Ebru Timtik’in adil yargılama talebiyle başlattığı ölüm orucunun 238. gününde yaşamını yitirmesi adalet kavramını yeniden ve daha çok tartışma konusu yapmalı.
Bilindiği gibi Ebru Timtik, Aytaç Ünsal ve ÇHD üyesi 16 avukatla birlikte yargılandıkları davanın ilk duruşmasında tahliye edildiler. Aynı gün yukarıdan gelen bir talimat sonucu olsa gerek, tahliye kararına itiraz edilip yeniden tutuklandılar. Bu arada mahkeme heyeti değiştirildi. Daha sonra İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi bir gizli tanığın yalan beyanlarını kendisine delil sayarak ÇHD üyesi 18 avukata toplam 159 yıl ceza verdi. Ebru Timtik bu davada 13 yıl 6 ay ceza aldı.
Ebru Timtik “Bana atılan suç doğru değil ve verilen ceza da adil değil. Beni yeniden yargılayın” diyerek 5 Şubat tarihinde açlık grevine başladı. 5 Nisanda ise açlık grevini ölüm orucuna dönüştürdü. Aynı davadan yargılanıp ceza alan Aytaç Ünsal’da benzeri bir süreç izleyerek başladığı açlık grevini ölüm orucuna dönüştürdü.
İstanbul Adli Tıp Kurumu yaptığı muayane sonrasında iki avukat için de “Hapishanede kalamazlar” raporu verdi. İstanbul Adli Tıp Kurumu’nun verdiği raporu hiçe sayan İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi ”Tutukluluk hallerinin devam etmesine ve tıbbi takibin ve tedavilerinin cezaevi yönetimince sağlanmasına” karar verdi.
Anayasa Mahkemesi ise yapılan itiraz için “Maddi veya manevi bütünlüklerine yönelik ciddi bir tehlike yok” diyerek devlet eliyle bir cinayetin işlenmesinin önü açılmış oldu.
Tarihte ilk Adalet – hukuk tartışmasına Sofekles’in MÖ. 440 yılında yazdığı Antigone Tragedyası’nda raslıyoruz. En azından benim okumalarımdan çıkarttığım sonuç bu. Belki hukukçular daha eski tarihlerde başka adelet arayışlarının da olduğunu biliyorlardır.
Tragedyadaki efsaneye göre Kral Oedipus bilmeden babasını öldürüp öz annesi Iokaste ile evlenir. Kral Oedipus’un Eteokles ve Polyneikes isminde iki erkek, Ismene ve Antigone isminde iki kız çocuğu olur. Bilmeden de olsa babasını öldürüp öz annesi ile evlendiği için Tanrılar Oedipus’u lanetleyerek krallığını yaptığı Thebai şehrini felaketlere sürüklerler. Yaşanan acılar karşısında anne Iokesta kendisini asar, suçluluk duyan Kral Oedipus kendisini kör edip gönüllü sürgüne çıkar.
Thebai’da kalan erkek çocuklar büyüyüp krallığı dönüşümlü olarak yönetmeye başlarlar. Bir süre sonra iktidar hırsına kapılan Eteokles sırası gelen kardeşine krallığı devretmez ve onu sürgüne gönderir. Sürgündeki Polyneikes tahtı ele geçirmek için Argos kralının kızıyla evlenip kardeşine savaş açar. Savaşta iki kardeş de ölürler. Kardeşlerin ölümü üzerine tahta amcaları Kreon geçer.
Kreon tahta oturur oturmaz Eteokles’i kahraman, Polyneikes’i kızıyla evlendiği Argos kralı ile işbirliği yeptığı için vatan haini ilan ederek, Eteokles’in bir kahraman gibi gömülmesini, Polyneikes’in vatan haini olarak şehir dışında bir yere gömülmeden atılmasını ister.
