Aralık ayı Türkiye ve Kürdistan tarihi bakımından vahşetler tarihi olarak bilinir. Maraş, hapishane ve Roboski katliamları birbirini izledi. Katliamlar ne ilkti ne de son oldu/buldu. Elbette bu siyasal hadiseler, sanat ve edebiyat dünyasında da yankısını bulmaktadır. Anılan olaylarla birlikte son on yıllardır Kürt kentlerinde yoğunlaşan katliamlar sanat, düşün ve felsefe dünyasının da gündemini belirliyor. Bu yazıda, uygulanan vahşetlerle bağlantısı kurulan ve geçen ayın bakiyesi olan Hafıza Odası adlı sergiyi konu edeceğim.
Sanatın kendi başına bir değerinin olup olmadığı, benzer bir söyleyişle “kendinde sanat” olup olmadığı tartışma kaldırır. Diyalektik felsefeler açısından bir şey başka şeylerle ilgilidir ve bu ilgi oranında değer ve anlam kazanır. Buradan bakılırsa sanatın, “yalnızca sanat” olmadığı da ortaya çıkıyor. Çünkü sanat estetik değer iletmekle birlikte etik, epistemolojik ve politik değerler de taşır. Bunu göz ardı eden bir sanatçının yaratıcılığından ve sanatsal dehasından söz etmek zordur. Geçen ay Diyarbakır’da gerçekleşen Hafıza Odası adlı sergiye ilişkin tartışmak konuyu anlaşılır kılmaya yardım edebilir.
Konu hakkında pek çok entelektüel tarafından yorum ve değerlendirmeler yapıldı. Hafıza Odası’nı ve beraberindeki gelişmeleri değerlendiren metinlerden birisi de Lütfiye Bozdağ imzasını taşıyor. Birikim dergisi sitesinde yayınlanan Lütfiye hocanın yazısına eleştirel bir bakış getirerek bu konuya ilişkin ben de görüşlerimi belirtmek istiyorum. Bozdağ’ın tezine göre sanatçı Ahmet Güneştekin, sanatını icra ederken Kürt toplumunun acıları devam etmektedir, yaralar henüz sarılmamıştır. Bu yüzden de kurulan anlatı boşa düşmüş ve başarısız bir sergi örneği ortaya çıkmıştır.
Sanatın ve Sanatçının Sahiciliği
Ne olmuştu, Diyarbakır’daki Hafıza Odası sergisinde? Kısaca söylemekle yetinelim. Sanatçı Ahmet Güneştekin Diyarbakır’da açtığı sergiye Hafıza Odası adını koymuştu. Sergi, 2015’ten itibaren (öncesi de var) Diyarbakır başta olmak üzere Kürt şehirlerine yapılan operasyonlar ve bu saldırılarla yakılan yıkılan köy, ilçe ve kasabalar yanında binlerce öldürülen veya bodrumlarda aç susuz ölüme bırakılan Kürtleri konu alıyordu. Kürt gençleri ise sanatçının sergisini, gerçekliği yansıtmadığı ve hatta art niyetli bir nitelik taşıdığını ileri sürerek tabir yerindeyse kırıp dökmüştü. Bozdağ, gençlerin eylemini bir bakıma desteklerken onların gerekçelerine de yer vermiş yazısında.
Gençler açısından “Burada yapılan sergi değil, Kürt halkının, Amed halkının bütün değerlerine ihanettir. Sergi adı altında gösterilen tabutlar, faili meçhul cinayetlerdir… Eğer gerçekten hafıza görmek istiyorsanız, surlara bakmanız yeterlidir. Evlerimiz yıkıldı, yerine Surla alakası olmayan evler yapıldı. İnsanlarımız katledildi o nedenle yapılan sergi, bizim bütün değerlerimize ihanettir.” Anlaşılıyor ki, eylemciler için Hafıza Odası sergisi bağlamında sanatın ve sanatçının sahiciliği, inandırıcılığı söz konusu değil. Eylemciler gerekçelerinde haklıdır. Hatta Kürt kentlerinde, köy ve kasabalarında yapılanlar, bu gerekçelerden de fazlasıdır.
