Sivil Toplumculuk anti-bilimselliği açığa çıkarılmış, pratik tarafından da anti-bilimselliği ispatlanmış “liberal” burjuva ideologlarının, Marksist-Leninist-Maoist devlet-devrim öğretisine, aslında umutsuz sözde bir meydan okuyuş(!) teori ve eylemidir. Devletle ilişkisiz, ondan kopuk bir “Sivil toplum” gerçeğin kaba bir çarpıtılmasıdır. “Üçüncü yol, Üçüncü alan” cilasıyla parlatılmak istenerek “sol” diye yutturulmaya, pazarlanmaya çalışılan bu burjuva sağ ideolojinin siyaset felsefesini, Marks ve Engels bastan itibaren deşifre etmişlerdi. Burjuva liberal siyasetin bu argümanı, sözde “özgür yurttaşlar” etiketiyle burjuva devleti koruma ve kutsama eylemidir.
Pişman, sözde eski “Marksist’lerin “özgürlük toplumu” adıyla selama durdukları sivil toplumculuğun “vardır” dediği özgürlükler burjuva toplumun, burjuva devlet egemenliğinin gizlenmek istenmesidir. Popülarize edilen sivil toplum, liberal burjuva kaynaklıdır. Onlar ne yapmak istediklerini açık beyan ve itiraf etmek zorunda da kalmışlardır. Kapitalist ekonomi ve onun üzerinde yükselen burjuva egemenliği temsil eden devletin (özel mülkiyete dokunmadan) görevlerini azaltarak bunların bir bölümünü burjuva topluma yaymak…
“Özgürlük” denilen iste bu burjuva toplumun bizzat kendisidir. Ne ki, “solculuk” markasıyla burjuvaların, burjuva toplumun imdadına yetişen teorisyenler, burjuvazinin aleni beyanatı ve zorunlu itirafını, devletten soyut, “özerk”, “özgür 3.alan” vitriniyle pazarlama icraatlarında, burjuvaziden daha çok burjuva toplumu, kitabına uydurularak savunma durumundadırlar. Efendiye bu Muhteşem yalakalığa burjuvazi dahi hayret etse yerindedir.
Marks gayet net söyledi, “Sivil Toplum” olarak adlandırılan şey, burjuva toplumun bizzat kendisidir. Uzlaşmaz sınıf karşıtlarının ürünü ve sınıf hakimiyeti aracı olan devleti, ondan soyut düşünülemeyecek burjuva toplumdan ayrıymış gibi göstermek saçmadır. Sınıflı toplum gerçeğini sözde gizlemek, toplumu homojen göstermek burjuva aldatmacadır. Heterojen sınıflı toplum gerçekliğinin tarihsel süreçle de doğrudan alakalı durumunu, burjuva teorisyenlerin dahi kabul etmek zorunda kaldıkları sınıflar ve sınıf mücadelesi meselesini kapı dışarı ederek (!) homojen “Sivil toplum” olarak adlandırmalarıyla burjuvazinin acentesi rolünü oynayan komprador “solcu’ların kapitalizm aşkına, emperyalizm ne kadar teşekkür etse azdır.
Emperyalizmin teveccühüne layık görülmüş, komprador “solcu”lar emin olabilirler ki, kendilerine kapitalizm gerçekten güvenmektedir. Sözde “sol’’cularımızın kan bağışında bulundukları “Sivil” denilen burjuva toplum savunuculuğuna “acaba yanlış mı düşünüyorum” diye öykünenler de az değildir. İnsanlığın sınıflara bölünmesiyle sahneye çıkan devletin iktisadi-siyasi-tarihsel koşullara bağlı olarak ekilenmiş “hukuk ”unu, egemenliğin “hukuk ”la pekiştirilmiş olmasının kapitalizmdeki adı olan “özgür” köle, proletarya ve emekçileri, işte size “Sivil toplum” diyerek avutmaya, yanılsamalara sürüklemeye çalışılan “uygarlıkçı, aydınlanma felsefeci, “Rönesans’çı burjuva liberal teorisyenlerin sözde anti-devletçiliği sadece burjuva devlet savunuculuğudur. Özel mülk dünyasında sınıflar gerçekliğinde sözde “Sivil toplum” büyük bir yalandır. Tarihin sınıf mücadeleleri gerçekliğini ve sınıf gerçeklerini “Sivil toplum” operasyonlarıyla, kaba ve keyfi çarpıtmak, hiç de masumane bir durum değildir. “Sivil toplum” denilen burjuva toplum, ondan soyut gösterilmek istense de burjuva devletle ilişkisiz düşünülemez. Üst yap-alt yapı ilişkisinin bu keyfi yalıtılmış sunuluşu, özel mülk dünyasında ve sınıflı toplum gerçekliğinde, toplumu politika dışı “sivil” gösterme gayretini (!) masumane bulmamanın nedenleri kolaylıkla anlaşılacaktır. Devlet varlığını korudukça toplumu ondan kopuk, onun dışında tasavvur etmek boş bir ütopyanın ötesinde burjuvaziye hizmet gayretidir.
İnsanlık tarihinin sınıfsal her bir dönemine bağlı şekillenen toplum, hiç de “sivil” olmamış, koşullara bağlı olarak şekillenmiştir. İstisnasız her birey sınıflı toplumlarda bir sınıfa bağlı olmuş, ona göre mevzilenmiştir. Politika, sınıflı toplumların argümanıdır. Sınıflı toplumların “politika”, politik mücadele gerçekliğini “Sivil” terimli oyunlarla yok farz edenler, herhangi bir ekonomik temel dışında, tarihsel koşullar ötesinde mi yaşıyorlar. Değilse, yani politika, ekonominin yoğunlaşmış ifadesiyse sınıflı toplumlar politik değil de, sınıflar üstü bir “sivil” kalabalığı olarak tanımlanabilinir mi?
”Emperyalizmin teveccühüne layık görülmüş, komprador “solcu” lar emin olabilirler ki, kendilerine kapitalizm gerçekten güvenmektedir. Sözde “Sol”cu baylarımızın kan bağışında bulundukları “Sivil” denilen burjuva toplum savunuculuğuna “acaba yanlış mı düşünüyorum” diye öykünenler de az değildir”
Marks ve Engels’in Komünist Manifesto ’da belirttikleri gibi, feodal toplum yıkıntılarından fışkıran burjuva toplum sınıf çelişkilerine son vermek bir yana, eskilerinin yerine yenilerini geçirdi. “Eski” denilen feodalizmin yerini alan kapitalizm, sınıflı ve burjuva egemenlik dışında düşünülemeyecek burjuva toplumuydu. Değişik coğrafyalarda özgün biçimlerine rağmen aynı ortak öze, burjuva egemenliğine sahiptirler. Tarafsız olması düşünülemeyecek devlet egemenlik aracı olduğu sınıfın silahıydı. “Çağdaş” dedikleri Batı burjuva toplumlarında devlet müdahalesine uğramayan, (….) özerk alanlar, yurttaşlar, gruplar “sivil toplumculara rağmen, gerçek başkadır.
Özel mülk ekonomik temeli üzerinde yükselen hangi siyasi ve hukuksal liberalizmde, özel mülk dünyasına rağmen devletin müdahalesi “dışında”, “özerk”, “özgür” bir alandan bahsedilebilinir? Ekonomik liberalizmin baş illeti olan insanların doğuştan eşit olmadıkları, özel mülkün bir yetenek, inisiyatif, yarış nimeti olduğu savı ortadayken, hangi hukuki “eşitlik” formelligi, işin özünü, her alanda eşitsizliği yadsıyabilir? Ekonomik, sosyal koşullardan bağımsız, devletli ortamda, devlet müdahalesi dışında, özerk bir alan veya sivil toplum keşfi sadece saçma değil, saçma sapandır.
“Özgürlük-Eşitlik-İnsan Hakları” sınıflı toplumlardaki, eşitsizlik özünün, üzerine çekilmiş aldatıcı bir perdedir. Burjuva devletle çıkarları temelinde zıt sınıfları, “Sivil Toplum” projesiyle uzlaştırma gayretinin, Bernştain’ci, Kautksy’ci, Berlinguer’ci “Avrupa Komünizmi’nin foyasını, komünistlerin kongresi bir kez daha açığa çıkarmıştır. Sınıf mücadelesini yadsıma, sınıfları sözde birleştirip uzlaştırma çöpçatanlığının günümüzdeki adresi, “sınıf farklılıklarının artık tarihin müzesinde kaldığı’’ uydurmacasıdır.
Modernite örtülü Avrupa, ABD yani emperyalizm merkezli “sivil toplum” projesinin hedeflerinden biri, kapitalizmin krizine sözde çare bulma(!)dır. Öyle sanıldığı gibi “yeni” bir teori değildir. Hümanizme vurgusuyla Descartes’te, egemenlik düzenini teorileştiriyordu. İlahi bir yasa olarak kutsuyordu. “Aydınlanma Çağı’nın temellerine katkılarıyla ünlü Descartes’in yanı sıra Kant’n da teorisinde aynı kriz mevcuttur. Sonraki teorisyenlerde (Hobbes gibi) yeryüzünde bir tanrı gereksinimine vurgu yaptılar. Egemenliği tarihsel koşullarla ilişkili değilmiş gibi ebedîleştirdiler. Rousseau da aynı kapıya çıktı. Onun “mutlak cumhuriyeti” Hobbes’un “yeryüzündeki tanrı” anlayışının özde bir devamıydı. Hegel, “aile ve sivil toplum alanları ilişkisinde devlet dışsal bir zorunluluk ve üstün iktidardır. (….) Ama öte yandan devlet içkin amaçtır ve kuvvetini evrensel ve nihai amacıyla bireylerin tikel çıkarlarının birliğinden (…) alır” diyordu. Egemenlik makinasının polis gücü ve bürokrasisinin tanrılaştırılmasında Hegel’ci abartmaya çokça dayanılmaktadır. “Ulusal devlet” denilen olgu kalıcı mutlak değil, insanlık tarihinin kapitalizm aşamasının evladıydı. Çöküş mecrasındaki feodalite ilkel sermaye birikimi ortamında yeni politik egemenlik biçimlerine gebeydi. Tabii ki kaba evrimci, birikimci, kendiliğindenci bir yürüyüşle tarih ilerlemiyordu. Verili koşulların talep ettiği, (Sivil toplumcular rahatsız olsalar da) bilinçli müdahale devreye giriyordu. İngiliz-Amerika-Fransız burjuva devrimleri keyfi değil, bu koşulların talep ettiği müdahalelerdi. Mutlakkiyetçi Monarşiler, krallar söz konusu tarihsel koşullarda yıkılmaya mahkumdu. Yıkanlar (burjuvazi) aslında yıktıklarını tarihsel koşullara uygun olarak yeniden ürettiler. Marks’ın Luis Bonapart’n 18. Brumeri’nde dediği gibi sonraki burjuva eksenli devrimler, “burjuva devlet aygıtını parçalamak yerine, onu yetkinleştirmekten başka bir bir şey yapmamışlardır’’
Özgün önemli farklılıklarına rağmen burjuva devlet, yıktığı feodal devletin tarihsel koşullara bağlı olarak aynı zamanda yeniden üretilmesiydi de küçük bireysel üretim, bayağı üretim araçları üreticilerin veya feodal beyin doğrudan tüketimi için üretim, bu tüketim üzerinden (…) üretim fazlasının satışa sunularak değişime girmesi, doğuş durumundaki meta üretimi, toplumsal üretimdeki anarşinin tohum özelliği Ortaçağ toplumuna ilişkin Engels’in vurguladığı özelliklerdir. Manifaktür ile dağınık üretim araçları büyük atölyelerde toplandı. Birey ve üretim araçları toplumsal araçlara dönüştü. Kapitalist üretim araçlarının sahibi oldu. “Ürünleri temellük ederek onları meta durumuna getirdi. Üretici, üretim araçlarından ayrılarak ücret kölesi haline geldi. Rekabet, üretimdeki toplumsal anarşi derinleşti. Makine üretimi, yedek sanayi ordusunu da doğurdu. Üretim gelişirken, üretici güçleri de gelişiyordu. “Üretim biçimi değişim biçimine karşı başkaldırıdır.”