Antigone, Kralın bu yasasına itiraz edip kardeşine tören düzenlerken yakalanıp cezalandırılır. Antigone’ye göre taht kavgası vermek iki kardeşin de hakkıdır. Bu nedenle Polyneikes’e tören yapılmaması adil değildir. Antigone Kralın oğlu ile nişanlıdır. Buna rağmen kral verdiği karardan vazgeçmez. Antigone hapsedildiği mağarada kendisini asarak kendi sonunu kendisi belirleyip kralın yasasına bir kez daha uymaz. Antigone’nin kendisini astığını öğrenen nişanlısı Haiman kendisini öldürür, oğlunun ölümünü haber alan Kraliçe intihar eder. Böylece bir yasa uğruna kral bütün ailesini kaybetmiş olur.
Bu tregedyanın vermek istediği asıl mesaj adalet ile yasalar arasındaki mücadeledir. Kişilerin koyduğu yasaların her zaman adil olmadığını söyler bize. Antigone de, kralın koyduğu bu yasanın adil olmadığını düşünerek karşı çıkar. Bu nedenle ölümünü kendisi belirler. Yani adalet uğruna yasayı çiğner.
Büyük Ferman: Magna Carta
Magna Carta İngiliz Kralı ile İngiltere’deki feodal beylerin (baronların) mücadeleleri sonrasında, 1215 yılında yine İngiltere Kralı ile feodal beyler arasında yapılan bir hukuk anlaşmasıdır.
Bu ferman Kralın yetkilerini feodal beylere karşı sınırlayan (ya da dengeleyen) bir anlaşma olsa da, 39. maddesi önemlidir. Bu madde günümüz hukuk sisteminin oluşturulmasında önemli, hatta ilk basamaklardan biri olmuştur.
Magna Carta’nın 39. maddesi’ne göre: “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde mahkeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilemeyecek, sürgün edilemeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacak”
Şimdi birileri “Bizim ülkemizde de her şeye mahkemeler karar veriyor” diyebilir. Yasalar o yasaları yapanların isteklerine hizmet ediyorsa, mahkemeler de yasaları yapanların karar ve isteklerini uygulamakla hükümlü mekanizmalar haline dönüşmüşse, bu mahkemelerin açıkladıkları kararların adil olmasını beklemek anlamsız hale gelir.
Şimdi Türkiye’nin de onayladığı İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne geçelim
Bildirgenin 10. maddesi şöyle der: “Herkesin hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine bir suç yüklenirken, tam bir şekilde davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından hakça ve açık olarak görülmesini istemeye hakkı vardır”. 11. madde ise şöyle der: “Kendisine suç yüklenen herkes, savunması için gerekli olan tüm güvencelerin tanındığı açık bir yargılama sonunda, yasaya göre suçlu olduğu saptanmadıkça suçsuz sayılır”.
Benzeri kararlar birçok Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararında da vardır
Ebru Timtik Türkiye’nin taraf olduğu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve AİHİM kararlarının kendisine uygulanması istediği için devlet eliyle ölümü istendi. İstanbul Adli Tıp Kurumu’nun “Hapishanede kalamazlar” raporuna rağmen İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi ve Anayasa Mahkamesi’nin Ebru Timtik’i tahliye etmemesi devlet eliyle bir hukukçunun ölümüne onay verilmesi anlamına geliyor.
Bu kararın daha yukarıdan verildiğini düşünmek o kadar saçma bir düşünce olmasa gerek. Ebru Tümtik’in yaşamını yitirmesinin ardından İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanı’nın yaptığı açıklamalar, devlet eliyle devreye sokulan trollerin sosyal medya hesaplarından yaptıkları paylaşımlar bunu gösteriyor.
Bir hukukçunun sadece adil yargılanma isteği ile ölüm orucuna başlamasına seyirci kalan bir devletin hukuk sistemini 2500 yıl önceye götürüp Antigone Tregedyası’ndan bugüne değişen bir şey olmamış demek mi gerekiyor? Magna Carta’dan da daha geri bir noktada olduğumuz her haliyle kendisini gösteriyor.
Aslında bugün bir hukuktan söz etmek mümkün değil. Bu nedenle 2500 yıl öncesinde bile değiliz demenin bir anlamı kalmıyor.
