Sınıf savaşları bazen örtük, bazen farklı biçim ve görüntüler altında sürse de tarihin motoru olarak işlev görür. Tarihin öznesini işaretler. Şimdiki zamanın altını çizer ama geçmiş ve gelecek arasında bağı besler. Dün, bugün ve yarın arasında diyalektik bir etki yaratır. Bu etki ve bağ metafizik ya da teolojik bir içerikte değil, tarihsel maddeci boyuttadır. Gerçekliğin farklı katmanları ve hakikatın ‘‘sırları’’ bu bağın içinden çıkar.
Sınıf savaşları çıplak bir kavgadır, kavganın özünü belirlediği gibi kavganın iç dinamiklerini şekillendirir. Sınıfsal antagonizma sınıf savaşlarının ruhunu ve ritmini belirler. Bir manada sınıf savaşları yaşanan diyalektiktir. Diyalektiğin karmaşık ve katmanlı bütünselliği ve gerçekliğin çok boyutluluğu sınıf mücadelesi içinde mana bulur. Başka bir ifadeyle sınıf mücadelesi çok yönlü, çok eksenli momentleri içinde taşır ve bu gerçekliğin farklı örüntüleri olarak karşımıza çıkar.
Modern çağda ya da kapitalist toplumsal formasyon içinde iki temel sınıf olan proletarya ve burjuvazi sınıfsal antagonizmanın aktif iki öznesini işaretler. Bu iki özne sınıf savaşının iki ayrı kutbu ve iki ayrı cephesidir. Kapitalizm varlığını bu antagonizma üzerinden inşa eder ve her an bu antagonizmayı yeniden ve yeniden üretir. Her sınıflı toplum gibi kapitalizmin tarihi sınıf mücadelelerin tarihidir. Kapitalizm analizlerinde söz edilse de unutulan en önemli nokta burasıdır.
Kapitalizm genelleşmiş bir meta üretimidir. Kapitalizm herşeyi metalaştırarak kendini var eder ve kendini yeniden üretir. Emeğin emek gücü olması bu sürecin en stratejik yönüdür. Emek gücünün meta niteliği sermayenin varlığını koşullar. Sermaye özünde, Marx’ın Kapital’de vampir benzetmesiyle anlattığı, canlı emeği emerek hayatta kalan ve ne kadar fazla canlı emek emerse o kadar uzun yaşayan ölü emektir. Sermaye kapitalist toplumun egemen ilişkisidir ve aynı zamanda bir toplumsal ilişkiler ağını ifade eder.
Emeğin emek gücüne dönüşmesi proletarya için yıkıcı sonuçlar yaratır, onu köleleştirir, tutsak eder, yoksun bırakır, burjuvazi için ise ‘harikalar yaratır’, zenginlik, iktidar ve tahakkümünün yoğunlaşması anlamına gelir.
Fakat sınıf mücadelesinin muazzam yaratıcılığı ve iç zenginliği sınıfın dirilişinin ya da otonomisinden beslenerek öznel ve nesnel şekillenişinin önünü açar. İki antagonist özne varlığını sınıf mücadelesi içinde yeniden kurar. Bu savaş proletaryaya kapitalist sistemin mezar kazıcısı olduğunu hatırlatır/bilincine ulaştırır ve yıkıcı gücünü besler.
Marksist düşünce içinde proletaryanın öncülüğü ve yıkıcı gücünün kristalizasyonu üzerine önemli çalışmalar yapılmıştır. Sınıfın öncülüğü ve bu öncülüğün inşası ve tarihsel özne olarak şekillenişi literatürün en önemli sorunsalı olarak ele alınabilir. Gramsci bu noktada son derece özel bir yerde durmaktadır.
Gramsci sınıf savaşlarının farklı veçheleri üzerine çözümlemeleri, proleter devrimin imkanı ve devrimci strateji üzerine teorik ve pratik çalışmalarıyla dikkat çeken önemli bir Marksist düşünürdür. Proletaryanın öncülüğü, yıkıcılığı, hegemonik bir sınıf olması ve devrimin cebiri Gramsci’nin ilgilendiği temel konulardır.
