24 Haziran 2018’de seçim olarak adlandırdıkları süreç artık geride kaldığına ve yeni dönem dedikleri sürece hızlı adımlarla girildiğine göre, bundan böyle bu sürecin nasıl işleyeceği; gerek egemen sınıflar arası ilişkiler, çelişkiler ve zaman zaman ortaya çıkması muhtemel tartışmalara, çatışmalara vurgu yapmak ve tüm bu çatışmaların nasıl bir biçim alacağı ve nelere yol açacağı yönlü ana gidişatı açıklamaya çalışmak gerekse de egemen sınıf bloklarının dışında kalan ve demokratik cephe ve devrimci blok olarak bilinen emekten, doğanın korunmasından, ezilen cinsler ve çocuklar başta olmak üzere tüm ezilenleri temsil edecek ilerici-devrimci hareketi bekleyen tehlikelerin, fırsatların ve görevlerin açığa çıkarılması bakımından da sürecin kavranması önemli bir görev olarak durmaktadır.
Eski sistemin yerine Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak lanse edilen ama aslında başkanlık ( bir tür sultanlık şeklinde adlandırılması daha doğru olan) sistem artık pratik olarak hayata geçiriliyor. Ki bu pratik yönelim hızla inşa edilmek üzere devreye girmiş durumdadır.
9 Temmuz 2018 günü mecliste yaptığı yemin ile adına ne denirse densin, Erdoğan’ın tek adam diktatörlüğü resmiyet kazanmış oldu. Tayyip sultanlığının ilanı, bir diğer yanıyla üzerinde yükselerek bu güne gelen eski klasik Kemalist Cumhuriyetin mevtasının kaldırılması olarak da açıklanabilir. Yeni sistem içinde ilişkiler, yeni yasalar ve kararnamelerle bu dönemin mantığı yerli yerine oturtulacaktır. Yağcıların, rüşvetçilerin, yiyicilerin, kariyer ve iş bekleyenlerin ve yatırım yapabilmek için yalakalaşanların yoğun tezahürü ve alkışları arasında yemin işi tamamlandı. Böylelikle Mustafa Kemal zamanında var olan tek adam yönetimine yeni koşullar ve şartlar altında fakat iki dönem arasında önemli farklılıklarla girilmiş oldu.
Yapılan ilk iş, Yeni Uyum Kararnamesinin yayımlanması oldu. Buna göre, Mit Müsteşarı ibaresi yerine MİT başkanı olarak değiştirildi. Bakanlıklar birleştirildi. MGK ve MGK Sekreterliği Kanunu yürürlükten kaldırıldı. Genel Kurmay Başkanlığının görev ve yetkisine ait kanun kaldırıldı, Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kaldırılarak terfi ve atamalar doğrudan sultan Tayyip’in denetimine verildi. Yargıda Anayasa Yüksek Mahkemesi, Hâkimler ve Savcılar Kurulu atamaları, görev verilmesi veya görevden alınması sultanın inisiyatifine bırakıldı. Özal zamanında ayrıştırılan hazine ile maliye birleştirilerek damadın emrine tahsis edildi. Ve ek olarak hiçbir kurala bağlı olmadan hazine selefi sultan Tayyip tarafından sınırsızca kullanılabilecek hale getirildi. İlaç fiyatlarının belirlenmesi bile sultan inisiyatifine bırakıldı. Bu saydığımız bazı kararlar, öteden beri kimlerin, hangi kliğin yöneteceği ve faşizmin yüzünü gizleyen ince bir peçeteden başka bir işlevi olmayan parlamenter sistemin adı Başkanlık Sistemi olarak değiştirildi. Meclisin elinden alınan yetkiler azımsanacak gibi değil. Deyim yerindeyse meclisin içi boşaltıldı. Daha doğrusu meclisin isim dışında eski işlevi dahi kalmamıştır. Bizzat soru üzerine sultan efendinin “Beni başkan olarak çağırabilirsiniz” demesi bu değişimin en üst düzeyden ilanıdır. İçinde geçenin kendisini sultan olarak çağırtmaktır ama buna galiba biraz daha zaman gerekecek. Ancak yine de yapılanın esasında Tayyip sultanlığının onaylanması olduğunu söyleyebiliriz. Bu değişim öylesine yapılan genel bir reform gibi düşünülemez, kavranamaz. Bu bir keskin makas değişimidir. Yeni bir mecradır.
Yeni sistem ile girilen süreç eskisinden çok karmaşık, eskinin çok daha ötesinde ve açıktan sert bir savaş sürecine giriştir ve kurulan kabine ise, Erdoğan önderliğindeki diktatörlükle, yeni bir savaş iktidarının-kabinesinin- dünyaya ilanıdır. Dünya, Ortadoğu ve bunun Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasına yansıyan ekonomik, politik ve askeri şartların köklü değişimin bir sonucu olarak artık Türk egemenliği kendisini eski sistem ile sürdürebilmesinin imkânsızlığı açığa çıkmış oldu. Hem iç gelişmeler ve hem de dış gelişmeler bu değişimi dayattı. Uzun zamandan beri başkanlık sistemine geçilmesini öneren birçok burjuva liderin bir şekilde arzuları yerine getirilmiş oldu. Elbette eski liderlerin başkanlık arzularından çok farklı bir sistem olsa da. Aslında yeni sisteme geçmeyi sadece sultan Tayyip’in şahsi hırsı ile açıklamak görüşümüzce yeterli değildir. Yemin töreni sırasında “sıkıntılar bizi değişime zorunlu olarak götürdü” derken bu lafı Tayyip boşuna söylememektedir. “Devletin beka sorunu” var lafı öylesine söyleniyor değil. Biraz gerilere giderek durumu anlatmaya çalışalım.