Burjuvazi artık fuzulileşmiştir, onsuz “tüm toplumsal işlevler ücretli görevliler tarafından yerine getirilme” durumundadır. Ve başlayan Proleter Devrim… Engels bu gelişmeyi parlak ve dahiyane bir şekilde özetledi. Bizim yapmaya çalıştığımız bu bilimsel doğrulara sadece bir kez daha dikkat çekmektir. Sivil toplumculuk, bu bilimsel tarihsel gerçeklerin saptırılması ve burjuva egemenliğin idealize edilmesidir. “Adalet” burjuva egemenliğin adaletidir. Yasalar önündeki burjuva eşitlik, burjuva mülkiyete dokunamaz. Rousseu’nun projesi de buydu. Ölümsüz “doğrular”, “adalet” ve ahlak dağıtıcısı Dühring tarihsel gelişimin bu bilimsel açıklamasını “budalalık”, “vulgarizasyon skolastizm, doğuştan anlayış darlığı” olarak değerlendirmişti. Bu ünlü(!) soyut ahlakçı teorisyen, matematik-astronomi-mekanik-fizik kimya vb. bilimlerdeki doğrulardan hareketle kendi “ölümsüz doğruluk’larını propaganda eder. Ahlaksal-hukuksal bir temelle gerekçelendirilen bu baş aşağı düşünce sistematiği aslında diyalektiği, materyalizmi, bilimi gerçekten de kapı dışarı eder. İmalatı sudur: “İki insan iradesi, iki insan iradesi olarak tamamen eşittir.” (Anti-Dühring, aktaran Engels.sf, 180)
Engels’in dediği gibi bu “abartma”dır. “Çocukluk” tur. Evet bu iki insan “cinsiyet bakımından eşit olmayabilir.” Aile veya kadının bağımlılığı Dühring’i ilgilendirmiyor. Gerçeğe rağmen ahlak ilkeleriyle işini “yoluna koyan” Dühring’in gerçekliyi sadece boş bir bulgudur. Sadece kadın, erkek açısından da değil, insanların farklı işlerle uğraşmış olması, iş bölümü de bay Dühring’i ilgilendirmez. “Ölümsüz” ilkeleri ahlaken eşitliğe karar vermiştir ya, özdeki eşitsizlikle Dühring ilgilenmez. Tarihsel koşulları hesaba katmayan bu keyfi “eşitlik” betimlemesi, ulusal-ekonomik-siyasal-dinsel-cinsel özelliklerden soyut, tarih dışı bir fotoğraf çekmektedir. Fotoğrafın varsa bazı problemleri, tarihsel değil, “kabul edilebilir bağımlılıklar” olarak gösterime sunulur.
Dühring’i Keşfeden “3.Alan”cı “Yeni” Mucitler!
“Üçüncü Alan” teorisi Dühring yoluna çıkar. Bu yol soyut ve boştur. Engels, “Bütün insanların eşit olduğu, dünya kadar eski bir fikirdir” der. “Yenilik” keşifçilerinin söylediklerinde aslında “yeni” bir şey yoktur. Biliyoruz ki, hak eşitliği denilen bu ortaklık, mülkiyet ortağı “ortaklık üyeleri arasında söz konusu olabiliyordu” (Engels) Köleler, kadınlar vd. bunun dışındaydı. Tersi, Yunan ve Roma gerçekliğinin işaret ettiği gibi, ancak bir “delilik” olarak görülebiliyordu. Roma hukuku, özgür insan-köle farkını korudu, güvenceye aldı. Özel mülkiyet hukuku temelinde özel kişilerin, egemenlerin eşitliğini savundu. Hıristiyanlık “bütün insanlar arasında yalnızca bir eşitlikten (….) ilk günah eşitliğinden”(Engels) bahsetti. Genel kabul, seçkinlerin eşitliğiydi. Buyurulanlara rağmen Cermen’lerin Batı Avrupa istilası, bunun nemenem bir eflitlik(!) olduğunu gösterdi. Burjuva yola giren toplum, feodal rejimle yüz yüzeydi. Bu durumu sözde aşan burjuvazi, proletaryayı karsısında buldu.
Seslendirdiği burjuva eşitliğe, proletaryanın sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması talebi eşlik etti. Sadece biçimsel değil, ekonomik, toplumsal alanda da bu talep edilmek durumundaydı. Fransız proletaryası somut bir örnektir. Gerçekten de belaydı. Burjuva eşitlik sözleri proletarya saflarında (köylüler savaşında olduğu gibi) sınıf eşitsizliklerine bir tepkiye dönüştü. Konuşan sınıf içgüdüsüydü. Kapitalistlerin söylemi kendilerine karşı ayaklanacak proletarya mücadelesinde işlevsel bir ajitasyona dönüşüyordu. Görülmektedir ki, “eşitlik” fikri proletarya açısından, burjuva alanı aşan sınıfların kaldırılması istemine dönüşen bir eyleme götürmekteydi.
Burjuva toplumu, burjuvazinin egemenlik aracı dışında “sivil toplum” gösterme konseptlerinin çürük temeli, Engels’e dayanarak yaptığımız bu kısa özetle açıktır. Sınıflı toplumlarda devletle ilişkili burjuva toplumun bu “sivil” adedi gerçek dışı bir mitolojidir. Bu mitolojik efsaneler tiyatrosunun tirajı komik sahneleri kahkaha tufanı için iyidir de tarihin bilimsel açıklanmasına gelince, işe yaramazdır. Boş kurgularla hikâye üretenlerin konusu olabilir, ama diyalektik-tarihsel materyalistler için, özü burjuva olan sözde “sivil toplum”, (güldürücü oyunu olarak sahnelense de) kabul edilmez işkencedir. Tarihsel bilgiler kovulmak istenseler de bilimsel öğretinin tanıklarıdırlar, yaşayanlarıdırlar. Tanık ifadelerinin de onayladığı gerçekler şunlardır: Tanık yaşanmış, yaşanan pratiktir. 18.yüzyıl Fransız filozofları, us’u her şey görüyorlardı. Devlet ve toplum eğer bu us’a dayanırsa ölümsüz us’sun “adaleti” meseleleri çözecek diye düşünülüyordu. Fransız devrimiyle kurulan devlet ve toplum, Rousseau’nun “toplum sözleşmesi” terörle buluşmuştu. Burjuvazinin “eşitlik-özgürlük-kardeşlik”, aldatmacası› Napolyon despotizmine sarılmıştı. Vaaz edilen ölümsüz barış balonu patlamış, sürekli fetih savaşlarına sürüklenilmişti. Us ile son verileceği düşünülen zengin yoksul karşıtlığı daha da derinleşmişti.
Engels’in ifade ettiği gibi, “böylece bu kurtuluş küçük burjuva ve küçük köylü bakımından her türlü mülkiyetten kurtuluş durumuna dönüşüyordu.” Bu kesimler, büyük sermaye ve büyük toprak mülkiyeti ile “eşit” bir rekabet içinde olamazdılar. “Eşit” denilen rekabet ortamında ezildiler. Ellerindeki mülkü kendilerini ezenlere satmak, devretmek durumunda kaldılar. Kapitalist temel üzerinde gelişen sanayi, sadece işçi sınıfı açısından değil, sefaleti toplumun karakteristiği haline getirdi. Çıplak feodal cebirin yerini alan para ile yine Engels’in ifadesiyle “ilk gece hakkı, feodal beylerden burjuva fabrikatörlere geçti. Fuhuş görülmemiş derecede yayıldı.” Ticaret özgürlüğü dedikleri aslında bir dolandırıcılıktı. Yozlaşma had safhaya varmıştı. Kerameti us’tan bekleyen aydınlanmacı filozofların beklentileri çökmüştü. Tabelasında da “özgürlük” ve “eşitlik” yazılan burjuva toplumun tüm kurumları emekçiler açısından aldatıcı bir maske ile, burjuva egemenlik hizmetindeydiler. Saint-Simon ve Owen daha o dönemler bu sorunları ele almışlardı. Komünizmin tohum halindeki fikirleri filizleniyordu. Siyasal kurumların belli bir ekonomik temele dayandığı, tarihsel, ekonomik koşullara bağlı olarak sınıf mücadeleleri yoluyla bunların değiştiği aynı şekilde ve devrimle değişeceğine Simon dikkat çekmişti. Siyaset-iktisat ilişkilerini ele almış, devletin mutlak olmadığı, tarihsel bir olgu olduğu, siyasal yönetimden şeylerin ve üretim işlemlerinin yönelimine geçişle, onun da zamanını tarih içinde dolduracağı ortadan kalkacağına işaret edilmişti. Tabii ki bunlar, Marksist öğretinin formüle ettiği komünizm ideoloji-teori-siyaset ve onun ekonomi politik, bilimsel sosyalizm, diyalektik materyalist bileşenlerinin ancak tohumları olabilecek bir düzeydeydiler. Burada Owen’i de kısaca anmak durumundayız.