Bir proleter devrimci olarak Gramsci
Gramsci, bir dünya devriminin açılışı olarak gerçekleşen Ekim Devrimi’nin olağanüstü atmosferinde, devrimci politik faaliyetin içinde yer alan ve aynı dönemde yaptığı teorik analizlerle sürece müdahale eden devrimci komünist bir kimliktir.
Müthiş kavram matrisi kurar. Praksis felsefesi, ideolojik hegemonya, tarihsel blok, organik ve geleneksel aydın, sivil toplum ve politik toplum, rıza ve zorun diyalektiği, transformismo, mevzi, harekat savaşı ve pasif devrim gibi kavramları devrimci strateji ve analizlerinde kullanır.
Ekim Devrimi Gramsci’nin düşüncelerinde önemli etkiler yaratır. Devrime ve Lenin’in sistematiğine hayrandır. Lenin’i ileriki yıllarda kendisinin temel tezi olan hegemonya teorisinin asıl inşacısı olarak tanımlar.
Ekim Devrimi felsefi manada muazzam bir hadise olarak gerçekleşir. Yeni bir tarihsel momentumdur. Devrim tektonik etkiler yaratarak kıtayı sarsıp başta Almanya, Avusturya, Macaristan, Finlandiya ve İtalya’da devrimci durumlar yaratacaktır. Bu ülkelerde Komün ve Konsey deneyimleri ortaya çıkar.
İtalya’da iki kızıl yıl diye anılan bu süreçte (1919-1920) yaygın Fabrika Konseyleri deneyimleri ve işgalleri yaşandı. Gramsci bu sürecin fiilen içinde yer aldı ve İtalya’da Fabrika Konseyleri pratiğiyle Leninist/Bolşevik bir yolun gerçekleşmesi için hem teorik, hem de pratik faaliyet içinde oldu.
Gramsci’nin en fazla bilinen ve yine en fazla yanlış anlaşılan makalesi Ekim Devrimi’nin özgün bir yorumu olan ve kendi politik duruşunu ortaya koyan Kapitale Karşı Devrim adlı çalışmasıdır. Makalede Gramsci II. Enternasyonal’in teoriyi donduran, mekanik materyalist, ilerlemeci ve pozitivist anlayışını eleştirerek Lenin ve Bolşeviklerin devrimci yaratıcılıklarına ve sınıf mücadelesinin zenginliği içinde devrimci öznenin rolüne, teori ve pratik arasındaki diyalektiğe vurgular yapar. Bir manada provakatif bir göndermeyle, Ekim Devrimi’nin ezber bozuculuğunu ortaya koyar. Özünde vurgusu devrimci praksistir ve praksisin yaratıcı yıkıcılığıdır. Gramsci için praksis felsefesi yani Maksizm tarihte ve toplumda tam olarak çelişkilerin teorisidir. Gramsci bu manada Lenin’i öne çıkarır. Lenin için praksis felsefesinin en büyük teorisyeni tanımını yapar.
Yine Rus devrimine ilişkin başka yazılarında Ekim Devrimi’nin iktidarın fethi yanında mülkiyet ilişkilerini yıktığını ve yeni bir toplumun inşasına başladığını belirtir. Ve devrimi çoşkuyla selamlar. Devrimi sadece bir mülkiyet ilişkilerin değişimi olarak görmeyen Gramsci, bununla birlikte etik, felsefi, entelektüel, yeni insanın ve yeni bir yaşamın organize edildiği muazzam bir eylemler bütünselliği olarak değerlendirir.
“Bizim Marx” makalesi de benzer bir yaklaşımın ürünüdür. Perspektifi Kapitale Karşı Devrim’le aynıdır. Marx’ın yaratıcılığına ve eleştiri silahını kullanma gücüne vurgu yapan Gramsci, Marksizmin özünde bir praksis felsefesi olduğuna söyler. Gramsci erken yazılarıyla birlikte asıl olarak II. Enternasyonal’de biçimlenen felsefi olarak fatalizm ve ilerlemeci tarih anlayışına karşı net bir tutum içinde olur. Metafizik materyalizme düşünsel ve pratik karşı duruş sergiler. Özneye vurgu yapar.