Birkaç on yıl önce sosyal emperyalist sistemin sosyalizm maskesini atması ile açıktan kapitalizme evrilmesi ve bu blokun dağılması sonrası deyim yerinde ise dünya düzenini ayakta tutan önemli ve tayin edici direklerinden biri çökmüş oldu. Dünya düzenini ayakta tutan kurulu direklerden birinin çökmesi kaçınılmaz olarak bütün binayı çökertmiş ve beklenenden daha büyük çapta dünyayı dalgalanmaya ve yıkımlara ve savaşlara götürmüştür. Öyle ki bu yıkımdan en çok Ortadoğu ve çevre bölgeleri etkilendi. Durum böyle olunca, 1. Dünya savaşı sırasında Ortadoğu’da emperyalistlerce çizilen sınırlar pratik olarak ortadan kalkmaya başladı. Bölgede çözüm bekleyen Filistin ve Kürdistan sorunları böylelikle dünyanın gündemine daha görünür girmeye başlamış oldu. Hemen her parçasında örgütlü durumda bulunan Kürt hareketinin yeni şartlara esasta hazırlıklı girmiş olması Kürdistan’ı egemenlikleri altında tutan işgalci-ilhakçı devletleri büyük bir korkuya soktu. Ve nihayet Birinci Körfez savaşı içinde ve sonrasında Güney Kürdistan önemli kazanımlar elde ederek resmiyette kabul görmemiş olsa da fiili olarak bir Kürdistan ortaya çıkmış oldu. Bunu daha sonra Suriye savaşı olarak anılan süreç izledi ve Güneyin elde ettiklerine benzer Rojava Kürt hareketinin kazanımları izledi ki bu durum Kuzey Kürdistan Kürtlerinin ulusal bilincini çok daha derinden kamçılamakla kalmadı, Kürtleri Kuzey parçasında da mevziler kazanmaya doğru çok hızlı ve cüretli adımları atmaya itti. Tüm bu objektif gerçekler ve gelişmeler doğal olarak bölge yerli gerici-faşist devletlerin korkusu için yeterli olmaktaydı. Ancak gerici-ilhakçı devletlerin korkularını çoğaltan başka sebeplerde vardı ve bu sebepler değişerek hala da devam ediyor. Genel olarak ABD’nin başını çektiği blok ile ve yine genel olarak ve çelişkili de olsa Çin gibi ülkelerinde içinde yer aldığı Rusya blokunun yıkıcı rekabeti bölge üzerinde ağır tahribatlara ve kanlı çöküşlere neden oldu/olmaktadır. Geri çekilmiş olan Rusya emperyalizminin toparlanarak dalaş ve paylaşım için meydana tekrar inmesi ile hepimizin tanık olduğu sonuçlar ortaya çıktı. İçinde oldukları rekabetin başarılı olması için gerek ABD ve gerekse Rusya, Kürtlerin arzularını dikkate almadan bölgede adımlarını rahat atmaları kolay değildir/olmayacaktır. Kürtleri dikkate almak ve arzularına şu veya bu düzeyde cevap olmak gibi girişimler ve Kürt hareketiyle ilişkilenmeleri bölgenin ilhakçı-işgalci devletlerini derinden rahatsız eden ve adeta uykularını kaçıran ikinci bir neden olarak kaydetmekte yarar var. Biz burada elbette ABD, Rusya ve Kürtler ile ilişkileri ve bölge devletleriyle alış-verişleri ve itişmeleri ayrıntılarıyla tahlil etmeyeceğiz zira konumuz bu değildir. Burada anlatmaya çalıştığımız şey, genel panorama içinde bölge ilhakçı- gerici devletlerini korkuya götüren tüm sebeplere kısa bir vurgu yaparak Türk devlet sisteminin girdiği yeni sürece yol açan iç ve dış şartları açığa çıkarmak ve bugünü anlamaya çalışmak ve anlaşılmasını sağlamaktır.
Başkanlık sistemi içerde ve dışarıda olgunlaşarak kendini dayatan siyasal etmenler çerçevesinde emperyalist güçler tarafından geliştirilen zorunlu bir süreçtir
Kısacası, dağılan dünya düzeninin yerine Yeni Dünya Düzeni olarak devreye sokulan projenin uygulanması ile Kürtlere tarih belki de hiç olmadığı kadar fırsatlar zinciri sunmuş oldu. Yeni Dünya Düzeninin olanak ortaya çıkardığı yeni şartlar emperyalist güçleri Kürtlerle ilişkilenmeye götürmesi Kürtleri sevdikleri için veya Yeni Düzeninin ileri ve olumlu olmasından kaynaklı değildir kuşkusuz. Anlatmak istediğimiz objektif durumun ortaya çıkardığı sonuçlardır. Sanırız anlaşıldığını düşünerek konumuza dönelim. Kürtlerin mevzi kazanması durumu Türk egemen sınıflarının kolay kabul edebileceği veya hazmedebileceği bir gelişme değildi. Despot bir imparatorluğun tortusu olarak tarihi işgal-ilhak ve kıyımlarla dolu olan militarist bir devlet makinasının bu duruma sessiz kalması keza beklenemezdi.