Owen, burjuvazinin zenginleşmesini, işçi sınıfı ve emekçilerin köleleştirilmesini sağlayan koşulların, üretim güçlerinin “bir yeniden örgütleme temelini sunduğunu belirtir. Toplumsal olan üretim gerçekliğine rağmen, şahsi mülk hiç de ebedi değil, toplumun gelişmesinin belli bir aşamasının sonucu ve tarihseldi. Özel mülke son vermek, “ortak mülkiyete” geçmenin temelleri ve yolu ile Engels’in tanımlamasıyla “…iş adamı düşüncesi, (…)tecimsel hesap meyvesi” olarak Owen uğraşmıştı. Owen’ci komünizm ortaya çıkmıştı. Avrupa’nın yine Engels’in deyimiyle bu “en sevilen adamı ortaya koyduğu teori ve “toplumsal reform” projesiyle, yolunun üstündeki barikatlar olan özel mülk, aile ve dine saldırınca, beklediği başına geldi. Resmi toplum, “sivil” denilen burjuva toplum, onu derhal dışladı. Komplolara maruz kaldı. Evet bu ütopik komünistlerin düşüncelerinin sonra görülebilecek (Marks tarafından) yetersizlikleri, yasadıkları tarihsel koşulların objektif sınırlamalarıyla doğrudan ilgiliydi. Başka ne olabilirdi ki? Yeni toplumun ögeleri, yaşadıkları o günün yeterince gelişmemiş burjuva toplumunda gelişkin düzeyde ortaya çıkmamışlardı, hemen çıkamazdılar da. Dolayısıyla yeni toplumun ögelerini elbette ekonomik-siyasi-sosyal ve diğer olayları gözler önüne koyma durumunda oldular. “Çağdaş tarihe baş vuramama” sınırlılığı, yetmezliği onları us’a yüklenme durumuna soktu.
Tarihsel süreçlerin dışında, basit suçlamalar ve onların ütopyacılıklarının tarihsel nedenlerini yok farz edip ahkam kesmeler olsa olsa daha artçı bir us’çuluk, bilimselliği pratikte de ispatlanmış Marksist öğreti gerçeği de dikkate alındığında çok daha kaba bir ütopyacılık olur. Dühring tam da böyleydi. Anti-bilimsel “sivil toplum”cularımız, tarihi ve onunla ilişkili toplumu keyfi yorumluyorlar. Hak, adalet vitrinleri gerçekleri gerçek olmaktan çıkarmaz. Materyalist tarih anlayışı karsısında “sivil toplum”cuların nefesleri hemen tükeniverme durumundadır. Geriye boş bir gürültü ve kuru kalabalık kalmaktadır. Şu açıktır; görülmüş ve ispatlanmıştır ki, toplumsal rejimler keyfi değil, üretim, üretilen ürünlerin değişimi temelinde şekillenmektedirler. Siyasal üst yapı elbette edilgen değildir. Ekonomik temel üzerinde tayin edici rol oynadığı durumlar da olabilir. Kaba materyalistlerin anlamadığı bu durumu, Marksist-Leninist-Maoistler her seferinde ortaya koydular. Bu tartışma yine yapılacaktır. Biz yine konumuza döneceyiz. Tarihte her toplum, ürünlerin bölüşümü, üretilen şey ve üretim biçimi, üretilen şeylerin değişim tarzı vb. dışında şekillenmemiştir. Toplumsal değişimler, üretim ve değişim biçimi değişiklikleri temelinde bilinçli müdahaleyi elbette gerekli kılar. Ama mutlak değil, genel olarak iktisadi temel esastır.
Sivil Toplum Şarabıyla Mest Olanlar
Şu“sivil” diyerek, mest olanlara soruyoruz. O toplumu kuran kimdi? Havadan mı geldi? Kuran egemen sınıf olan burjuvazi değil miydi? Parçalanan feodal rejimin yıkıntıları üzerinde yükselen burjuva toplumun gerçekleştirdiği formel değil, gerçekten de özgürlük, kapitalist üretim biçiminin özgürce gelişme gerçeğiydi. Bu gelişme kapitalizmi yeni engellerle yüz yüze getirdi. Üretici güçler ve üretim biçimi arasındaki kaçınılmaz çatışmaya, burjuva toplum da çare olamazdı. Bizzat kendi çelişmelerinin bir sonucuydu çatışma. Bilimsel sosyalizmin yaptığı, nesnel olarak var olan gerçeklerin tahlili, bilimsel sentezlerin dürünceye yansımasıydı. Materyalist teori bunu dahiyane bir şekilde açıkladı. Materyalist diyalektik tarih görüsüyle görmek istemeyenlere rağmen gerçekler bilimsel konuştu ve ispatlandı.
Toplumsal üretim ile özel mülk arasındaki çelişki kendisini burjuva-proletarya karşıtlığı şeklinde gösterir. “Sivil” burjuva toplumların yadsınamaz gerçeği budur. Üretim araçları mülkiyetini elinde bulunduran burjuvazi, öte yanda ise emek gücünden başka bir şeye sahip olmayan proletarya sözde “sivil” burjuva toplumunun ana özelliklerindendir. Marks, “Vulcan’ın Prometheus’u kayalara mıhlamasından daha sağlam olarak” işçilerin sermayeye bu mıhlanmasının “sermaye birikimine karşılık düşen bir sefalet birikimi yaratır. Bu yüzden bir kutupta servet birikimi, öbür kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye seklinde üreten sınıfın tarafında sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, ussal yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur” dedikleri şu ünlü “sivil” göz boyamacılarla bize kucaklamamız buyrulan burjuva toplumun tepeden tırnağa gerçekleridir. Ne de güzel (!) bir “sivil toplum “muş. Kapitalizmin bizzat kendi çelişkileri, burjuva toplumun ne menem bir “sivil toplum” olduğunu, yani olamayacağını kendisi bile anlatırken, neyi yapmamız gerektiğine de objektif olarak yardım eder. Bu anlamda ona bir teşekkür borcumuz var. Kapitalizm gerçekten de mezar kazıcısını da yaratır, yani proletaryayı. Onun bizzat kendi çelişkileri izlememiz gereken yolu gösterir. Engels’in vurguladığı gibi yol şudur:
“Proletarya devlet erkini ele geçirir. Ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti durumuna dönüştürür. Ama bunu yapmakla proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır.” Köleci, feodal, burjuva devlet, proletarya devleti de tüm toplumu temsil edemez. Bir sınıf hakimiyeti aracı olan devleti toplumun tümünün malıymış gibi göstererek, devletli toplumu “sivil” ilan etmek, ilancılarımız alınmasın ama gülünçtür. Sınıflar gerçeğinin sonucu ve hakimiyet altında tutulacak sınıfların varlığının gerektirdiği devlet ortamında “sivil toplum” lapasını yutanlara söylemek isteriz ki, kusura bakmasınlar, biz böyle bir sofraya oturmadık, oturmayacağız. Büyük Proleter Kültür Devrimi ile bilimimizin ulaştığı yeni-üçüncü aşamanın, Marksizm-Leninizm-Maoizm’in aydınlattığı sınıfsız topluma yürüyüş tarihi eylemimizin tecrübelerini özetleyen Kongre dokümanları kamuoyuna sunulmuş durumdadır. Bunları bu yazıda tekrar ele almaya ihtiyaç duymadık. “Sivil Toplum”cu tarih anlayışını, “3.alan” teorilerini “Eski Toplum ve Devleti Aşmak Ama Nasıl” belgesinde eleştiren Kongrenin ilgili dokümanına ve diğerlerine bir kez daha dikkat çekmekle şimdilik yetinmek durumundayız.
”Burjuva devleti sakın ha “Parçalama”, can sıkan Devrim sözcüğünü sakın ha “ağzına alma”, “devletime dokunma” teorisidir “Sivil Toplum!” Ne sivil, her sınıf gibi tepeden-tırnağa politiktir. Ne sivili, aslında en yaman devletçidir. “Hak-Adalet” peçesiyle, devletin, ailenin aslında dokunulmaz ilan edilmesi teorisidir. Özel mülkiyetin tanrılaştırılmasıdır. Devletçi, töreci resmi tarih kutsayıcılarımızın tek marifeti bu gerçeklerini giydikleri “Sivil” gömlekle örtmeye çalışmalarıdır ki, “Kral Çıplak!” Neylersin, yine de bu gömleği üzerlerinden çekip almak gerekir. Gerçek kimliğinizi koymak yerine örtülere ihtiyaç duymanız, ideolojik-teorik çürüklüğünüzün bir sonucudur. Sizleri anlıyoruz!…”
Devleti zorunlu kılan tarihsel koşulları değiştirme, yani devrim zahmetine katlanamayanların eski devleti, burjuva toplumu en fazladan yaptıkları iş sadece onu onarmak, reforme etmekten ibaret olanların eski resmi burjuva toplumu “Sivil Toplum” gösterme çabaları Neo-liberal ideolojik hegemonya hizmetkârlığıdır. Sınıfların varlığı koşullarında, devrimi sonuna kadar sürdürmek, esas almak, işçi sınıfı ve emekçiler için özgürlük kapısını açacak bu anahtarı, onların kaderlerini ellerine almalarına yardımcı olmak için önderlik tarihsel görevi yerine, soyut “hak-adalet” sözcükleriyle idare etmek, Marksist-Leninist-Maoist’lerin işi olamaz. Sınıfların varlığı genel hak ve adalet ile çatışır. Hiçbir formel hak ve biçim özünde çatışma yatan gerçeğin yerine konulamaz. Sömüren ve sömürülenler oldukça, ki bu bir kader değil, “üretimin güçsüz gelişmesinin bir sonucu” ile de ilişkili, insanlık tarihinin belli bir evresinin ürünüydü. Sınıflara bölünme özünde iş bölümünün sonucuydu. Bu tarihsel bir durumdur. Ebedi değil, belli koşulların sonucudur. Ve insanlık kaçınılmaz olarak Komünizmle bu durumu aşacaktır. Cüreti buna yetmeyenlerin burjuvazinin soyut “hak-adalet-eşitlik” söylemini, “Sivil Toplum” için yeter bulmaları, bizi halen sınıflar-sınıf mücadelesi kafasıyla konuşuyoruz diye suçlamalarına niye kızalım ki? “Ortodoks” Marksistler, “dogmatik ler” bağırtılarınızı duyuyoruz. Biz sadece sınıf mücadelesini kabul etmek, yürütmekle de kalmıyoruz. Siz görmek istemeseniz de o zaten var. Biz bunun kaçınılmaz olarak proletarya diktatörlüğüne götüreceğini söyleyen ve komünizme yürüyüşün kaçınılmazlığını gösteren, öğreten Marks’la da yetinmiyoruz. Sizin bize yapıştırdığınız “dar kafalılık” dediğiniz, devrimi, proletarya iktidarı döneminde tüm sosyalizm dönemi boyunca Kültür Devrimi tecrübesinden öğrenip bir kere değil, tekrar-tekrar devam ettirme, sosyalizmin de gerçeği olan sınıflı toplum niteliğinin bir gerçeği olarak komünizme kadar sürdürme “suçu” nu, Maoizmin parlak yolunda işlemeye devam edeceğimizi yine haykırıyoruz. Bize “Sivil” dediğiniz burjuva toplumun can kıyıcılarıyla birlikte olduğumuz için ne kadar kızsanız o çok sevdiğiniz, savunduğunuz “hak” kınızdır!.. Soyut değil, bizde kendi sınıfımızın “hak” kını, görevini biliyoruz.