12 Eylül’de darbe hukuku da olsa bir hukuk sistemi vardı. Bugün darbe hukukunu bile arar duruma geldik; çünkü şimdi ortada bir hukuk sistemi yok. 12 Eylül 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği referendumunda bu darbe hukuku da ortadan kaldırıldı. Bu tarihten sonra önce Fetullahçılar kendi hakim ve savcıları aracılığı ile mahkemeleri kendi bekaları için kullandılar, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da Fettullahçılardan öğrendiklerini AKP iktidarı kendi hakim ve savcıları aracılığıyla kendi bekası için kullanmaya başlayarak, mahkemeleri kendi muhaliflerini, yani haksızlığa, adaletsizliğe, rant ekonomisine itiraz edenleri ortadan kaldırmanın bir aracı haline getirdiler.
Bu nedenle Soma’da toprağa gömülen madencilere, Gezi Direnişi’nde öldürülenlere, KHK kararlarıyla işinden edilenlere, kısaca memleketin neresinde bir hukuksuzluk varsa oraya koşup mağdur olanların davalarına bakan avukatlara tahamül edecek değillerdi. ÇHD’li avukatlara, suçsuz yere hapishanelere atılan gazetecilere, öğrencilere, HDP’li miletvekilleri ve belediye başkanlarına verilen cezalara bu açıdan bakmak gerekiyor.
Belki de bugünün hukuk sistemi Ortaçağ’daki Engizisyon Mahkemelerini andırıyordur. Engizisyon mahkemelerinde yargılanan bir kişinin suçsuzluğunu ispatlama şansı sadece yapılan işkencelerde kendisine atılan suçlamaları kabul etmeyerek işkencede ölmesiyle mümkündü. Engizisyon mahkemelerinde iddia edilen suç doğru olmasa bile, ya işkencede bunu kabul edip bir suçlu olarak ölme ya da suçu kabul etmeyip işkencede hayatını kaybederek suçsuz bir şekilde ölme hakkı vardı insanların. Yani bu mahkemelerde yargılanan herkes yaşamını kaybederdi.
Bugünün Türkiye hukuk sisteminde de mahkemelerde yargılanan kişilerin kendilerini savunma, suçsuzluğunu ispatlama hakkı ortadan kaldırılmıştır. Cezalar ta baştan belirlenmiştir.
Bu adelatsizlik sadece ceza mahkemelerinde yaşanan bir durum değil. HES’lere ya da ormanları yok eden maden aramalarına karşı verilen mücadeleleler sonrasında alınan mahkeme kararlarının ya da ÇED raporlarının uygulanmamasında, ihalelerin yandaş bazı firmalara maliyetlerinden daha yüksek fiyatlarla verilmesinde, KİT’lerin yandaşlara düşük fiatlarla sunulmasında, özellikle büyük kentlerde ve sahillerde yandaş şirketlere yeni rant alanları yaratılmasında, ihale kanununun neredeyse her ay değiştirilmesinde, ve burada saymakla bitiremeyeceğimiz birçok uygulamada bu adaletsizliği görmek mümkün.
İşte bu nedenle mahkemeler tarafından verilen her karar, çıkartılan her yasa adil değildir. Yasalar bu yasaları çıkaranların ya da bir sınıfın çıkarlarını korumayı amaçlıyorsa bu yasalardan adalet beklemek hayalcilik olur.
Yine bu nedenle bütün demokrasi güçleri adalet için, adil yargılanma hakkı için seslerini daha gür bir şekilde çıkartmaları gerekiyor. Buna bugün her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Adalet isteyenlerin sesleri daha gür çıktığında Aytaç Ünsal’ı hayatta tutmayı başarmak mümkün olacağı gibi, bundan sonra adil yargılanma hakkı için adaletsizliğe uğramış kişilerin ölüme yatmasının önüne geçmekte mümkün olacaktır.
Bu makale ilk olarak Sendika Org’da yayınlanmıştır.