insan, dilin «Babanın Adı»na sağladığı tüm kültürel tarihin yükünü taşıyan bir anlamı (kendisi gerçeklikte bu anlamla ilişkisi olmayan bir insancık bile olsa) üstlenmiş olur: «Yasaklayıcı», «egemen» ve «mitik kastre edici» baba. Böylece insan yavrusu, biyolojik bir yaratıktan, kültürel bir özne olma yolunda ilerlerken, tüm insanlık kültür tarihinin bir özetini de üstlenir. Hatta kendisi, bu kültür tarihinin yaşayan bir özeti haline gelir. İnsanın ilk kimliği, aile içinde «fallus» simgesi karşısındaki konumu ile belirlenen cinsel kimliğidir. İşte psikanalizin cinselliğe verdiği önem de buradan kaynaklanır zaten. Nevroz, Oidipus karmaşasının «kültürün düzenine uyan bir çözüme» ulaşmamasıdır. Her nevrozun altında, toplumca kabul edilmeyen bir cinsellik arzusu vardır… Artık seminerimizin sonuna geldik. Burada «Kavramsal bir nesne olarak bilinçdışı nasıl mümkündür» sorusuna yanıt aradık. Sanırım ulaştığımız sonuç, Lacan’ın formülüne götürüyor bizi: «Dil, bilinçdışının koşuludur». Bu sonuç hiçbir «deneysel gerekçeye» dayanmıyor. Bilinçdışını «deneysel» olarak kanıtlamaya çalışan Psikanalistlerin tersine Lacan’da böyle bir «filozofik akıl yürütmeyi» görmek mümkündür” (Tura 1996:94-95).

    Bu görüşlere ben de katılıyorum. Eğer, insanlardan bir insan, dilin, ‘’babanın adı’’na sağladığı tüm kültürel tarihin yükünü taşıyan bir anlamı (kendisi gerçeklikte bu anlamla ilişkisi olmayan bir insancık bile olsa) üstlenmiş oluyorsa, geçmişin ve bugünün bütün lanetli figürleri ve kavramlarının bütün ağırlığı yaşayan insanın omuzlarındadır. Bu anlamıyla, örneğin, Alevi inancındaki Yezit kadar Ali de, Yavuz kadar İsmail de, Hitler kadar Stalin de, Benjamin Netanyahu kadar bütün Filistin halkı da lanetlidir. Çünkü, lanetin kendisi tek tek bireylerde değil sınıflı toplumlar tarihinde, onun üretim ilişkilerindedir. Sınıflı toplum ve onun devleti var olduğu sürece hiç kimse bu laneti omuzlarından indirip bir kenara koyamaz. Çünkü, o lanetli üretim ilişkilerinin çelişkilerini omuzlarınızdan her silkişinizde yaşamak için herkesin herkesle rekabet ettiği herhangi bir üretim ilişkisinin bir ucundan tuttuğunuzda sınıflı toplumun lanetini tekrar omuzlarınıza alırsınız. Onun içindir ki sınıflı toplumların tarihi kadar onu ortadan kaldıracak olan komünizm mücadelesinin tarihi de kanla yazılmak zorundadır. Başka bir söylemle, insanlık, tarihin bütün kirinden, pasından kurtulabilmek için kanla yıkanmak zorundadır. Bu, Marksizm’le, bütün diğer ilerlemeci tarih tezleri arasındaki temel ayrım çizgisidir.

    Fakat, Lacan’ın ‘’Dil, bilinçdışının koşuludur’’ biçimindeki formülasyonu bilinçle bilinç dışını ayırt etmek için yetersizdir. Bilinç dışı, bilincin bir öğesi değil ona dışsaldır ve bilinçdışı biçiminde birleşik olarak değil bilinç dışı olarak ayrık ifade edilmelidir. Fakat, yine de bireysel bilinçdışı olarak Lacan’ın formülasyonu tamamen yadsınamaz. Bu metinde nereden geldiğini temellendirmeye çalıştığımız kolektif bilinç için ise bilinç dışı, hep ötelenen, yadsınan şeye karşılık gelir ve bilince dışsaldır.