Gramsci, İtalya’da İşçi Konseyleri ve fabrika işgal eylemlerini yeni toplumun inşanın temel oluşumları olarak değerlendirir. İşçi Konseylerine dayanan bir sosyalizm anlayışının savunur. Konseylerin özyönetim kapasitesine ciddi önem verir. Gramsci’ye göre sınıfın geleceğin inşasını gerçekleştirmesi ve egemen sınıf olarak örgütlenmesi için özyönetim pratikleri yaşamsaldır. İşçi sınıfının muktedir oluşu yanında sınıfın yönetme yeteneklerini besler. Gramsci, Marx’ın en önemli argümanlarından biri olan “işçi sınıfın kurtuluşu kendi eseri olacaktır” anlayışını pratik ve teorik çalışmalarının ekseni yapar.
Gramsci, Rosa Luxenburg’un düşüncelerine benzer şekilde sınıfın kendiliğinden hareketi ve bu hareket içinde değişen sınıf bilincine önem verir. Sınıf mücadelesi ve yarattığı birikimlerin başlı başına devrimci pedagojiyi beslediğini belirtir. Pedagoji üzerine özellikle yoğunlaşır. Konsey deneyimleri ve Fabrika İşgal pratiklerinin anti- kapitalist kopuş potansiyeli taşıdığını ve sınıf bilincini ciddi bir biçimde şekillendirdiğini söyler. Rusya’daki Sovyet pratiklerini yeni toplumun nüvesi olarak görür. İşçi Konseyleri’ne bakışı da benzer içeriktedir.
Bordiga Gramsci’nin düşüncelerini ekonomizm ve kendiğindencilik olarak eleştirir. Bordiga’nın eleştirilerinde sol sübjektif yanlar olmakla birlikte, Gramsci’nin devlete, proletarya diktatörlüğüne yaklaşımı ve devrimci parti anlayışı problemlidir. Gramsci Hapishane Defterleri’nde de vurguladığı gibi geç dönem yazılarında da kafasındaki devrimci parti anlayışı, parti konsey ilişkisi muğlaklıklar taşır ve partiyi burjuva demokrasinin sınırları içinde yer alan bir yapı görür. Sendikaları da benzer şekilde ele alır. Sendikalar doğası gereği emek gücünün yeniden üretimin parçası olması itibariyle düzen içi yapılar olarak değerlendirilebilir ve bu yaklaşım doğrudur. Gramsci’nin devrimci yükseliş sürecinde bu yapılarla mesafeli yaklaşması anlaşılır bir durumdur ama devrimci partinin özünde sistem içi bir yapı olarak analiz edilmesi ciddi bir sorundur. Ayrıca Gramsci’nin Modern Prens adını verdiği devrimci- komünist parti (esin kaynağı Bolşevik Parti olsa da), İtalya özgülünden hareketle ve Avrupa koşullarında devrimin olanaklarını aramasının ifadesi olarak şekillense de, Bolşevik Parti’nin ruh ve yapısından farklıdır. Gramsci parti- sınıf ilişkisini Lenin’in kurduğu çerçevede kurmaz. İşçi kitle partisi olarak tanımlanabilecek bir perspektife sahiptir. Bir anlamda parti karşı hegemonya odağıdır.
Daha net bir ifadeyle Bolşevik Parti Gramsci tarafından biçimsel olarak algılanır, onun devrimci ruhu ve sınıfın yıkıcı enerjisini kristalize edilişi yeterince kavranmamıştır.
Doğu’da ve Batı’da sivil toplum
Bunun yanısıra Gramsci’nin proleter devlete yaklaşımı Marx öncesi bir döneme göndermeler taşır. Gramsci felsefi sistematiğinde Hegelyen etkilenmeler yoğundur. Etik Devlet anlayışı ve sivil toplumu ele alışı ve analizleri Hegel’in tezleriyle örtüşmektedir. Hegelci B. Croce Gramsci’yi felsefi olarak büyük ölçüde etkileyen kimliklerden biridir.
Gramsci’nin devlete ve sınıfsız topluma bakışında önemli sorunlar vardır. Bir manada Marx öncesi döneme göndermelerde bulunur. Gramsci önemli politik tezlerini Hegelyen argümanlar üzerinden kurar.