İşte esas olarak bu korkunun kendisi bile yeni sistem denilen ve irili-ufaklı tüm yetkilerin tek kişide merkezileştirilmesinin önemli gerekçelerinden biri oldu. Aynı korkularla dün istenilen ama yapılamayan ve bugün iç ve dış şartların olgunlaşmasıyla adına Türk tipi başkanlık sistemi ya da Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen tek adam yönetimi Türkiye’nin gündemine girdi. Ayrıca yeni Türk sistemi dünya emperyalizmine çok yönlü entegre olabilmesinin yolunu açmak veya en azından bu yolu açmanın en geniş şartlarını oluşturmak içinde gerekliydi. Zira son 20 yıl içinde Türkiye’de sermaye önemli ölçüde el değiştirmiştir. Yeni yetme sermaye grupları palazlanarak büyük ilerlemeler kaydetti. Bunların ülke sınırlarını aşarak uluslararası sermaye ile birleşmesinin yolu yeni sistemle daha belirgin hale getirilerek önleri sonuna kadar açılmıştır ki bu sermaye var olduğu tarihten beridir uluslararası sermaye ile iç içedir. Diğer yandan dün kendisine fazlasıyla yeterli gelen bir ülke, bugün eti, otu, meyveyi, sebzeyi ve daha fazlasını dışardan getirtme (ithal) durumunda kalıyorsa bunun sebeplerinden biri de işte emperyalist sisteme sonuna kadar açılma ve teslim olma operasyonu sayesinde olmaktadır. Sonuç itibariyle içerde ve dışarda, saydığımız ve saymadığımız birçok nedenden ötürü dünya ve ülke de mülkiyeti ellerinde tutan egemen sınıfların ve onların örgütlü güçlerinin planlı-programlı girişimleriyle sultan Tayyip bir proje olarak devreye sokulmuş oldu. Ki bu rolüne hale devam etmektedir. Seçimlerden kısa bir süre önce tam tekmil tüm ekibiyle İngiltere Hükümet yetkilileriyle yapılan görüşmeler dikkat çekicidir. Tayyip ile İngiliz başbakanı Teresa May ile gizli oturumlarda nelerin karara bağlandığı açığa çıkarılmaya değer bir konu olduğunu düşünüyoruz. Her halükarda Almanya, Fransa gibi emperyalist yönetimlerin çelişkili de olsa sultan Tayyip’in aktif desteklediklerini söylemeliyiz. Bir dönem ABD’nin Ortadoğu Projesinin eş başkanı diyerek deyim yerindeyse bağırsaklarını patlatırcasına bağıran Perinçek’i hatırlamakta fayda görüyoruz. Her şey yolun da gidiyordu ancak gel gör ki Kürtler ve Kürdistan işi bunların tılsımını bozdu. Kürt hareketinin ağır hatalarına ve büyük çıkmazlarına rağmen Kürdistan yine de her saat, her dakika ve her an gülümseyen yüzüyle kendisini Türkiye ve bölge gericiliğin suratında patlatıyor. Herkesin tanık olduğu “barış ve çözüm” yalanlarıyla Kürt hareketinin tasfiye edilmesi sağlanamayınca yerini büyük çatışmalı bir sürece bıraktı. Dün “kardeşlik ve çözüm” diye bağıranlar bugün maskelerini indirerek Kürtlere ve komünist harekete ve genel olarak emek hareketine açıktan savaşla cevap verdi. Bu sürpriz değildi. Şaşırtıcı hiç değildi. Maoist komünistler gelinen noktaya çok önceleri işaret etmişlerdi. Bu tam da Türk egemenlik sisteminin öteden beri izlediği havuç ve sopa politikasının bir halidir. Sultan Tayyip’in değiştirdiği Kürt politikasına göre, dün yanında olanların bazılarını karşısına alırken bugün karşısında olanların bazılarını ise yanına almıştır. Bugün Ergenekonla ittifak halindedir. Şöyle demek belki de daha doğrudur. Ergenekon eşittir Tayyip. Leş yiyicilerin kendi içlerinde kucaklaşmaları ya da vuruşmaları esasta Kürt- Kürdistan ve devrimci-komünist hareketin durumuna göre şekil almaktadır. Bu sürecin hala da böyle ilerlediğini ve ilerleyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Hem içerde hâkim sınıf blokları arasındaki ilişkiler bakımından hem de dışarda ABD ve Rusya gibi müttefik olarak kabul ettiği emperyalist saldırganlarla sürdürdüğü çelişkili, sıkıntılı ilişkilerin mahiyeti tamamen bu minval üzerinde şekillenmektedir. Tüm bunlara yol açan şey işin tam ortasında yer alan bir Kürdistan sorunu olarak Kürt sorunu ve emeğin özgürleşme mücadelesidir.
Dikkat edilecek olursa, Türk devlet yetkililerinin ABD ile olsun, Rusya ile olsun ilişkilerinde tartıştığı esas konu Kürtlerdir. Kobane, El Bab, Efrin, Azez, Cerablus, Membiç gibi konuşulan, tartışılan ve bir yırtığını kapatırken diğerini açığa çıkaran hal bunun üzerinde yürümektedir. Gerektiğinde cihadist güçlerin, gerektiğinde başka gerici güçlerin kullanmaları tamamen Kürdistan güçlerini bertaraf etmekten başka bir şey değildir. Kendisini Osmanlı imparatorluğunun varisi gören Türkiye Cumhuriyeti’nin girdiği yeni sistem ile “Ortadoğu sahasına geri döndüm, beni de kabul edin” diyor ve Kürtlerle baş ettiği oranda bölgede bir güç olarak kendisini daim kılmaya çalışacaktır. Türk sistemi girdiği yerden kolay çıkmadığı tarihi tecrübelerle sabittir. Ama o saha da neler olacağını, başına nelerin geleceğini ilerde daha iyi ve net göreceğiz. Bunu özellikle kaydederek geçelim.
Bugün için tamamlanarak devreye sokulan yeni sistemin sınır ötesindeki esas yönelimi, terörizm dedikleri Kürt ve Kürdistan politikası üzerinde odaklanmaktadır. Yeni kurulan sitemin bakanlar kurulu bir savaş hükümetidir demiştik. Kabinenin güler yüzlü, sempatik, söylemde insan ve hakları üzerine yaptıkları vurgular, herkesi kucaklama palavraları bunların savaş hükümeti olmadığı sonucuna götürmez. Tansu Çiller dönemini ve tecrübesini biraz anlamış olanlar için kadınsı güler yüz altında devletin yüzlerce köyü yaktığını, on binlerce insanı yurtlarından ettiğini, sayısı yirmi bine varan gözaltında kaybedilen muhalifler gibi uygulamalar ile güler yüzlü faşist vahşet ve katliam halklarımıza verilen kanlı hediyelerdir. Bu tarihi tecrübeden öğrenmeyenler devrim yapmaya asla muktedir olamayacaklardır.