    Sınıflı toplumda, dilin, dolayısıyla söylemin, onu kuşatan üretim ilişkilerinin lanetinden azade olabilmesi mümkün değilse de bir tarih yazıcılığı girişiminin yalnızca, tarihsel olayların kronolojik bilgilerini doğru olarak ifade etmesi yeterli değildir. Çünkü, sınıflı toplumda ekonomi politik, hukuk, ahlak, sanat, bilim gibi dil de politiktir ve dilin tarihsel olayların kronolojisini doğru olarak ifade etmesi yanında hak ve haklılık kavramını da her farklı tarihsel süreç için söz konusu süreçlerin üretim ilişkilerinin çelişkilerine göre tanımlayabilmesi ve ifade edebilmesi gerekir. Bu anlamıyla, Komünist Partisinin tarih yapıcılığıyla, örneğin, halkın kendi dertlerine yaktığı türkülerin ya da burjuva sanatın dili arasında fark vardır. Bunu anlatan en iyi örneklerden biri Dadaloğlu’nun şu dörtlüğüdür:  

“Dadaloğlu’m bir gün kavga kurulur,

Öter tüfek davlumbazlar vurulur.

Nice koç yiğitler yere serilir,

Ölen ölür, kalan Sağlar bizimdir.’’

‘’Ben’in, mutlak olarak dilin içinde içerildiğini vurgular Lacan. Bireyin kendisi de “dil içinde belirlenmiş bir konumdan, bir durumsallıktan” konuşmaktadır. Bireyin konuştuğu dilin içinde belirlenmiş olan bu konum, başlangıçta Oidipal söylem tarafından verilir ve psikanaliz için “bireyin dile hangi konumdan girdiği” önemlidir. Öznenin kendisi de kendi sözünde bir dilbilimsel gösterenle temsil edilir. “Böylece «öznenin kendisi» de, dilin kendisini temsil etmesini sağlayan göstereninin dil tarafından belirlenmesi ile belirlenmiş olur” (Tura). Bir gösteren, bir özneyi temsil eden şeydir. Bu noktada Lacan, gösterenin özneyi, “bir başka özne için” değil, “bir başka gösteren için” temsil ettiğini vurgular. Bu önermeyi canlandırmak için “hiyerogliflerle kaplı bir taş” örneği verir. Bunları yazan bir öznenin bulunmuş olduğundan şüphe edilmez, ama eğer siz “her gösterenin size bir şeyler söylemek için yazıldığını”, “size gönderildiğini” düşünürseniz yanılırsınız. Bunun kanıtı da sizin bu gösterenden hiçbir şey anlamamanızdır. Tam tersine bu gösterenlerden her birinin diğer bir gösterene bağlanması olgusuna bakarak, onları “gösteren” olarak tanımlarsınız. “İşte öznenin, «ötekinin alanına» yönelen, yani «simgesel düzene» yönelen ilişkisinde söz konusu olan budur. Özne, ötekinin alanında yani simgesel düzende gösteren (olarak C.E.) ortaya çıkarak doğar” (Lacan). “Lacan, «dil» ve «deneyim»in türdeşsizliği üzerinde diretmiştir” (Descombes 1993:100).