Gramsci devlet kavramını iki manada kullanır. Devlet eşittir politik toplum ve devlet eşittir politik toplum artı sivil toplum. Bu bakış açısı devletle sivil toplumu özdeşleştiren ya da sivil toplumu devletin içinde eriten bir anlayışı koşullar. Gramsci sivil toplumu nötr bir perspektifle ele alır ve Hegel’in sivil toplum anlayışına paralel tanımlamalar yapar. Sınıfsız topluma bakışında da sorunlar sürer yine Hegelyen bir tanım olan etik devlet kavramını kullanmakta imtina etmez. Yani sınıfsız toplum, politik toplumsuz sivil toplumdur.
Hegel’in diğerkamlık üzerinden kurguladığı ve mutlak idenin cisimleşmiş şekli olan devlet, sivil toplum anlayışının bir ürünü olarak şekillenir ve bir üçleme içinde mana kazanır. Aile, sivil toplum ve devlet. Hegel’e göre Aile tekil diğerkamlığı (tez), Sivil Toplum evrensel bencilliği (diyalektik anti tez), Devlet ise evrensel diğerkamlığı (sentezi) ifade eder. Devletin bu yönü aynı zamanda onun yüksek meşruiyetini yaratır. Bu yaklaşımla Hegel, devlet teorisi ve siyaset felsefi içinde özel bir yerde durur. Farklı yorumlarla kurulan toplum sözleşmesini savunan felsefecilerden ya da çizgiden ayrılır.
Bu açılımlar Gramsci sistematiğinin en önemli parametresini yani hegemonya kavramı besleyen ya da şekillendiren mahiyettedir. Gramsci’nin argümantasyonlarını üzerine bir arkeloji yaptığımızda Marx ve Engels’in erken dönem çalışmalarından izler ve yaklaşımlar görürüz. Özellikle Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz’deki alt yapı ve üst yapı diyalektiği ve konuya yönelik açılımları özel ilgi alanı olarak vurgulanabilir.
Gramsci sivil toplumun Batı ve Doğu’daki biçimlenişini açımlar ve sivil toplum anlayışının boşluklarını Marksist çözümlemelerle doldurmaya ve politik stratejisini kurmaya çalışır. Doğu’da sivil toplumun primitiv ve peltemsi olduğu, Batı’da ise gelişmiş ve hegemonya kurucu içeriğe sahip olduğunu vurgular. Proleter devrim stratejisini bunun üzerinden inşa eder.
Çünkü Gramsci’nin asıl olarak, yoğun ve çok boyutlu olarak ilgilendiği konu özelde İtalya ve genel olarak Avrupa’da devrimin yenilgisidir. Ve Gramsci çok net bir soru sorar. Niçin Yenildik? Türkiye sosyalist hareketinin son 45 yıldan beri bu soruyu kendine soracak cesareti bulamaması sorunun ve cevabının ne derece önemli olduğunu ortaya koyar. Hatta bir adım daha atalım Gramsci’nin Hapishane Defterleri özünde bu soruya kapsamlı ve katmanlı bir yanıt arama çabası olarak değerlendirilebilir.
Gramsci, Hindistan’da İngiliz sömürgeciliğine karşı gelişen toplumsal mücadeleyi inceleyerek Doğu ve Batı’da devrimin gelişme karakterini analiz eder. Bu mücadeleyi üç başlık altında toplar. Hareket Savaşı, Mevzi Savaşı ve Yeraltı Savaşı. Gandi’nin pasif direnişi bir mevzi savaşıdır, grev ve genel grevler hareket savaşının ifadesidir, gizlice silahlanmak ve savaşçıların yeraltı faaliyeti, yeraltı savaşıdır. Hindistan’da bu üç mücadele biçimi anti- sömürgeci savaşın farklı momentlerinde etkin bir şekilde hayata geçirilmiştir. Gramsci buradan esinlenerek Doğu’da siyasi iktidara stratejik bir yönelişin ya da savaşın hareket savaşıyla gerçekleşebileceğini, sivil toplumun rıza üretme kapasitesinin zayıflığından dolayı iktidara yönelik stratejik saldırıların sonuç alıcı olacağını vurgular. Batı’da ise iktidarın çekirdeğini sivil toplum görerek, uzun süreli ve çok katmanlı mevzi savaşının geçerli olduğunu ve proletaryanın karşı hegemonya kurması gerektiğini, sistemin rıza mekanizmalarını işlevsiz kılacak bir stratejiyi benimsemesinin şart olduğunu yazar. Düşünce ve eylemi tahrik etmenin üzerinde durur.