Burjuva devleti sakın ha “Parçalama”, can sıkan Devrim sözcüğünü sakın ha “ağzına alma”, “devletime dokunma” teorisidir “Sivil Toplum!” Ne sivil, her sınıf gibi tepeden-tırnağa politiktir. Ne sivili, aslında en yaman devletçidir. “Hak-Adalet” peçesiyle, devletin, ailenin aslında dokunulmaz ilan edilmesi teorisidir. Özel mülkiyetin tanrılaştırılmasıdır. Devletçi, töreci resmi tarih kutsayıcılarımızın tek marifeti bu gerçeklerini giydikleri “Sivil” gömlekle örtmeye çalışmalarıdır ki, “Kral Çıplak!” Neylersin, yine de bu gömleği üzerlerinden çekip almak gerekir. Gerçek kimliğinizi koymak yerine örtülere ihtiyaç duymanız, ideolojik-teorik çürüklüğünüzün bir sonucudur. Sizleri anlıyoruz!…
Bizim yapmaya çalıştığımız, sizin siz olmanıza, örtüsüz konuşmanıza bir yönüyle de yardımdır. Kurtulmak isteyenlere ellerimizi uzatmak görevimizdir. İstemeyenleri de gerçek kimlikleriyle göstermek. Damgalama ve kaba suçlamalar hengamesinde olmayacağız, sadece göstermeye, bilimsel olanın ne olduğunu kapasitemiz ölçüsünde anlatmaya çalışacağız.
Sivil Toplumcuların Statüko Aşkı
1843 yılında yani henüz Marksizm’e gidiş yolunun başında iken, daha halen Hegel’in işi daha köklü bitirilmemişken, Marks’ın o alıntısını bugün çarpıtan, sivil toplumu devlet dışı “özerk bir alan” gösterenlerin aksine, Hegel’le mesafe de koyuyordu.
“Devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılmayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel’in 18.yüzyıl ‹İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak “Sivil Toplum” adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları ve sivil toplum anatomisinin de ekonomik-politik içinde aranması gerektiği…” diyordu.
Özerk ve 3. Alancılar, toplumu devlet dışı yorumlayıcıları, burjuva toplumu ekonomi-politik dışında ele alıcılar, maddi hayatı hiçe sayarak kapitalist koşullar çerçevesinde “Sivil” özgür toplum icat edici idealistlerin Marks’ın bu alıntısına dayanmaları açık çarpıtma içinde olduklarını göstermektedir. Üstelik Marks’ın alıntısı bile daha köklü Marksizm’e ulaşılmadığı, başlangıç adımları döneminin ürünüydü. Daha sonra kavram olarak bile “Sivil Toplum” Marks’ın eserlerinde yer almaz. Toplum net tanımlanır, “burjuva toplumu…! Sözde “Sivil” denilen bu toplum sınıf karşıtlıkları üzerinde yükseliyordu. Egemen burjuva sınıfın diğer sınıf ve tabakalar üzerinde ekonomik, siyasi ve diğer baskılarını içeriyordu. Devlet onun hakimiyet aracıdır. Toplum bu aracın dışında değildir. Kurumlar bu tarihsel koşullar dışında tanımlanamazdı. Özgün koşullardaki burjuva üretim ilişkileri içindeki “özgürlük”, “özgür bezirgânlıktır. “Bezirganlık kalkarsa özgür bezirganlık kalkar.” Alternatif eski mülkiyet ilişkilerinden, geleneksel fikirlerden köklü kopuştur. Özel mülkiyete son vermektir. Bunu, komünizm yaratabilir. Komünist Manifesto ‘da haykıran fikirler hem çarpıtıcıların hem Marksizm’e sözde meydan okuyan her bir burjuva teorilerini pratikte ispatladığı gibi, ıskartaya çıkarmıştır. Çıkarmaya devam ediyor.
Marks, antik-köleci-feodal-burjuva toplumların biçimlenişlerini ekonomik ve bunun üzerinde yükselen ögelerle birlikte betimleyerek, kalıcı olmadıklarını, olamayacaklarını komünist toplumun hiç de boş bir ütopya olmadığını göstermiştir. İdealizmi yıkmış, diyalektiği materyalist temele oturtmuşlardı. Soyut genelleştirilmiş kavramlarla diyalektiği katledip, insanlığı burjuva toplumun evrensel kalıcılığına inandırmaya çalışan, burjuva toplumu “değiştirilemez doğa yasaları” metafizik yaklaşımlarıyla mutlaklaştıran burjuva teorinin sefalet felsefesini, onun büyük teorisyenleri kurtaramamışlardı, kurtaramazlardı. Zira bu bir yetenek meselesi değildi. İflas, bilimsel olmayan özün kaçınılmaz kaderiydi. Bilimsel bilgi, iflasçıların “mutlaklık” barikatlarını yıktı. Sosyalizm ve komünizmin kaçınılmazlığını gösterildi. Burjuva kuramcılar, proletaryanın devrimci bağımsız tarihsel rolünün sözde önünü kesmek için öteden beri “devlet ve hukuk” olgularını s sınıflar üstü gösterme durumu içinde olmuşlardır. Burjuva toplumun, burjuva devleti ve burjuva hukuku özgün tarihsel koşulların dışında soyut bir genel kavram olarak herkesin malı olarak yüceltmeleri, sadece “Sivil Toplum”cuların değil, burjuva teorilerin her varyantının uğraşı olmuştur. Nasıl burjuva toplumda toplumsal zenginlik denilen sermaye, onu üretenlere rağmen burjuvazinin idiyse, hukuk ve devlet de onundu. Proletaryaya kalan sefaletti.
Sınıf niteliğine bakmaksızın “bilim” adına bu yüksek akademisyenlerin “Sivil Toplum” tezleri, burjuvazinin hizmetindeki akademik çevrelerde önemsenebilir, proletarya ve emekçiler açısından hem sınıfsal niteliği hem de bilim dışı niteliği itibarıyla değersizdir. Biliyoruz ki, Batı burjuva teorisyenleri “Sivil Toplum”u askeri olmayan topluma indirgememektedirler. Böyle ele alanlar olsa da bizim üzerinde durduğumuz konu bu değildir. Biliyoruz ki, burjuva teorisyenler “Sivil Toplum” ile sınıflar üstü gösterip, barbar özünü gizleyip kutsasalar da burjuva uygarlığı anlatma durumundadırlar. (Doğal olarak kendi sınıf karakterlerine göre yorumlamaktadırlar) Kentleşme kapitalizmle muazzam gelişme gösterse de onunla başlamadı. Roma, Bizans ve diğer aşamaların da olgusuydu. Dolayısıyla hukukta öyle…
Sivil toplum olarak gösterilen burjuva hukuk ve diğer kurumlar burjuva uygarlık, burjuva tarih, kısacası burjuva dünya görüşünü ifade eder. Avrupa da dağınık, kapalı feodal düzen döneminde şehirleşme ve ticarette doğal olarak cansızdı. Şehrin feodalizmin bağrında gelişen yeni sınıf için feodal beyler engeldi. Şehirler imtiyazlar istiyorlardı. Feodaller iktidarlarını sürdürebilmek için uzlaşmak zorunda kaldılar. Böylelikle feodal dönemde bile Avrupa’da özellikle şehir denilen alanlarda “yargı”, “danışma organları” gibi kurumlar ortaya çıkmışlardı. Belli alanlarda “kamu düzeni” denilen şeyler şekillenmişti. Yani “Sivil Toplumcu’ların, sivil dedikleri toplumun dayanakları, kökleri feodal toplumda da mevcuttu. Burjuva devrimler döneminde değişikliklere bağlı olarak ivme kazandılar. Kralların, beylerin yerini alan “yeni” rejimlerin kaptanı burjuvaziyle!.. “Demokratik Hukuk Düzeni” denilen, budur. Şekilsel seçme-seçilme, ifade, örgütlenme özgürlüğü, yasalar önünde eşitlik, kuvvetlerin ayrılığı ve diğer saymadığımız “özgürlükler” düzeni” (!) proletarya, emekçilerin gözlerini bu boyama “özgürlüklerinin” mahiyeti üzerinde ayrıca duracağız. Feodalizme göre “yeni” denilen bu dönemden önce de “hukuk devleti” vardı. İnsanlık “hukuk “la sadece bu dönem tanışmamıştı. Prusya, Osmanlı, Roma, Bizans’ta hukuk devletiydi. Tüm bu “hukuk devletleri”, çıkarlarını temsil ettikleri sınıfların hakimiyetlerinin araçlarıydılar. O dönem pozitif hukukunu ifade ediyorlardı. “Demokratik hukuk devleti”, eski sömürücü sınıf hukuklarından biridir. Özgün farklılıkları, biçimsel gelişmeleri yadsımıyoruz, ancak öz olarak eskinin bir başka biçimde (tarihsel koşullara bağlı olarak) devamıdır. Örneğin; özel mülkiyet koruna gelmiştir. Sömürünün, toplumun biçimi değişmiş, eski sömürücü sınıfların yerine yeni sömürücü sınıflar almıştır. Yani sömürü devam edegelmiştir. Öz değişmemiş derken anlattığımız bunlardır.
“Hukuksal eşitlik” yaygarası özü de değiştirmez, deriştiremez. Kapitalizm özel mülkiyeti kapitalistin doğuştan hakkı, ücretli köleliği proletaryanın kaderi ve görevi ilan eder. Formel hukuki eşitlik, özü görmemizi engelleyemez. Ki, onun hukuksal eşitliğinin kendisi “adalet mülkün temelidir” anlayışından dile getirdikleri gibi, burjuva mülkiyetin kutsallığını anlatır, korunmasına hizmet eder. Ne ideoloji ne ahlak ne de hukuk sınıflardan, ekonomik, sosyal koşullardan bağımsız ele alınamaz. İnsan, sosyal hayatın dışında bir varlık mıdır? Değilse, tarihsel bir varlık ise, hukuk bu tarihsel koşullardan bağımsız değil ise, formel eşitlik sözleriyle her hukuka başım üstüne diyemeyiz. Hukuk örtüsü altında sınıflı toplumların çıkarları zıt sınıflarını, “sivil toplum” uyumlu-eşit” bireyleri gibi gösteremeyiz. Hegel’in önemli bir yanılgısı da sivil toplum ve devleti ayrı birimler olarak göstermesiydi. Ayrı birimler olarak gösteren Hegel, aynı zamanda devleti onun dışında ona şekil veren bir öge olarak tanımlıyordu. Sivil toplumcular, Marks’ın eleştirdiği Hegel’ci görüşlere dayanarak, Marks’ı da sözde kendilerine ortakmış gibi göstermekten geri kalmamaktadırlar. “Statükoyu güzelleştiren” “Alman modası” olarak Marks’ın tanımladığı Hegel’ci görüş açısı, burjuva devletin olumsuzlaşması ve zorunlu çöküşünü içermez, idealize eder. Sivil toplumcular uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını birleştirme, değişim yaftası altında statükoyu koruyan muhafazakarlıkta haksızlık etmeyelim, gerçekten büyük filozof Hegel’i, doğrularını bilerek, yanlışlarını ilerleterek bırakmaktadırlar. Hegel bazı kurum ve Prusya tipi müdahale ile kapitalizmi geliştirme uygulamalarını yanlış anlayışı yüzünden bayraklaştırıyordu. Sivil toplumcuların yaptığı da aynıdır.