   İşte, tam burada, Genel olarak irade kavramının, özel olarak Komünist Partisinin iradesinin nereden geldiği sorununa bir yanıt vermek gerekir. Daha önceki metinlerde de ifade etmeye çalıştığımız gibi Komünist Partisinin iradesi, dil ile yalnızca söylemsel düzeyde kurduğu ilişkiden değil ama insan biyolojisini de kapsayan ve onun aracılığıyla ete kemiğe bürünen, sınıflı toplumun ekonomi politiğine, bu ekonomi politik tarafından biçimlendirilmiş olan hukukuna, ahlakına, sanatına, bilimine, etiğine, kültürüne karşı sürdürdüğü savaşımdan gelir. Bu savaşımın alanı, tıpkı bir tarla, bir üretim aracı, bir bilgisayar, bir telefon, bir otomobil gibi de düşünülebilecek olan ve insan bedenine özdeş, insanlık tarihinin bütün çelişkilerini ifade eden ikizkenar üçgenin alanıdır. Varoluşun temel ontolojik çelişkisine olduğu kadar sınıflı toplumlar tarihinin herhangi bir çelişkisine de özdeş olan ve mutlak olanla göreli olan arasındaki ilişkinin diyalektiğine karşılık gelen bu alanın, bütün evrenin ve bütün insanlık tarihinin aynası olan bu alanın diyalektiğinin çözümlenmesi ise bu makalenin sınırlarını aşar. Fakat, şu kadarını söylemek gerekirse, Bütün evren, doğa ve toplumlar tarihini evrimin trafosu gibi işleyen ve maddeyi hareket ettiren çelişkiye özdeş olan bu alan, aynı zamanda, bütün tarihin bilgisinin geçmişten geleceğe belirli periyodik şifrelerle aktarıldığı alandır. Fakat, bu alan, aynı zamanda, öznel ile nesnelin çelişkili birliğine karşılık gelir ve nesnelliğin insan gereksinmelerinin doğasına göre yeniden biçimlenmesinde de bir trafo gibi işler. Dolayısıyla, komünizm davasının praksisi ancak bu alan üzerinden devrimci pratiğe dayanılarak yaratılabilir.

Mutlaklık ve görelilik

               Herhangi bir çelişki için mutlaklık ikizkenar üçgenin ikiz açılarına karşılık gelen ve matematiksel olarak sıfır ( 0 ) ile sonsuz arasındaki diyalektik ilişkiye karşılık gelir. Bütün ardışık sayıların, sıfır ve sonsuzdan farklı olması, hem sıfıra ve sonsuza içkin ve hem de onlara dışsal olması gibi mutlaklıkla görelilik arasındaki ilişkinin diyalektiği de ardışık sayılarla, sıfır ve sonsuz arasındaki ilişki gibidir. Ürettiği nesnelere hem özdeş hem de özdeş olmayan insan, tıpkı, doğanın ve evrenin kendisi gibi mutlaklığın iki karşıt kutbu olan sıfır ile sonsuzluk arasında, bunlarla göreli bir ilişki içinde var olabilir. Dolayısıyla, insan bilgisi, gerçekliğin mutlak bilgisine her yaklaşmasında, tıpkı, sonsuzluğun sıfırdan uzaklaşması gibi gerçekliğin mutlak bilgisine hiçbir zaman ulaşamaz. Çünkü, evrenin ve doğanın ve insan toplumlarının mutlak, değişmez bir gerçekliği yoktur.  Var olan her şey kendisi de sürekli değişen ve kendi kendini yadsıyan mutlaklıkla göreli bir ilişki içinde devinen bir ontolojik var oluşa sahiptir. Bir başka söylemle var oluşun ontolojisi tamamlanmamıştır, oluş halindedir. Fakat, bilgilerimiz, gerçekliğin ontolojisinin göreli bir bilgisi de olsa, var oluşun yasalarına karşılık gelen diyalektik yöntem, bize, evrenin, doğanın ve toplumların oluş halindeki ontolojisine ilişkin epistemolojik bir temel vermek için yeterlidir. Mutlak olan oluş ve yok oluş olarak değişimin mutlaklığıdır. Bundan da mutlaklığın değişim mutlaklığı olarak belirli tarihsel süreçler için değişimin diğer parametreleriyle bir görelilik ilişkisi içinde mutlaklığa, yani, değişimin içinde gerçekleştiği evrene karşılık gelebileceği sonucuna varmak mümkündür. Bu anlamda, yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi tarihsel hareketin mutlak yönü olan komünizm davasının iradesi, mutlak doğrunun diğer şeylerle görelilik ilişkisi içinde kesintisiz akışından gelir. Marksizm’in, bilinemezcilikle ayrım çizgisi de buradadır.



Eylül 2024
PSÇPCCP
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30 

Daha Fazla Makale Haberler