Bugün devlet ve başındaki selefi sultan Tayyip çok daha kapsamlı hazırlıklarla saldırılarını sürdürmektedir. İHA, SİHA ve özel paralı kuvvetler, cihatçı güçlerin kullanılması bu saldırıların büyüyerek devam edeceğinin göstergeleri orta yerdedir. Terörizm adı altında sınır ötesinde Kürdistan’ın her parçasına değişik metotlarla müdahale etmektedir. Güney Kürdistan referandumuna bile tahammül edememesi bu durumu anlatmaktadır. Burada bir parantez açalım. Ne yazık ki yeni sistemin ilan programında KDP’li Şirwan Barzani’n yer alması ve sultan Tayyip ile özel gizli bazı görüşmeler yapması acı bir durumdur ve Kürdistan’ın geleceği bakımından Türk devlet sisteminin yıkıcı rolünden en küçük bir ders almadıklarına işarettir. Emekçilerin ürettiklerini halkın ihtiyaçları için harcamak yerine Kürtlere karşı savaşta harcanmaktadır. Yapılan borçlanmalar, satılan kaynaklar, halktan kesilen vergiler vs. elde ne kadar imkân ve olanak varsa, içerde ve dışarda, tümünü Kürtlere karşı ve sömürü sistemini ve onun zulüm makinası devleti yıkmaya adamış devrimci sınıf hareketine karşı yürüttüğü gerici savaşta harcanmaktadır. Grevlerin yasaklanması keza bunun için yapılmaktadır. Hükümet, partiler, valiler, savcılar, yargıçlar, belediye başkanları, muhtarlar ve en alttan en üste kadar bilumum devlet örgütlenmeleri bu amaç için seferber edilmektedir. Kendisine karşı olan güçleri “teröre destek sunmak” gerekçesiyle ya tutuklamakta ya da tehdit ederek pasifize etmek istemektedir. Ezilenlere karşı kendisiyle aynı kulvarda yer alan diğer egemen burjuva blok partileri bile bu saldırılardan kendilerini koruyamamaktadır. “Devletin Beka sorunu var” diyerek gericiliğin etkisi altındaki kitleleri din ve milliyetçilikle motive etmeye çalışmaktadır. Dahası, Tayyip “kazandığı” seçimler sonrasında kendisine “karşı” duran diğer burjuva partilerin “seçimi kaybetmeleri” sonrasında kendi içlerinde parçalı olan durumları daha da derinleşmiş ve sultan Tayyip bu partilerin hem iç krizlerini derinleştirmek ve etkisiz hale getirmek için hem doğrudan hem de dolaylı müdahalelerde bulunmaktadır. Diğer burjuva partilerinin içinde kendisine yakın gördüklerini okşamakta, ortadakilerine kaş çatmakta ve sert tutum alanları ise çeşitli metotlar uygulayarak etkisiz hale getirmektedir. Muharrem İnce’ye destek verilirken Kılıçdaroğlu ekibinin hedeflenmesi bu politikanın ürünüdür. Bazı milletvekillerin tutuklanması tamamen açıklamaya çalıştığımız politikanın bir sonucudur. Bu arada HDP vekillerinin bazılarını tutuklanması, vekilliklerinin kaldırılması, tehdit edilmesi gibi uygulamalar şartlara göre ele alınacağı bellidir.
Yeni sistemin yeni kabinesi gerici ve barbar bir savaş hükümetidir
Kurulan kabineye bakıldığında açıktan bir savaş hükümeti olduğunu açıklamıştık. Mevcut durumda savaş kabinesinde savunma bakanı olarak alan Orgeneral Hulusi Akar olsun yerine atanan Orgeneral Yaşar Güler olsun bunlar hem sultan Tayyip’e çok yakın ekiptir hem de savaş ağası denecek kadar ezilen halklara düşman saldırganlardır. Keza Genel Kurmay ikinci başkanlığına atanan Metin Gürak ve Kara kuvvetler komutanlığına atanan Ümit Dündar gibilerde Tayyip’e yakınlığıyla bilinen savaş ağalarıdır. Aynı ekibin savaş ağası simalarıdır. Öteden beri Türk egemenlik sisteminin ve gelmiş geçmiş tüm icracı hükümetlerin üzerinde titredikleri “Vatanın bölünmez bütünlüğü ve Milletin Birliği” politikasına bugün için çok daha kapsamlı ve derinliğine değer verilmekte ve ciddiyetle ele alınmaktadır. Türk egemen devlet sisteminin için şartlarda ciddi bir değişim olmadıkça, savaş dışında bir seçenek yoktur. Kürt hareketine tasfiye planının uygulanmasını kabul ettirilmesi koşuluyla barış görüşmelerine dönmek gibi bir ihtimal olsa da bugün için esas olan ve kolay değişmeyecek olan şey ezme planıdır. Yani savaş. Bu durum onun Kürdistan’ı ilhak ve işgal altında tutmasında yatar. Terörizm söylemi tamamen ezilen halk kitlelerini manipüle etmekten ibaret bir politikadır. Kürdistan uyanmış, dünya ve bölge şartları köklü değişime uğramıştır. Dünya jandarmaları Ortadoğu ve çevresine yığılmıştır. Emperyalist rekabetçi güçler kaynak ve egemenlik için hem birbirleriyle dalaşmakta hem de bölge gerici devletleriyle bir şekilde karşı karşıya gelmektedirler. Başında selefi sultan Tayyip’in olduğu Türk egemenlik sistemi dünya jandarmalarıyla karşı karşıya gelmiştir. Tüm diplomatik, siyasi ve askeri gücünü bu doğrultuda harekete geçirmektedir. Başarabilmek için savunma bakanlığı, Genel Kurmay Başkanlığı, Kara ve Hava kuvvetler Komutanlıkları, İçişleri Bakanlığı ve Milli İstihbarat Teşkilatı ve devletin diğer tüm şiddet örgütleri bu politika ışığında yeniden şekillendirilmektedir. Kılı kırk yararcasına devletin şiddet örgütlenmesinin her bir kurumu