“Sivil Toplum” Denilen Burjuva “Vahşi Çölün” “Ahlak-Hak Ve Hukuk’u! Proletarya ve Emekçilere Yönelik Bir Pusu Eylemidir’
Marksist-Leninist-Maoist’ler, “ahlak-hukuk-hak-adalet” kavramlarına elbette ilgisiz değillerdir. Bunları sınıflar üstü gösteren burjuva aldatmacalara karşıdırlar. Marks’ta başlangıçta sömürü ve yabancılaşma ekseninde bu kavramların ele alındığı görülür. Örneğin; 1841-1843 yıllarında yazılarında etik meseleler üzerinde durulur. Marksizm’e ulaşıldığında bu kavramlar ekonomik, toplumsal, sosyal, kültürel koşullarla bağı içerisinde daha bilimsel bir içerik kazanırlar. Marks 1843’te “Prusya sansür yönergelerine” “karakter yoksunluğu, kötü vicdanın düşüncesiz haykırışları” diyerek kınamıştı. “Demokratik haklar’dan bahsetmişti. “İnsani” çıkarlarla çatışan koşul ve uygulamaları lanetlemişti. “Eğer insan koşullar tarafından biçimlendiriliyorsa, içinde yaşadığı koşulların insanileştirilmesi gerekir. Eğer insan doğası gereği toplumsal işe bu durumda gerçek doğasını ancak toplum içinde geliştirir” diyordu. Bu dönemde dahi Marks, Hegel’in sınırlı oy hakkı, bürokrasinin profesyonel yönetim anlayışına karşı durur. Genel oy hakkı ve “demokrasi” konularını i işler, Hegel’ci görüşte çakılıp kalmaz. Fuerbach hümanizmi ile de birlik ve ayrım çizgileri vardır Marks’ın. (1843’lerde) “Despotizmin tek düşüncesi insanın aşağılanmasıdır, insanlıktan çıkarılmasıdır.’’ 1843’lerdeki görüş açısını ifade eder. Hegel’in hukuk felsefesinin eleştirisine katkıda Marks şöyle demektedir:
“Din eleştirisi insanın insan için üstün varlık olduğu doktriniyle sonuçlanır. Bu nedenle kesin olarak insanın değersiz, köleleşmiş, terkedilmiş, aşağılık bir varlık olduğu bütün bu koşulların yıkılması zorunluluğuyla sonuçlanır. Bu koşullar köpeklere vergi konulması önerisi karsısında bir Fransız’ın şu şekilde haykırmasından daha iyi betimlenemez. Zavallı köpek sana insan muamelesi yapmak istiyorlar.”
Görüldüğü gibi Marksist düşüncenin gelişim seyrinin başlangıç evresinde ahlak gibi kavramlar, aydınlanmacı filozofların, ahlakçı devrimci hümanist, radikal liberalist çizgileriyle, keskin ayrımlara sahip olsa da yer almaktadır. Ahlakı “özerk bir alan” gibi ele alan anlayışlara köklü eleştiriler yürütülür. Özerk ahlakçı keyfi yorumların idealist özü daha köklü deşifre edilir. Artık Hegel’e sempatinin yanı sıra keskin saldırı da yürütür. “Hegel’e göre insan, insan hayatı öz bilince eşittir. Bu nedenle insan hayatının yabancılaşması dediğimiz şey öz bilincin yabancılaşmasından başka bir şey değildir. Bu öz bilinç yabancılaşması, insan hayatının gerçek yabancılaşmasının, bilgi ve düşüncede yansıyan ifadesi olarak görülmez.”
Hegel’ci yabancılaşma, nesneleşme teorileri, baş aşağı durmaktadır. Marks, mistik perdeyi yıkarak yerli yerine oturtur. “İşçinin kendi nesnesine yabancılaşmasını ekonomi politik çerçevesinde ele alır. “Ne kadar çok üretirse o kadar az tüketmesi gerekir, ne kadar çok değer yaratırsa o kadar değersizleşir, ürün ne kadar uygarlarmış olursa işçi o kadar barbar olur, işe ne kadar zekâ açığa vurursa işçinin zekasında o kadar azalma olur ve kendisi doğanın bir kölesi haline gelir. Siyasal ekonomi işçi(iş) ile üretim arasındaki doğrudan ilişkiye eğilmedikçe emeğin doğasındaki yabancılaşmayı gizler. Emek zengin için elbette harikalar üretir, ancak işçi için ürettiği yoksunluktur. Sarayları üreten emektir ama işçi için ağıl üretir. (…) zekâ üretir, ancak işçiler için aptallık üretir.”
”İnsanlığın kendisine yabancılaştırılması, ürettiği ürüne ve bireyin kendi doğasına yabancılaşması burjuva toplumun (“Sivil”) aşamayacağı tarihsel bir gerçektir. Bireyler bu “sivil” denilen burjuva toplumda, toplumsal üretimin kölesi haline getirilirler. Burjuva toplum, bireylerin yetenek ve kapasitelerini özgürce geliştirmelerini, kendilerini yeniden ve yeniden üretmelerini engeller”
Yabancılaşmanın özel mülkiyetle ilişkisi açıklanır. Özel mülkiyetin yabancılaştırdığı emek ortamında, insanın kendi hayat faaliyeti ve varlığı “sadece kendi var oluşunun aracı haline gelir.” İnsanı kendisine yabancılaştıran, ürettiklerinin kölesi haline getiren özel mülk dünyasıdır. Bu dünyanın kar hırsıdır. Dahiyane açıklamalarıyla Marks, “insanlığın üretime soyutlanmasının pratikte proletaryada nasıl tamamlandığını, insanlık dışı durumu koşullarıyla, sebepleriyle açıklayarak ortaya koyar. Proletaryanın kendisini özgürleştirmesi, bu koşulların değiştirilmesi, bu koşullara yol açan sebeplerin kavranarak ortadan kaldırılması, özellikle tarihsel rolünü anlayarak, tarihsel eylemini bilinçli konuşturması dışında düşünülemez. Özel mülkiyete son vermedikçe, üretim ve değişim denetime alınmadıkça yabancılaşma köklü aşılamaz. Alman ideolojisinde Marks konuyu ele alır. İş bölümü ve üretim araçlarına tabi olundukça, “üretim araçları kitlesi her bireye ve mülkiyet herkese tabi” kılınmadıkça yabancılaşma gerçek anlamda tarih müzesine gönderilmiş olmaz.
İnsanlığın kendisine yabancılaştırılması, ürettiği ürüne ve bireyin kendi doğasına yabancılaşması burjuva toplumun (“Sivil”) aşamayacağı tarihsel bir gerçektir. Bireyler bu “sivil” denilen burjuva toplumda, toplumsal üretimin kölesi haline getirilirler. Burjuva toplum, bireylerin yetenek ve kapasitelerini özgürce geliştirmelerini, kendilerini yeniden ve yeniden üretmelerini engeller. Servet işçiyi ezen “yabancı ve hükmedici bir güç haline gelir.” Evet üretim toplumsaldır ama mülkiyetin özel niteliği yabancılaşmanın kaynağı olmaya devam eder. Marks’ın dediği gibi özgürlük, “aslında zorunluluk ve dünyasal kaygılarla belirlenen emeğin sona erdiği yerde başlar” Bu yetmez, Mao’nun dediği zorunluluğu kavramak, denetim altına almak, değiştirmek için çalışmak, dönüştürmek şarttır. Hukuku, ahlak adaletiyle ünlü (!) “Sivil” elbiseli barbar uygar burjuva toplum Marks’ın dediği şu değil midir?
“Milyonlarca insanın en derin yalnızlıklar içinde yaşadığı kimselerin bilmediği dayanılmaz bir kendini öldürme arzusunun kişiye hakim olabildiği (….) bu toplum, bir toplum değil; Rousseau’nun deyişiyle, vahşi hayvanların yaşadığı bir çöldür.” Hukuk, adalet soyut kavramlarıyla bu “vahşet” “çöl” ünü “Sivil” ve uygar olmasının ne anlama geldiği, elbette açıklanacaktır. Ancak emekçiler acı yaşamlarıyla onun bir cehennem olduğunu yaşayarak hissetmektedirler. “İnsan soyluluğu ve kardeşliği” ancak komünizmle gerçek anlamını bulur. İnsana, eşitliğe, gerçek kardeşliğe ilgisiz değil, aksine “yıpranmış vücutlarda, prangalardan, zincirlerden kopararak onları gerçek haline getirme, “Sivil” denilen burjuva toplumun karı değildir. Onun özel mülkiyet sisteminde, “ihtiyaçlar, insanlık dışı, ayartılmış, doğal olmayan ve hayali isteklerin ustaca ve daima hesaplı bir hizmetkarı haline gelir. (….) Hiçbir harem ağası biraz ilgi görmek için kendi ihtirasını, Sanayi’nin harem ağası olan, girişimcinin sevgili komşusunun cebinden birkaç gümüş, ya da altını kendi cebine aktarmak için yaptığından daha utanç verici biçimde pohpohlamaz ya da böylesine rezil araçlarla onun zevksiz ihtiyacını uyarmaya çalışmaz. Girişimci kendi komşusunun en baştan çıkarıcı düşlerine razı olur, onunla ihtiyaçları arasında pezevenklik eder. (…) sevgi emeğinin karşılığını daha sonra talep edebilmek için her zayıflığı gözler.” (Marks)
Yani hak-hukuk ya da arzular, tarihsel, toplumsal koşullardan soyut, nerede, ne anlama geldiği açıklanmadan, ahlakçı teorilerin yaptığı gibi ele alınamazlar. Hegel’in hukuk felsefesinin eleştirisine katkıda Marks şöyle der: “Hristiyanlığın toplumsal ilkeleri korkaklığı, kendini küçük görmeyi, değersizleşmeyi, boyun eğmeyi, tevazuyu, özetle ayaktakımının bütün özelliklerini över, ayaktakımı muamelesi görmek istemeyen proletarya, ekmekten çok daha fazla cesarete, öz bilince, gurura ve bağımsızlığa ihtiyaç duyar.” Tanrıya kullar olarak boyun eğmeyi öğütleyen dinler ideolojisi gibi “Sivil Toplum”cularda adil, hukuki vicdani diye yutturulmak istenen burjuva topluma ‘’Sivil Yurttaşlık’ ’imtiyazıyla yine biat etmemizi istemektedirler. Soyut, toplumsal koşullardan bağımsız, herkes için aynı değer yargıları sınıflı toplumlarda olamaz. Suç, ceza sınıflı toplumların bir kategorisidir. Hegel ve teorisini yok farz etmezken, insana önem verirken, onu yüceltmeye sempati gösterirken Marks, insanı düşüren koşulları “değerler, soyut kavramları altında gizlenen şeyleri de açığa çıkarır” der ve Hegel’i köklü olarak aşar. Der ki;
“Bireyin yerine onun gerçek güdülerini, onu ezen çeşitli toplumsal koşulları koymak; “özgür irade” insanın pek çok niteliğinden biri, yerine de bizzat insanın kendisini geçirmek bir haya değildir. Yenilerine yer açmak için pek çok suçluyu idam eden celladı yüceltmek yerine, bu suçları besleyen sistemde bir değişiklik yapmayı derin biçimde düşünmek gerekmez mi?”