Gramsci’nin bazı politik çözümlemelerine eleştirel yaklaşımımıza rağmen özellikle kapitalist toplumda işçi sınıfı üzerinde burjuva egemenlik mekanizmalarını son derece detaylı incelemesi önemlidir. Burjuva sınıf iktidarının zor ve rıza mekanizmaları bileşkesi üzerinden inşasına yönelik çözümlemeleri, proletaryanın entellektüel donanımına ilişkin açılımları bu noktada ideoloji, pedagoji, kültür, eğitim, din üzerine yoğunlaşması manalıdır. Ayrıca
Gramsci’nin üst yapı soruna ilişkin yaklaşımları zengin bir külliyat oluşturur.
Gündelik hayatın hapishaneleri, proletaryanın kuşatılması-Lefebvre
1. Lefebvre 1928 yılında FKP’ye üye olur. Partide uzun dönem görev alır ve teorik çalışmalar yapar. Sovyetlerin 1956 Macaristan işgaline onaylamaz ve FKP’nin Cezayir Bağımsızlık Savaşı’ndaki sosyal şoven tavrına itirazıyla partiden atılır. Lefebvre, 1968’in önemli politik kimliklerinden biridir. Lefebvre’nin avangard hareketlerle bağı ve akımın farklı temsilcileriyle dostluğu dikkat çeker. Ayrıca Stüasyonist-Durumcular Enternasyonal’in esin kaynağı oluşturan ve kuruluşunda rolü olan bir kimliktir. Aynı akım Çin Kültür Devrimi’yle birlikte (özellikle Fransa) ‘68’i şiddetli bir şekilde etkileyecektir.
Lefebvre dünyayı radikal bir şekilde dönüştürmeyi hedefleyen, özgürleşme siyaseti ve pratiklerine önem veren ve Marksizmden etkilenmiş bir filozof olarak dikkat çeker. Farklı temalar üzerine önemli eserler üretmiştir.
Marx’ın özellikle 1844 El Yazmaları fikri dünyasında son derece etkili iz bırakmıştır. Marx 1844 El Yazmaları’nda felsefi düzeyde ele aldığı Yabancılaşma Teorisi Lefebvre’nin üzerinde çalıştığı ana temadır. Lefebvre sistematiğinin esasını oluşturacak gündelik hayatın eleştirisini, yabancılaşma kavramı temeli üzerinden inşa edecektir. Lefebvre yabancılaşma ve Marx ın ilk dönem eserleri üzerinden yürütülen tartışmalara ve özellikle Althusser merkezli yapısalcı Marksizm yaklaşımlarına onay vermez. Marx’ın düşüncesinin bir bütünlük oluşturduğunu yabancılaşma kavramının da bu bütünlük içinde ele alınması gerektiğini açıklar. Gerçekten de Marx bu kavramı/nosyonu önce felsefi düzlemde ele alır, Kapital’de ise meta fetişizmi olarak ekonomi-politik bağlamda inceler, derinleştirir ve geliştirir.
Buna rağmen Lefebvre Marx’a yaklaşımı problemlidir. Marx’ın düşüncesinin bugünkü dünyayı anlamaya ve bilmeye yetmediğini ama yine de dünyayı anlamak ve bilmek için vazgeçilmez bir düşünce olduğunu vurgular.
Yabancılaşmayı çok boyutlu bir şekilde ele alan Lefebvre yabancılaşmanın gündelik hayatın içindeki tezahürleri üzerine yoğunlaşır. Gündelik hayat çalışma alanını, yaşam alanını ve boş zamanı kapsadığı gibi özel ve kamusal yaşamı içerir.