ve bu kurumların içindeki her bir bireyin eğilimleri, geçmişleri vs didik didik araştırılmaktadır. Bu araştırmalar bu örgütleri sadece yeni gidişata uyumlu hale getirilmesi bakımından değil ayrıca Tayyip karşıtı bir eğilime sahip olanların buralardan uzaklaştırılması için de yapılmaktadır. Sultan Tayyip eline aldığı sınırsız yetkilere rağmen ciddi olarak korkmaktadır. Zira biliyor ki ağacın en yüksek tepesi aynı zamanda en zayıf ve kırılgan noktasıdır. Zaten girdiği seçim süreçlerinde kazandığı için değil egemen sınıfların tüm partilerinin bu süreçleri Tayyip ile el altında anlaşarak kendisine teslim ettikleri içindir. En son 24 Haziran 2018 “seçim” sürecinde “muhalefetin” başını çeken Muharrem İnce’de durumun böyle olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum Ergenekon denilen gerçek devletin arzusu ve yönelimi olduğu içindir ki burjuva partilerini en azından büyük bölümünü bir şekilde uzlaştırmaktadır. Zira “söz konusu vatan ise gerisi teferruattır” sözü boşuna söylenmiş değildir. Bugün devlet örgütlenmeleri içindeki varlıkları araştırma konusu olanların bir bölümü, yemin töreninde mevtası kaldırılan klasik kemalist cumhuriyet tortuları ve yakın zamana kadar sultan Tayyip’in ortağı olan Gülen hareketi ile ilişkili olup olmadıklarını açığa çıkarmak Tayyip’in çok önem verdiği bir konudur ve ciddi derecede korkuyor.
Bu bakımından devletin tüm kurumlarının ama özellikle de şiddet kurumlarının başına ve tepelerine en güvenilir olanların seçilmesi Tayyip için çok önem arz ediyor. Bu kurumlarda iç temizliğin devam edeceği ve geçmişte devlet yönetiminde yer almış ama yeni döneme karşı olan tüm güçlerden arındırılması sürdürülecektir. İçerde devrimci-ilerici ve demokratik tüm kurumların ve Kürt hareketinin direnişlerini kırmak ve elden geldiğince nefes alamaz durumuna getirme çabalarına çok daha yoğun biçimde yüklenilecektir. Hak, hukuk, adalet diyecek kesimlerin gözlerinin açılmasına dahi fırsat vermemek ve ezmek şimdiki savaş hükümetinin bir diğer yönelimidir. Alevi çocukları başta olmak üzere asimilasyon derinleştirilecektir. Sultan Tayyip ne yapıp edip kendisinde toplattığı yetkilerle iç muhalefeti tamamen bastırmak ve dışarda terörizm olarak adlandırdığı Kürdistan’ın doğuşunu engellemek yolundadır. Diğer burjuva faşist partilerin kendisini takip etmeleri için Ergenekon üzerinde çaba içindedir. Esasen de Tayyip’in bu politikası ters gibi görünse de diğer faşist partiler içinde tutmuş gibi de görünüyor. Mesela “seçim” döneminde Tayyip’e karşı yürüttüğü başarılı kitlesel mitinglerde yaptığı lafları “seçimin” hemen sonrasında Tayyip’e karşı girdiği yumuşak ve gayet dostça tutum yukarda izah etmeye çalıştığımız Ergenekon’un Muharrem İnce üzerinden CHP’nin (en azından bu partinin elit takımı ile) Tayyip ile anlaştığını akıllara getiriyor. Bazı ilerici güçler öyle düşünmeseler de, cumhuriyetin kurucusu faşist bir partiden böyle şeylerin olması beklenmeyecek bir tutum değildir. Bu türlü gizli anlaşmalar tüm partililerce bilinmiyor olabilir. CHP’yi sol ve sosyal demokrat olarak telakki ederek ondan umut bekleyenlerin umutlarına nasıl ihanet edildiğini umarız ki taban tarafından anlaşılır/kavranır.
Şimdi yeniden Tayyip karşıtı bir pozisyon alan Muharrem İnce, TV’lerde boy göstermeye ve gelecekte Tayyip’i düşürebileceklerini vaaz etmeye başladı. Halkın ortaya çıkması çok muhtemel olan sokak hareketinin içinin boşaltılması daha şimdiden amaçlanmaktadır. Bu İnce ile olur veya başka bir burjuva şahsiyet olabilir, fark etmez. Bu noktada bir not düşmekte yarar var kanısındayız; bu gerçeklerin halka kavratılması esas olarak devrimci-komünist hareketin çalışmasına, çalışmalardaki etkisine ve ileri kitleleri ikna yeteneğine ve böylelikle onlarla birleşme kararlılığına bağlıdır. Zaten faşist partilerin aralarındaki çatışma gerekçeleri esasen kimin yöneteceği dalaşı üzerinde sürmektedir. Ancak ezilen halkın mücadelesi söz konusu olunca derhal ve tereddütsüzce ortaklaşmaktadırlar. Şimdi nereye ait olduğunu hatırlayamadığımız bir atasözünde “Aslanlar, Ceylanlar, Tilkiler, Kurtlar, Koyunlar aynı yöne doğru koşuyorlarsa bu demektir ki ormanda yangın var” der. Çok açıktır ki AKP, MHP, BBP, CHP, İyi Parti, Vatan Partisi gibi tüm gerici partiler kendi aralarında ve içlerinde rekabet ve çekişme içinde olmasına rağmen halka karşı aynı yöne doğru koştuklarını görüyoruz. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Zira biliyoruz ki ülkede yangın var. Bu yangın sınır ötesinde Kürtlerin milli uyanış eyleminde ve içerde ise emeğin ve tüm ezilenlerin özgürleşme eyleminde yatar. Kürtlerin milli kurtuluş mücadelesi aslında Türkiye halkının da zincirlerinden kurtuluşunun mücadelesidir. Türkiye halkı esasen bunun farkında olmasa da gerçek budur.