Suç ve cezanın tarihte kalacağı durak komünizmdir. Sınıflar ahlakını aşacakta odur. Sınıfları atlayan ahlak, hukuk, adalet teorilerinin “Sivil Toplum” teranelerinin temeli çürüktür, bilimsel değildir.
“Arabayı Atın Önüne Koymak!”
“Toplum şimdiye kadar sınıf antagonizmi içinde hareket ettiği için, ahlak daima bir sınıf ahlakıdır” der Engels. Mesele budur. Sömürünün ortadan kaldırılması, yabancılaşma duvarının yıkılarak aşılması, gerçek özgürlüğün tesisinde insana daha büyük bir hizmet ve değer vermek var mıdır? İnsanlık dışı koşullara meydan okuma ve değiştirmede ahlakçı teori lafzını etse de Marksizm’le boy ölçülemez.
Lafla değil, sınıf-renk-inanç-ulusal- cinsiyet eşitsizliklerine karşı mücadele ve bunlara son vermeye yol gösteren Marksizm, eşitsizlikleri kökten değiştirmeye muktedir olmayan, ahlak meselesini söylem düzeyinde bırakan, eşitsizliklerin sebeplerini kavrama ve değiştirmekten uzak, ahlakçı teoriye de doğru olarak karşıdır. Lenin’in dediği gibi, “komünist etik, komünist ahlak vardır.” Bu emeğin sömürülmesine son vermeye hizmet eden bir ahlaktır. Emekçileri, komünizm için birleştirip seferber eden ahlaktır. Bu temele oturmayan soyut ahlak tekerlemeleri ya da Marks’ın komünist Manifestodaki deyimiyle “Hukuk, ahlak, din, proletarya için ardında burjuvazinin pek çok çıkarının pusuya yattığı burjuva önyargılardır.” Böyle pusulara ve burjuva ön yargılara, “Sivil Toplum” yaftasıyla ezilenleri teslim etmeye çalışanları deşifre etmek boynumuzun borcudur. Ahlakçı teoriler, kötülüklere sözde “düşman” gözükseler de onlara yol açan sebeplere, değiştirmek için saldırmadıkları için tutucudurlar. “Filozoflar dünyayı çeşitli tarzlarda yorumlamakla kalmışlardır. Aslolan onu değiştirmektir” Marksizm tutuculuğa devrimci ideolojik neşteri vuruyordu. Çok açıktır ki, sömürücü sınıfların her biri kendi çıkarlarını “ideal bir form içinde” tüm toplumun çıkarıymış gibi göstermekteydiler. Burjuvazi onları “evrensel” ve “akılcı” gösterir.
Evet liberal hümanist Hunza’le polemiğinde Engels’in belirttiği gibi komünistler “ebedi gerçekler” gösterilen, toplumun temelini oluşturan değil, kendileri toplumun ürünü olan burjuva “evrensel” “akılcı”, “ahlaki” anlayışları elbette benimsemezler. Proudhon eleştirisinde Marks’ın anlattığı da aynıdır. Proudhon toplumdaki problemleri “saf duyudan yoksunluk” sözleriyle karşılar. Hegel’de aynı çıkmazdan mustaripti. Dünyevi tarihi, insanlık tarihi olarak değil, “kutsal” tarih olarak ele alıyorlardı. Marks’ın deyimiyle “idealler tarihi”, idea’nın bu mutlak mistik mecrası, idealist özü gereği, bolca lafzını etse de insanlığı eşitliğe ulaştıramaz. Eşitlik bu anlayışla ancak lafta kalır. Gerçekleşemez, mistik bir ütopya oluverir. Çünkü tarih somut koşullarıyla ele alınmaz. Tarihsel gerçekler atlanarak değiştirme yoluna girilemez. İdealara boyun eğmeye çağrılır. Maddenin incelenmesi zahmetine girmeyenler sorunları, dünyayı doğru yorumlayıp değiştirecek çözüm yerine, “sonsuz adalet” sözlerinden medet umarlar. Yaklaşımıyla Proudhon gerçekten de “arabayı atın önüne koyuyordu. Toplumu yasalarıyla açıklama yerine, “adalet” kavramıyla açıklamaya çalışıyordu. Hukuku, toplumsal koşullarla ilişkisi temelinde ele alacağına, hukukla toplumu açıklama durumunda oluyordu. Ekonomik olguları, ahlakla izah ediyordu. Yani sebep ve sonucu biri birlerine karıştırıyordu. Metafizik dediğimiz budur.
Abarttıkları o burjuva toplumların “devrimci” dönemlerinde, burjuva demokratik devrimler sırasında da ne yaptıklarını bilmiyor değiliz. Marks’ın da özetle söylediği gibi, tanınan “hakların eşitliği” sözdeydi. Feodalizme karşı mücadelede bütün bireylerin yasalar önündeki eşitliği söylemine takılıp maddi araçların elde edilişi, kapitalist üretimle “eşit” denilen çoğunluğu “sadece geçinmek için gerekli olan neyse” ona mahkûm edici, burjuvazinin icraatını görmezden kim gelebilir. İnşa edilen “Sivil” denilen burjuva toplum bu değil miydi? Bireyin iş bölümüne kölece boyun eğişine, kafa-kol, yöneten-yönetilen ve diğer çelişkilere tamamıyla son verilmeden, burjuva haklar ufku aşılmadan yani “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” parolası gerçekleştirilmeden “eşitlik” boş laftır. Söylenilenler (Komünizmle) gerçekleştirildiğinde artık “eşitlik” kavramının da hükmü kalmaz. Eşitlik, eşitsizlik zıtların birliğidir. Varlıkları bu çelişki dışında ele alınamazlar…
Kapitalizmin adaleti vardır. “Adil değildir” diyemeyiz. Adillik, emeğini satan aleyhine, satın alan kapitalist lehine düzenlenmiştir. Haklar kapitalist değişim yasasının mührü ile damgalıdır. Zira Marks’ın işaret ettiği gibi, “Hak, asla toplumun ekonomik yapısının ve bu yapının koşulladığı kültürel gelişiminin üstünde olamaz.” Kapitalist sistemi yıkmak için proletaryayı seferber etme yerine, yurttaşlık statüsü eşitliği ve adaleti ile meşguliyet, kapitalizmi aşmaz. Kapitalizmin köklü eleştirisi ve mahkumiyetini içermeyen, adalet yalvarmalarının gücü, özü değiştirmeye yetmez. Açıktır ki, eski toplumu aşma mücadelesinde önemli bir hamle olan sosyalizm eşitsizliklere son vermekten halen uzaktır. Gulaşçı sosyalizmin palavralarını burada ele almayacağız. Sosyalizmde de metaların değişmesi, eşit değerlerin değişimine göre düzenleyen ilke geçerlidir. İçerik, biçim başka olsa da (mülkiyetin biçimindeki değişiklik ve diğer) dağıtım ilişkilerinde geçerli olan hala bir burjuva haktır. “Eşit hak” ilkesel olarak burjuva hak durumundadır. Marks’ta “içeri¤i bakımından her hak gibi eşitsiz bir haktır bu” demekteydi.
Sosyalizmdeki dağıtım ilkesi, kapitalizmden komünizme bir geçiş dönemi olan sosyalizmdeki dağıtım ilkesi, sosyalizmin koşulları üzerinde yükselen bir “hak ve Adalet’e götürür. Kişi emeğinin karşılığını alır. Tüketim araçları edinebilir. Bunun dışında özel mülkiyet edinemez. Çalışmak zorunludur. Hastalık ve çalışma yeteneğine sahip olmayanlar için geçinme imkânı asgari sağlanır. Mao Zedung diğer temel konuların yanı sıra, sosyalizm ve sosyalizmde sınıf mücadelesi konusunda da bilimimizi yeni bir aşamaya ulaştıracak, yaşanan tecrübelerden öğrenen bilimimizi bizzat pratik içinde yeni-üçüncü aşamaya (tüm başlıca bileşenlerinde nitel ilerlemelerle) ulaştırıyordu. Yani, Marksizm-Leninizm Maoizm’e!.. Büyük Proleter Kültür Devrimi ile ulaşılan bilimimizin üçüncü aşamasıyla, insanı düşüren tüm koşullar ve bu durumdan nasıl çıkılacağı açıklanmıştır, pratikte gösterilmiştir. “İnsan hakları” deyip, burjuva kulvardan çıkmamak durumundaki ezilenleri değiştirerek kazanmaya elbette devam edeceğiz.
Bilinci ya da “insan içgüdüsünün bilinci” insanın başlıca özelliğidir. Hayvanla insanı ayırt eden önemli özelliktir. Geçim araçlarını üretmeye başlamasıyla insan maddi hayatını da üretti. Kendisini hayvandan bu yolla gerçekten ayırt etti. İnsanı hayvandan ayırt eden “tarihsel eylem” sadece düşünüyor olması değil, özellikle de buydu. Zira, bilincini de belirleyen maddi hayattı. Marks’ın Alman ‹ideolojisinde de belirttiği gibi, iş bölümü ilkin cinsel iş bölümü (Kadın-Erkek) ile başladı. Sonra, “ihtiyaçlar, rastlantılar yoluyla” doğal olarak iş bölümüne dönüştü. Kafa-kol emeği ayrışımıyla “sahiden iş bölümü” oldu. Zihni ve maddi faaliyet, eğlence ve çalışma, üretim-tüketim iş bölümü eksenine göre biçimlendi. Medeniyet ve devletlerin başlangıç hikayesi budur. Yabancılaşma kavramının Rousseau’daki ele alınışı somuttan kopuk yeti ve duygulardır. Hegel “evrensel akıl” temelinde soruna yaklaşır. Bilimsel ele alış Marks’tadır. Meta ekonomisiyle bağ içinde tanımlanır yabancılaşma. Meta ekonomisi, insanları nesnelere bağımlı kılar. Nesne insanı denetleyen bir mekanizmaya dönüşür. Meta ekonomisi iş bölümünden soyut ele alınamaz.