Kapitalizm bugünkü hali ve kompleks yapısıyla bu alanların bütününe sirayet ettiği gibi bu alanlarının bütününü sistemin yeniden üretiminin parçası haline getirir.
Gündelik hayat bir nevi kapitalist sektör gibi hareket eder. Sömürü ve tahakkümün içselleşmesini sağlayan bir işleyişe sahiptir. Toplumun manipüle edildiği ve bir anlamda toplumu yönetmenin ve kitleler nezdinde rıza üretmenin, zeminlerinin yaratıldığı alan olarak dikkat çeker.
Özellikle çalışma ve boş vakit arasındaki diyalektik üzerinde yoğunlaşan Lefebvre, kapitalizmin boş vakti örgütleyen düzenlemelerini analiz eder, boş vakit nesneleri ve teknolojileri üzerinde durur. Aslında gündelik hayat insanın bütün toplumsal ilişkilerini kapsar.
Lefebvre kapitalizmin ve yabancılaşma olgusunun bu alanlarda biçimlenişi üzerinde çalışır ve yabancılaşmanın analizini yapar. Emeğin yabancılaşmasının yarattığı yıkımın yanında proletaryanın boş zamanın kapitalist yeniden üretimin parçasına dönüşmesini ve boş zaman teknolojileriyle bilincin mistifike edilişini ve aşınmasını irdeler. Bu yaklaşımlar yabancılaşmanın “aktüel” biçimleri olarak dikkat çekecektir. Özellikle 1945 sonrası kapitalist gelişme ya da savaş sonrası kapitalist konsolidasyonla zamanın yeniden örgütlenmesi, tüketim terörü ya da tüketimin yönlendirilmesi, gündelik olarak sıradan bir şekilde kapitalizm kendini yeniden üretme mekanizmaları, iktidar ve tahakküm ilişkilerinin normalleştirilmesi ve yeniden düzenlenmesi ve bir bütün olarak artı- değer üretimi üzerine kurulan kapitalist toplumu inceleyen Lefebvre, kapitalizmin hayatı, insanı ve insan ilişkilerini çürütmesi üzerine yoğunlaşır.
Lefebvre kısaca kapitalizmin aktüel biçiminin sınıfı yalnızca sömürme ve ideolojik manipülasyonla yönlendirmediğini bunun yanında daha rafine bir biçimde bilinçleri örseleyip, mistifike ettiğini, arzuları yönlendirdiğini, arzu imal ettiğini, nasıl eğlenileceğini, giyileceğini, beslenileceğini, boş vakitlerini nasıl dolduracağını belirlediği ve hatta düşleri örgütlediğini belirterek yabancılaşmanın içselleşmesini ve yıkıcılığını ortaya koyar.
Lefebvre, gündelik hayatın politikleşmesi ve dünyayı radikal bir şekilde dönüştürmenin önemine vurgu yapar. Praksisin günlük hayatın politikleştirilmesi ve özgürlük pratikleri içinde inşa olacağını savunur. Kentsel alanın metalaştırılmasına karşı özgürleştirilmesine, serbest zamanın örgütlenmesine vurgular yapar. Lefebvre’de devrim fikri soyut bir şey değil, hemen şimdiye ilişkindir. Ekonomik, politik, kültürel boyutları içinde taşır/kapsar. Kültür devrimine özel ehemmiyet verir.
Toparlarsak proletaryanın mücadele ve örgütlenme içinde özneleşmesi, politik varlığının inşası çok boyutlu ve çok kapsamlı bir faaliyetin ürünüdür. Bu manada sınıfın çalışma alanlarının, yaşam alanlarının ve boş zamanının örgütlenmesi diyalektik bir bütünsellik taşır. Böylesi örgütlenmeyi esas alacak bir perspektifle (Total örgütlenmeye dayalı bir emek odağı yaratmakla) ancak anti- kapitalist kopuşlar gerçekleştirebilir. Ancak böyle bir örgütlenme ya da stratejik yaklaşım sınıfı evrensel özgürlüğün öznesi haline getirebilir.
Bu yazı ilk olarak Yeni Yaşam Gazetesi’nde yayımlanmıştır.