Bu elbette Türk savaş hükümeti için büyük korkudur. Bu nedenle Türk devleti bu ateşi söndürmek için varlığını ortaya koymuştur. Ama biliyoruz ki bu ve benzeri girişimler haksız ve gericidir ve bu nedenle çoğu kez duvara toslamaktadır. Bir örnek olması bakımından ABD emperyalizminin Ortadoğu ve Körfezde yaratmak istediği ile bugün geldiği noktanın önemli tezatlıklar içinde olduğu görülecektir. Ortadoğu ve çevresinde tek güç olmak isterken tam tersine mevzilerini önemli ölçüde Rusya’ya kaptırdığını görüyoruz. Bu örneği şunun için veriyoruz. Öyle şartlar olur ki varmak istedikleri yere varmak yerine girdikleri yol o gücü başka bir yere taşır. Bu tamamen izlenilen politikaların doğru olup olmadığına ve politik güç dengelerine bağlı olarak şekillenir. Bugün Türk devleti içerde ve dışarda başarılı olabilmek için İslam gericiliği ile ırkçı Türkçülüğün sentezi faşist bir politika ile yürümektedir ve bunu kılcal damarlarına kadar tahkim etmektedir. OHAL kaldırıldı adı altında, başka isimlerle çok daha kötüsü devreye sokuldu. Faşizme bir örtü durumunda olan meclis artık daha önemsiz duruma getirildi. Vekilliklerin düşürülmesine yeni biçimlerle devam edilecektir. İçerde tutuklanmalar, gazete, dergi ve muhalif olarak geride ne kadarı kaldıysa kapılarına kilit vurmaya devam edilecektir. Toplumu gerilere daha fazla götürmek için bunun bir yolu olan kuran kurslarını ve mecburi din derslerini ve bunu mahalle baskısı şeklinde dayatacaktır. Aleviler üzerindeki baskılar; özellikle ilerici-demokratik alevi önderlerini tutuklamaya, bastırmaya özel önem verecektir. Kadınların üzerindeki baskı katmerleşerek devam edecektir. Yaşam tarzına müdahale keza öyle.
‘’TC’’ Kürdistan’da işgalcidir, ilhakçıdır, haksızdır!
Dışarda ise kâh ABD ile kâh Rusya ile flört edilecek, itişip kakılacak, küsecek, barışacak ama tek dertleri Kürtlerin özgürleşme mücadelesinin önünü almak olacaktır. Ve Türk devleti girdiği hiçbir alanda çok mecbur kalmadıkça çıkmayacaktır. Yani işgal ettiği topraklarda işgalci olarak kalmaya yeminlidir. Bölgenin gerici yerel güçleriyle işgalci amaçlar için kullanmak üzere ilişkilenecek ve günü geldiğinde ise bunları çöpe atmaktan çekinmeyecektir. Bir Kürdistan sorununa dönüşen Kürt sorunu uzun yıllardır ülke gündeminin en tepesinde yer almaktadır. Devletin en korkulu alanı burasıdır. Dolayısıyla, sadece Kürt hareketini değil, bu sorunda öncülük iddiasına sahip komünistlerin, devrimcilerin ve haklıdan yana olan bütün güçleri hedefleyerek korkuya yol açan sorunu denetim altına almaya ve adım adım ezmeye gayret etmektedir. Ancak dediğimiz gibi bu öyle kolay başarılacak bir şey değildir. Değildir çünkü birincisi, Türk devleti Kürdistan’da işgalcidir, ilhakçıdır, haksızdır. İkincisi bu doğrultuda yürüttüğü savaş gericidir ve Kürdistan halkının büyük kesimi tarafından kabul edilmemektedir. Türk devleti bunun böyle olduğunu kabul etmese ve teröre karşı mücadele yürütüyorum dese de gerçek dediğimiz gibidir. Bir Japon atasözü derki “ne yana dönersen dön götün arkadadır” İşte bu söz Türk devletinin durumunu çok güzel anlatmaktadır. Ne derse desin işin özü Kürdistan olduğu açıktır. Ve bu politika şerle zorla sürse de kabul görmez ve er veya geç bünyeden kusar atar. Üçüncüsü, Kürt hareketi hemen hemen dört parçada örgütlüdür ve dost devrimci güçlerle birlikte savaşmaktadır. Kürtlerde milli bilinç oldukça yüksektir. Dördüncüsü, bölgede cirit atan emperyalist güçler rekabet halindedir ve Kürt hareketinin önemli hatalarına rağmen bu çelişkilerden yararlanma çabasındadır ve ayrıca emperyalist güçler bir biçimde de olsa Kürt hareketini görmezden ve hesaba katmazdan gelememektedir. Türk devletine verdikleri bazı tavizler nedeniyle Kürtler bazen gölgede kalıyor gibi görünse ve inişli-çıkışlı bir gidişat olsa da Kürdistan ufukta görünmektedir. Burada esas problem, genel olarak Kürt hareketinin kendi aralarındaki parçalı durumudur. Kendi aralarında birleşmek ve esas olarak kendi öz gücüne ve sonrasında dost güçlere dayanmak ve çelişkilerden bu zemin ışığında yararlanmak acil bir görev olarak önlerinde durmaktadır. Bu noktada Kürt hareketinin önemli zaaflar taşıdığını ve kendisini kendi elleriyle zorda bıraktığını belirtmeliyiz. Yukarda verdiğimiz Barzani örneği sadece bunun küçük bir örneğidir. Diğer Kürt hareketlerinin de benzer hatalar içinde olduklarını söyleyebiliriz. Ancak bu duruma rağmen Türk ve diğer faşist ve gerici devletlerin işgalini zora sokan ve orta vadede çıkmaza sürükleyecek şartlar daha fazla oluşacaktır ve umut ederiz ki Kürt hareketi hatalarını düzeltir ve bunları aşarak halka karşı olan görevlerini yerine getirir. Kürtlerin Kürt hareketinden beklentileri budur.