Özel mülkiyet yabancılaşmanın serpilip derinleştiği anadır. Kapitalizmin biçimsel özgürlükleri buna “çare” olmak bir yana, “modern” sömürü ve bağımlılık ekseninde, emekle sermayenin biçimsel özgürlüğü örtüsü altında sorunu derinleştirir. İşçinin etkinliğinin sonucu olan meta özel mülkün doğası gereği ona yabancılaşır, ezen bir olguya dönüşür. Emek ürünü, emekçiden yabancılaşır. İş süreci, iççiye yabancılaşır. İş onu üretene dışarıdan dayatılan bir zalim olur. Birey, bencil “özgür” rekabetlerin kölesine dönüşür. Dayanışma, yabancılaşma ile buzlu sulara gömülür. Başlangıçta cinsel eşitsizlikler ve bölünme ile girilen bu süreç, meta ekonomisi ve taht kuran özel mülkiyetle sınıflı toplumların vaz geçilemez meyvesi haline geldi. Bu gerçekler aleniyken, burjuva devletin hakimiyeti için topluma empoze edilen sözde “eşitlik” değerlerini devletten bağımsız bir “Sivil Toplum” kültürü diyerek benimsemek, sömürücü cellatlara vurmaları için boynumuzu uzatmak demektir. Düzenin sınırları dışına çıkmayan “eşitlik” naraları, devrime bağlanmazsa kendi-kendini tatmin aracına dönüşür.
“Sivil İtaatsizlik” Burjuvaziden Merhamet Dilenme Çizgisidir
Her devrimin temel sorunu olan siyasal iktidarı devrimci zor ile ele geçirme evrensel kanununun nedenleri üzerinde çeşitli vesilelerle durmuş olduğumuzdan tekrar etmeyi gereksiz görüyoruz. Düzenle uzlaşma çizgisi olan “Sivil Toplum”culuk, onu tehlikelerden korumak amacıyla ‘’mücadele’’ adına burjuvaziden merhamet dilenciliği siyasetine çıkar. Onun icazeti ve lütfuna sığınır. Devrimin evrensel kanunu zoru gayrı meşru ilan etme amacına hizmet eden “Sivil İtaatsizlik”, burjuva “Sivil” topluma teslimiyet çağrısıdır. Sömürücü egemenlere “itaatsizlik” denilen, aslında kulluğu benimseyen bu itaat eyleminin neyine itibar edilebilir ki? İtibar etmek, devrimci komünistler açısından siyasal intihardır. Kral’a, Monarşiye, Burjuva Cumhuriyet’e kulluğu peşinen kabul ederek, onların yasaları çerçevesindeki “itaatsizlik” boyun eğmeyi kabul edilebilir hale sokma projesidir. Özünde itaatkâr kul ya da burjuva toplumun tebaası “özgür” yurttaşın, “sivil itaatsizlikle özde yaptığı nedir? Tek kelimeyle boyun eğdiği, kabullendiği düzene, onu köklü rahatsız etmeden şikâyetini bildirmek!.. Köklü baş kaldırmayı engellemek! Bu kabul edilebilir “uygar” itiraz (!) karşı koyma değil, kabullenme temelinde yakınmadır. “Sivil itaatsizlik” zulme karşı gerçek anlamda direnmek değil, zulmün rızası içinde sürünme mazoşizmi “hakkı” olur.
Böyle bir “hak”kı, burjuvazi niçin onaylamasın ki? Üstelik temellerine zarar vermeyecek böyle bir “hak” icraatçıları, burjuvazinin “demokratlığı’nın da jokerleri olacaklardır. “Sivil” denilen burjuva toplumun bu “Sivil itaatsizliği bir burjuva yurttaş konuşmasıdır. Burjuvazinin “Çiğnenen” şu veya bu hukuk formuna rağmen, burjuva düzenin yaşatılması eylemidir. Burjuva düzenin paramparça edilmesinde devrimci şiddet, devrimin bir kanunudur. Keyfi bir tercih değil, iktisadi-siyasi-sosyal-tarihsel koşulların bir sonucudur. “Sivil itaatsizlik” devrimci zorun önüne dikilen bir barikattır. Burjuva hegemonya karşısında diz çöken bu sözde itaatsizlik, haklı-haksız savaş ayrımı yapmaz. Devrimci şiddeti baştan itibaren gayrı meşru ilan eder. Burjuva yasallığına teslimiyeti, burjuva iktidara kulluğu temel alır. Devrim tasfiyecilerine bir hizmet kanalı olan “Sivil itaatsizlik” post modern devrim kaçkınlarıdır. Onun “barışçıl-siyasal” mücadele eylemi, bir baskı aracı olan burjuva devletin şiddetini ve bu şiddetin hizmetindeki burjuva hukuku onaylarken, yani tercihini burjuva savaş makinasından yana koyarken, kendi sözde barışçılık balonu velvelesini yine bizzat kendisi boşa çıkarmaktadır.
“Sivil itaatsizlik” kolektif değil, yücelttiği bireysel sözde itiraz çizgisiyle, kitlelerin örgütlü-devrimci mücadelesini reddeder. Sınıf mücadelesinin aracı olan partinin olmazsa-olmazlığının karşısına da dikilir. Sokrates, Montaigne’ye de dayanılarak kollanan burjuva hukuk yani savunulan emrine girilen burjuva düzene karşı, devrimci kitlelerin kolektif isyanını, “itirazınız varsa bunu sivil yurttaş ve tek birey olarak şiddetsiz yasalara genelde saygılı, itiraz ettiğiniz şeyin karşılığı olarak suçunuzun bilincinde ve verilecek cezayı başım üstüne” diyerek tasfiye etme çağrısıdır. “Kamu vicdanı” denilerek kutsanan sözde “ortak adalet” burjuva düzen bekçiliğidir. Günümüzde “Sivil itaatsizlik” emperyalist gerici, Neo-liberal saldırı ve kitleleri örgütsüzleştirme, devrimi tasfiye etme operasyonunun bir bileşkesidir. Bu sözde ferdi “isyan”, “akıllı asicilik” burjuva düzen terbiyesiyle ıslahlaşma durumudur. Devrimci mücadelenin içeriğini boşaltmak, saptırmak amaçlı bu modası çoktan geçmiş anlayışın, global etiketlerle, “evrensel” gibi gösterilerle propaganda edilmesi, emperyalist imparatorluk düzeninde herkesi sözde birleştirme konseptine balıklama katılımdır. Sınıflı toplumlarda, sınıfların uyumu ne mümkün olmuştur ne de olacaktır. İnsanlık tarihinin gerçekleri, icat edilen bu sözde büyük “teorilerin kofluğunu gösterdi, göstermeye devam etmektedir.
”Çelişki doğa ve toplumun gerçeğidir. Mücadele ve değişim bu gerçeğin kaçınılmaz sonucu…! Tarih göstermiştir ki, “evrensel-değişmez” bir toplum ve düzen olmamıştır, olmayacaktır. Kapitalizmin, “evrensel ve değişmez” kabul edilişinden dolayıdır ki, onun kanlı-barbar özünün üzerine onu temizleme gayretiyle bir gül misali konuveren sözde “hümanist” akıllı itaatsizlerimiz, kapitalizme mutlak itaat dinlerine, ümmet olarak tapmamızı istiyorlar. Sivil itaatsizlikle anlattıkları budur. “Tanrıya kızabilirsiniz ama sakın ola ki onun Tanrı olduğunu, tapmanın farz olduğunu unutmayasınız.” Yoksa, biliyoruz, “günah” işlemiş olacağız!.. Deli ve günahkârlar ordusu proletarya ve emekçiler sizin burjuva tanrınızın saltanatını başlarına çalma günahını işlemeye size rağmen devam edeceklerdir. Köhne düzeni, bir başka alem yaratmak için yıkmak, Tanrı-bey-ağa-paşaları tarihsel görevinin bilincine varmış proletarya ve emekçilerin yıkacakları, enternasyonal marşımızın sözlerini, yıktığımız nice düzenlerinizle göstermiştik, göstereceğiz… Sizin post modern cilalı burjuva hegemonyanızın kitlelerde yarattığı yanılsama ve ön yargılardan beslenme kanallarınızı kesmeyi becerebilirsek eğer, yıkılışınız daha da hızlanacaktır. “Büyük” teorilerinizle, zulme-sömürüye isyan dinamiklerini, Tanrıyla (emperyalist sistemle) uzlaştırma projelerinizin etkilerini görmüyoruz değil, görüyoruz, ciddiye alıyoruz, cereyanı göğüsleme görevimize daha sıkı sarılıyoruz”
Tarihsel-sosyal ve “cezaevi” denilen zindanların özgül koşullarının ortaya çıkardığı, kesinlikle keyfi olmayan objektif koşulların ortaya çıkardığı ve bu temelde bilinçli olarak ele alınan şanlı Ölüm Oruçları eylemini “Sivil itaatsizlik” kategorisinde ele alanlara da, bu vesile ile bir-iki şey söylemek isteriz:
“Canımız Halk Savaşına Feda Olsun!” diyenler ve sömürü düzenine tüm kurumlarıyla devrimci temelde meydan okuyan devrimcilerin çizgisi burjuva yasallığa dayanmayı baştan reddetmiştir. Silah haline getirilen bedenler bu çizgi temelinde yalvarma değil, faşist diktatörlüğe karşı devrimin hizmetinde politik hücum ruhuyla konuşmuştur. Komprador kapitalist devleti ve hukukunu kabullenme değil, yıkmayı beyan etmiş ve eylem bunun hizmetindeki bir pratik olmuştur. Emperyalist karşı-devrimci stratejik saldırıya, devrimci stratejik saldırı perspektifiyle meydan okunmuş, onların dayattığı konseptler yırtılmıştır. Bireysel sızlanma değil, devrim esas alınarak kitlelerin cesaretle seferber edilmesi bilinci ve pratiği olmuştur. Eylemin içeriğine yön veren çizgiye bakmaksızın …… örneği vererek biçimsel olarak ele alıp “bu bir sivil itaatsizliktir” demek, son derece kaba bir çarpıtmadır. Sivil itaatsizlik devleti yıkmak için meydan okumaz, benimser. Sivil itaatsizlik örgütlü eylemi öngörmez, ferdi yalvarış zemininde durur. Yasallığa sığınır. En önemlisi de onun sözde itaatsizliğine yön veren devrimci çizgi değil, burjuva hukuk yoludur. Ölüm Orucu eylemi hem içerik ve hem de biçim olarak, bazıları sokmak isteseler de o çerçeveyi teori ve pratiğiyle her yönlü yıkar, yıkmıştır… Sınıflı toplumda, sınıflar ve sınıf mücadelesi dışında politikanın bulaşmadığı hiçbir birey ya da söylendiği gibi bunlar dışında “Sivil Toplum Örgütleri yoktur. TÜSİAD, TOBB’ları mı “Sivil Toplum” örgütleridir. Sadece onlar değil, burjuva ya da burjuva toplumun tüm örgütleri, sınıflar ve politika dışı örgütler değildirler, olamazlar.