Bunun da ötesinde ülke içinde hem Kürt hareketi hem de komünistler, devrimciler ve ilerici güçler gerilla savaşıyla olsun diğer mücadele metotlarıyla olsun devlete darbeler vurmaktadırlar. Burjuva basın ve medya olup bitenleri gizlese bile gerçek budur ve suskunluk daha büyük eylemsel gelişmelerle parçalanacağı görülecektir. Coğrafyamızda öteden beri devlet karşıtı ulusal ve sınıfsal büyük direnişler vuku bulmuştur. Bu karşıtlık sadece tepkisel bir düşmanlık zemininde değil, ezilen ulusların, cinslerin, inançların ve emeğin özgürleşmesi için yeni bir yaşam ve başka bir dünya yaratmanın perspektifi ile yürütülmüştür/yürütülmektedir. Bu alternatif çizginin esas öncüsü Maoist Komünist Harekettir. Bu çok önemli bir noktadır. Şimdi durumun eski durum olmadığı, yeni bir sürece girildiği, eski baş düşmanın yerine yenisinin geçtiği ve devletin izlediği yeni politikaların, askeri çizginin öz olarak geçmiş ile aynı olmasına ve aynı hedeflere saldırmasına rağmen birçok bakımdan eski uygulama gibi değerlendirilemez/ele alınamaz. Biz komünistlerin durumun eski durum olmadığını ve onu olduğu gibi tekrar edemeyeceğimizi özellikle aklımızda tutmamızda büyük yarar var. Yeni dönemin sağlıklı kavranışı doğal olarak komünist ve devrimci hareketi sosyal pratiğin seyri içinde varılması gereken hedeflere taşımada tayin edici olacaktır. Kar-boran zamanlarında yağmur şemsiyesiyle idare etmek korunmaya çalışmak nafiledir. Ve yeni durum bize daha büyük görevler yüklemektedir. Bu onurlu görevlerin yerine getirilmesi elbette kendiliğinden olmayacaktır. Bilinçli, planlı, programlı ama yetmez büyük bir irade birliği ile başarılabilinir. Bu mümkündür ve başarabiliriz. Zira Türk egemenlik sistemi ağır bir ekonomik kriz içindedir. Yakın zaman içinde olan krizi fersah fersah aşan bir ekonomik çalkantılardan söz ediliyor. Uluslararası Kredi Derecelendirme Kuruluğu FİTCH Türkiye’nin kredi notunu BB+’dan BB’ye düşürdü. Durağandan halden negatife doğru bir gidişat olduğunu söyledi. Cari açıklardan söz etti. Savaş yürütmek büyük ekonomik külfet gerektirir. Türk devleti bu külfeti ödemekle yükümlüdür ve bu yükü yoksullara yüklemiş durumdadır. Borçlanma keza başını alıp gidiyor. Dövizdeki yükseliş devlet için hiç iyi sinyal vermiyor ve devlet bunun çok iyi farkındadır.
O halde ne yapmalıyız?
Yeni durumun doğru çözümlenmesi ciddiyetle yapılmalıdır. Durumun doğru çözümlenmesi yapılmadan politika üretmek, taktikler geliştirmek ve mücadeleyi ilerletmek için gerekli önlemleri almak mümkün olmayacaktır. Böyle bir durumda sürece hükmetmek şöyle dursun işler kendiliğinden bir halde yürür ki bu kabul edilecek bir gidişat olamaz. Egemen sınıfların kendi aralarında bazen derinleşen çelişkiler olsa da, esas olarak ezilen halka karşı birlik içinde hareket ettikleri bilinen bir gerçektir. Diğer yandan artan yoksulluk ve diğer sorunlardan kaynaklı halk içinde geniş çaplı bir huzursuzluk var. Bu huzursuzluğu CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin mitinglerinde sokağa çıkan milyonların fotoğrafında gördük. Türkiye’nin tayin edici şehirleri olan İstanbul, İzmir, Ankara ve daha nice büyük illerinde milyonlarca insanın sokağa çıkması sultan Tayyip yönetimi şahsında yeni devlete olan öfkeyi anlatmaktadır. Yani işçi sınıfı ve tüm emekçiler mevcut durumdan rahatsızdır. Zira başta ezilen cinsler olmak üzere Aleviler büyük kaygı içindedir. Sokaklarda kadınların giyimine doğrudan müdahaleler artmaya başladı. Kürtlere karşı sürdürülen saldırılar mevcut sınırların ötesine taşınmıştır ve Kürtler bölgede kendilerine en büyük düşmanlığın Türk yönetimi tarafından yapıldığını görmektedir ki böyle düşünmekten sonuna kadar haklıdırlar. Türkiye’de modern, seküler yaşamı seçmiş olan milyonlarca sayıda insan gelecekleri konusunda kaygılılar, huzursuzlar. Önümüzdeki yıllar kendileri açısından bir belirsizlik ve bilinmezlik ile dolu olduğunu düşündüklerinden bu huzursuzluğa cevap olacak bir harekete özlem duyduklarını söylemek bir abartı olmayacaktır. Modern yaşam benimsemiş milyonların içinde özellikle genç nüfus dikkat çekicidir. Gezi dönemlerinde bu gençlerin radikal çıkışlarına şahit olduk. Bugün için külün altına çekilmiş de olsa şartlar oluştuğunda köz aleve dönüşebilir. Bilim, sanat ve demokratik kültürün canına okunuyor. Akademik dünya yerle yeksan ediliyor. Bilim insanları ülkeyi terk etmektedir. Üniversiteler gericiliğin kalesi durumuna getiriliyor. Kısacası geniş halk dinamikleri mevcut gidişattan memnun olmadığı gibi gerilemiş de olsa bir öfke birikimi orta yerde duruyor. Denebilir ki ülke nüfusunun yarısında daha fazlası bu durumdadır ve geleceğinden kaygılıdır. O halde komünistlerin yeni politikalar geliştirmeleri ve dost güçlerle ortaklaşmaların özel çabası içinde olmaları ve daha geniş birlikler yaratmaya çabalamalıdır. Açık alanda olsun diğer devrimci çalışma alanlarında olsun ciddiyetle çalışmalı ve yaratıcı eylemler geliştirmeli ve yeni örgüt biçimleriyle sürece yüklenilmelidir. Açık çalışma alanları mümkün olan en son sınırına kadar sınıf düşmanımız Tayyip ve şürekâsına şahsında devlete karşı savunulmalı ve buralar asla terk edilmemelidir. Ancak bilmeliyiz ki açık çalışma alanları en nihayetinde sınıf düşmanlarımızın sıkı denetimindedir ve büyük olasılıkla bu alan onlar tarafından giderek daha fazla kısıtlanacaktır. Bu duruma karşı önlemler alınması elzemdir. Her halükarda gerek açık alan gerekse gizli faaliyet alanlarında tüm çalışma ve mücadele metotlarımız halk kitlelerini devrimci muharebeye hazırlayacak ve sevk edecek minvalde yürütülmelidir. Bunun başarılması mümkündür.
Kılı kırk yararcasına sabırlı, planlı, inatçı bir hat ile hareket etmek önemlidir. Karşı-devrimin amansız saldırılarına karşı, devrimci bir savaş içindeyiz. Çok boyutlu, karmaşık, değişik taktik ve mücadele metotlarıyla yürüttüğümüz Sosyalist Halk Savaş’ında düşmanın istediği an ve zamanda değil, bizim tayin edeceğimiz an ve zamanlarda vurmalıyız. Militan, kararlı, ne yaptığını bilen ve planlı bir mücadele ile ve de parti disiplini altında yoldaşça birleşmiş gönüllü bir iradeyle bu mücadeleyi kazanmamak için hiçbir sebep yoktur. Geniş halk kitlelerini birleştirmek büyük bir maharet ister. Stratejik yürüyüşümüz komünizmi bir an dahi aklımızdan çıkarmadan; ezilen tüm kesimlerin çığlığının yazılı olduğu kızıl bayrağı elimizden düşürmeden; özgür ve bağımsız davranışımızdan asla vazgeçmeden halkı birleştirmeyi başarmak için dostlarına tavizler vermeyi, esnek davranmayı bilmeliyiz. “Hiç taviz yok” yaklaşımı ne kadar kızıl görünürse görünsün boş bir yaklaşımdır. Ayrıca bilinmelidir ki “hiç taviz yok” yaklaşımı anarşizmden beslenen ama hayatta karşılığı olmayan bir palavradan ibarettir. Bunun anlamı halk güçleri içindeki yanlış fikirlere karşı ideolojik mücadeleyi tatil etmek değildir. Ve birlik dediğimizde elbette öyle konular gündeme gelir ki o durumda ayrı hareket etmek gerekebilir. Birlik içinde aynı zamanda ayrılık da vardır. Bağımsız hareket etmek vardır. Birlik bu özel durumları ret etmez.
Diyalektik materyalizm bize kavramları meydana getiren ikili yana işaret eder. Zıtların birliği dediğimiz şey tam da budur. Şayet birliği sıkıca korumak istiyorsak ki istediğimiz açıktır, o halde dost güçler arasında birliği güçlendirecek yöntemle ele almak koşuluyla ideolojik mücadeleyi asla elden bırakmamalıyız. Kendimize karşı da keza amansız olmalıyız. Başkalarının hatalarını nasıl eleştiriyor ve onları hataları konusunda uyarıyorsak, başkalarını dinlemeyi, onlardan öğrenmeyi de bir o kadar bilmeliyiz. Eleştiri-özeleştiri metodunu sınıf mücadelesinde güçlü bir silaha dönüştürmenin bir başka yolu yoktur. Hiç kuşku yok ki bizim burada değindiğimiz şeyler çok genel bir yol pusulasıdır. Ana plan doğrultusunda tüm yereller ana politikaları zenginleştirecek ve kendi somutunu göz önüne alarak zenginleştirecek ve uygulayacaktır. Kısacası, hem açık hem de gizli çalışmalarımızda altı doldurulmuş politikalarla ve örgüt biçimleriyle cevap olmalıyız. Tarihimiz olumlu ve olumsuz olmak üzere büyük tecrübelerle doludur. Bu zengin tecrübelerden öğrenirsek önümüzü aydınlatmış ve ufkumuzu açmış oluruz. Biz komünistler sadece geçmişten bugüne kadar bu sistemin şurasından veya burasından sivrilmiş ve can acıtan yanlarını törpülemek için değil, gerçekten dünyamızı yaşanmaz duruma hızla sürükleyen, insanı sefil duruma dönüştüren özel mülk dünyasının bugün ki en iğrenç ve kirli biçimi olan kapitalizmi ve onun yarattığı sınıfları ve onun her türlü örgüt biçimlerini, kültürünü, ahlak anlayışını ve sair kökünden yıkmak için devrim demişiz. O halde devrim için görevlerimize sarılalım.
Bu makale ilk olarak Halkın Günlüğü’nde yayınlanmıştır