Gramsci Ve “Tarihsel Uzlaşma’’
Berlingui’li ‘’Avrupa komünizmi” savunucularının yaptıkları gibi, şimdinin “Sivil Toplumcu’ları da Gramsci’yi teorilerine dayanak yapmaya çalışmaktadırlar. “Sivil” ya da “tarihi blok” gibi Gramsci’deki bazı kavramların mahiyetini bir kenara bırakıp, içerikten bilinçli olarak kaçarak, kelimeleri rast gele kullanmakta ve keyfice yorumlamaktadırlar. Konumuz özel olarak Gramsci’nin değerlendirilmesi, yanlışlarının eleştirisi deildir. Bu, başlı başına ele alınmayı gerektiren bir konudur. Kısaca belirtelim ki, Gramsci hatalarına rağmen Marksist’tir, komünisttir. “Avrupa komünizmi” onun devamı değil, ondan revizyonizm yolunda ilerleyerek kopmuştur. Bernştein’ci bir seyahattir. Gramsci’nin esasını oluşturan doğruların› değil, yanlışlarını elbette kullanmaktadırlar. Avrupa merkezci üretici güçler teorisi savunucularına dayanak yaptıkları hataları, ülkemiz komünistlerinin kongresinde aktardığımız bir belge ile devrimci kamuoyunun dikkatine sunduğumuzdan yeniden tekrar etmeyeceğiz. Sömürücü egemen sınıflarla “Tarihi uzlaştırma ya da kapitalizme alternatif olmak değil, onun içinde kalarak, uzlaşarak, düzen için sözde ‘’alternatif’’ hale gelme Gramsci’nin değil, bir ‘’Avrupa komünizmi’ hastalığıdır. Gramsci, burjuva hegemonyaya karşı mücadele idi. “Tarihi blok” terimlerini, burjuva egemenliği parçalamak için devrimci sınıf ve tabakaların ittifakı anlamında ele alıyordu. Devrimci cephe tartışması bağıntısındaki bu tanımlamayı burjuvaziyle “Tarihsel uzlaşma” teorilerine dayanak yapmak Gramsci’ye hakarettir. Burjuvaziyle uyum, “Sivil Toplum”cuların paketidir, Gramsci’nin değil. Nitekim böyle olmadığı içindir ki Gramsci, İtalyan zindanlarında ölüme terkedilmişti. Burjuvaziden tek bir af dileme bir yana, teorik kimi yanılgı ve hatalarına rağmen, ona hep devrimci meydan okuyuş bayrağı oldu. Tıpkı Rosa Lüksemburg gibi!..
Bazı kaygılar ortaya koymuş, görüşler sunmuş olsa da Gramsci, hiçbir zaman “Ekim Devrimi’ni bir “darbe” olarak görmedi. Alt yapı-üst yapı ilişkisini ele alışta bazı tartışılır görüşler ortaya koysa da hiçbir zaman bilinçli müdahalenin rolünü yadsıyan kaba evrimci “Sivil Toplum”cuların seviyesine düşmedi. Burjuva devleti yıkma görevini askıya alıp, onunla kol-kola girip icazetine sığınmadı. “Sivil Toplum”cuların yaptığı nedir? Burjuva limanlara çıkmamak üzere demir atmak!.. “Sivil Toplum”cu M. Belge, Laçıner, Köymen’lerin vb. konakladıkları adresler bunu yeterince ispatlamıştır. Verili koşulların bilincinde ve bu temelde bilinçli müdahale dışında hiçbir toplum kaba evrimci teorisyenlerimizin hükümlerince kendiliğindenci başka bir topluma yerini bırakmamıştır. Batıda feodal devlet, köleci meta üretiminin gelişkin seviyesine dayanarak hamle yapıp sahneye çıkmıştı. Meta üretimi şimdi “Türkiye” denilen topraklarda o dönem görece çok daha geriydi. Feodal dönemin “Batı” sının siyasal yapısı oldukça parçalıydı. Osmanlılar bunu tersine merkezi askeri-feodal devlet durumundaydılar. Batı, kapitalizmle daha erken buluştu. İngiltere, Fransa burjuva devrimleri bu temelde yükseldi. Burjuva devrimlerle, ulusal devletleriyle siyasal birlik oluşturdular. Almanya böyle bir yolla olmasa da Prusya tarzı ile 1870’lerde “ulusal birliğini” kurmuştu. İtalya’da sonraları Prusya yolu ile değil, özgün koşullarına göre biçimlenen özgül bir yolla “siyasal birlik” ini tesis etmişti. Batı’da “Sivil” burjuva toplumların oluşum serüveni böyleydi. Kilise ve siyasi otorite birbirilerinden tamamıyla kopuk olmasalar da nispi bir ayrılma içindeydiler. Laikliğin hikayesi de budur.
Merkezi feodal Osmanlı imparatorluğunun görece üstün gücü koşullarında, burjuva sınıf feodallerle zorunlu izdivaç mecburiyetindeydi. Toplum, batı gibi değil, kendine özgün bir harmaniyle şekillenmiştir. Bu kısa özetin gerçeklerini, “Asya türü üretim tarzının” (Atüt) “demokratlığını, “çoğulculuk’lu keşfetmeye vardıranlar da esasında Osmanlı devamı, günün koşullarında temsili İttihat Terakki ve Kemalist hareketi ilerici-devrimci hamlelerin kaynağı gösterenler de mevcuttur. Şimdiki “Turancı” devlet sözde solculuğun ve de Demokrat Parti, Adalet Partisi demokratlığına (!) sevdalı, İslam’a göz kırpan veya prens Sabahattinci çizgilerin kökleri buralardadır. Birileri Kemalizm’i “burjuva demokratik devrim”, “jakobenizm” diye yüceltirken, diğeri Osmanlı TC. Karışımı projeyi salık vermektedir. Her ikisinin ortak özü, sistemle barışık olmalarıdır. Bu saçmalığı TC. Tarihinin bilimsel tahliliyle ilk olarak Kaypakkaya deşifre etti. Devlet solculuğunu da liberalizmin DP-AP aşkına da merhamet darbesi indirdi. Pratik ve şimdi yaşananların ispatladığı Kaypakkaya’cı tahlil ve sentezlerdir. Şimdi Türkiye’nin kendilerince “yarım kalmış”, “Sivil” toplumunun inşasına kendilerini adayanlar, burjuva aşk iksirinin sarhoşluğuyla, komprador burjuva-ortaklığının anlaşmazlıklarını geride bırakacak (!) diplomasi tacirleridirler. Osmanlı ile siyasal İslam ile zaten özünde düşman olmayan, Kemalizm’le kucaklaştırma gayretinin adına Türkiye’nin “Sivil Toplum” projesi olarak bakmaktadırlar. “İlericilik”, “demokratlık” adına ne de büyük bir maharet (!) değil mi? Sözde daha ileri giden gerçek bir burjuva toplum için yanıp tutuşan “Sivil Toplum”cular da var. Yanıp tutuştukları bu sevdayı da anlatmamız gerek…
“Medeniyet”in Barbarlığı!
Şu “Rönesans”, “Aydınlanma Çağı” denilen moment, burjuva toplumdur. Feodalizme karşı bu tarihsel ilerlemeyle, dünyayı fethe çıkan burjuvazinin medeniyeti kan içici barbarlıkla ilerliyordu. 18.yüzyılın bu “medeniyet” denilen aydınlanma “Çağı”, burjuvazinin yükselme dönemidir. “Sivil Toplum” tanımlarının betimlediği bu medeniyettir. Bu medeniyet, Maya-Aztek-Mezopotamya’da çok daha önce var olan kastaşmaya rağmen uygarlığı kendi çıkışıyla başlatır. Fetihçi barbarlık, uygarlık olarak pazarlanır. Barbarlığın adı olan “medeniyet”, kılıçtan geçirdiklerini “barbar” ilan edebilmiştir. Endülüs’ü yakan, Maya-Aztek-İnka’yı yağmalayan vahşetin adı olmuştur “medeniyet!” İngilizlerin, Hindistan’ı yağmalaması, geometri keşifi Arapların, Avrupa uygarlığı (!) mengenesinde ezilmesi tarihidir “Sivil Toplum.”. Bir yanılsama durumuna götüren, burjuvaziye has medeniyet “Çin setlerini topa tutup (…) bütün milletleri yok olma tehdidiyle yüz-yüze bırakıp”, burjuva egemenliği dayatıyordu. Burjuvazinin “siyasi merkezîleşme” eyleminin tarihsel anlamını ortaya koymak değil, “Sivil Toplum’cular, tapınılan bayrak haline getirmektedirler. Orta çağ karanlığı Avrupa medeniyetinin beslendiği kaynaktır. Onun burjuvazinin çıkarları doğrultusunda koşullara bağlı yeniden düzenlenmesidir. Matbaanın keşfi aynı zamanda burjuvazinin egemen fikirlerine emekçileri çivilemek değil miydi? Tek yanlı övgülerle, gelişmeleri sunmak, Rönesans koşulların bir sonucu değil, değişmez “evrensel” bir tarih şeklinde sunmak aldatıcıdır. İnsanlık tarihinin ilerlemesindeki olumlu katkılar, özdeki barbarlığı gizleyerek tek düze sunmak, burjuva medeniyeti doğru ele almak değil, teslim olma yoludur.
Tarihi kendisiyle başlatan bu burjuva tekelin ipoteğine çivilenmiş “Sivil Toplumcu’luğun, Avrupa merkezci burjuva hayranlığını komünistler kongrelerinde bir kez daha yıkmıştı. Burjuvazinin bir egemenlik biçimi olan “burjuva demokrasisi” ne hayran olan “Sivil Toplum”cu demokrasi projeleri de aldatıcıdır. Ezilenlerin mücadelesi ile kazanılmış kimi “Hak’lar burjuvazi tarafından, burjuva egemenliği gizleme örtüsü haline getirilmişken, bunu açıklama gerçekleri götürme yerine, bilimsel “demokratik” aldatıcı yürüyüş içinde yer almak “Sivil Toplum”cuların başlıca uğraşıdır. Burjuvazinin özde değil, koşullara bağlı biçimde değişik egemenlik türleri arasında ehven-i şer mantığıyla kabullenilebilir seçimi yapanlarda az değildir. Ne ki kabulümüzde değildir. Burjuva demokrasisi emekçiler açısından daha sevecen, daha az kanlı, daha kabul edilebilir değildir. Burjuva hakimiyetinin sadece bir biçimidir. Krizle yönetim aczine düşen sömürücü egemen sınıfların, egemenliklerini sürdürmek için zorunlu baş vurdukları bir yönetim biçimidir. Biçime takılıp, burjuvaziyi “iyi ve kötüler” diye bölmek hatası oldukça yaygındır. “Tarihsel uzlaşmacı “Sivil’ler biçim olarak faşizme karşı çıkarlarken, burjuva egemenliğin diğer biçimlerine dokunmamakta, boyun eğmeye çağırmaktadırlar.
Bu makale ilk olarak Sınıf Teorisi dergisinde yayınlanmıştır.