Bozdağ tartışmaya katılırken Güneştekin’in hareket tarzından yola çıkıyor. Onu eleştiriyor ve tabir yerindeyse sanatçıyı aceleci davranmakla itham ediyor. Bozdağ’a göre sanatçı, henüz acılar/yaralar ve bölgeye uygulanan vahşet yeniyken ve hafızalar çok tazeyken bu durumu estetize etmek, sanatın özüne de uygun düşmemiştir. Bence tartışmaların başka bir boyutu daha var ki, Bozdağ bunu göz ardı ediyor: Diyelim ki, Güneştekin, yaşamın, mekanın gerçekliğine uygun hareket etmede yetersiz kaldı ve estetiği ‘güzel”de kurumamış olsun. Bu durum, gençlerin kırıp döken tavrını meşru kılabilir mi?
Estetik Değerlere Politik Hücumlar Yapmak
Bozdağ’ın metnine koyduğu başlık dikkat çekici olduğu için onu da anmak gerekiyor: Henüz Yaşanmakta Olan Tarihsel Sürecin, Anlatısı Kurulabilir mi? Yazara göre sergiye konu olan tarihsel süreç (köy, kent ve kasabalara uygulanan vahşet), bir şekilde son bulmuş olsa da yaralar sarılabilmiş değil. Hatta saldırılar da sona ermiş değil. Oysa benim açımdan bu durum, yaşanmakta olanın sanatının yapılmayacağı anlamına gelmez. Yazarın başlığa çıkardığı “Anlatının kurulması” ifadesini, gerçeğin sanatının yapılması olarak anlıyorum. Sanat için süreçlerin tamamlanması gerekmez. Süreçlerin tamamlanması yanılgısına Hegel’in de düştüğü anlaşılıyor. Nitekim Hegel açısından da “Minerva’nın baykuşu akşam karanlığında uçar.”
Hegel’e göre bir şey olup biter, peşinden onun felsefesi gelir/yapılır. Hegel’in felsefe için söylediğini Bozdağ sanat için söylüyor. Oysa Hafıza Odası adlı serginin sorun olmasının ve tepki çekmesinin nedeni daha farklı noktalarda aranmalıdır. Gerek böyle bir yaklaşım gerekse de Kürt gençlerinin gösterdiği tepkinin tarzı (kırıp dökme), soruna yüzeysel bakıldığını göstermektedir. Örneğin sergiye müdahale, estetik tarzda ve bu “sanat”ı mahkum eden biçimde yapılsaydı, eylemin/eleştirinin etkisi daha güçlü olurdu.
Estetik değerlere politik hücumlar yapmak ve burada da şiddete başvurmak, eylemin etki gücünü zayıflatır, zayıflatmıştır. Gerçi gençlerin tavrının “sanatsal” olmadığını Bozdağ da vurguluyor. Yine Bozdağ yapılan sanatı, postmodern anlayışla ilişkilendirerek parça bütün ilişkisinin kurulmadığı yargısına varıyor ki, haklıdır. Yazar aynı yerde parçanın bütün yerine konmasına da itiraz ediyor ve Güneştekin’i, Kürt halkının yaşadığı acıyı, adaletsizliği, zulmü görmemekle, bunu sanata ve dolayısıyla sergiye yansıtmamakla itham ediyor. Ben de benzer kanaatteyim.
Şeylere ve Süreçlere Müdahale Etmek
Bozdağ, yazısında acılı bir durumun, zamansız estetize edilmişliğine itiraz edeceğine, böyle tarihsel ve toplumsal olayların, aslına uygun tarzda dile getirilmesi gerektiğine işaret edip yoğunlaşsaydı daha isabetli olurdu. Bunu kısmen yaptığını söyleyebiliriz. Bu noktanın önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Marksizm açısından şeylerin, süreçlerin sanatsallaştırılması, felsefileştirilmesi, hukukileştirilmesi çoğu zaman şeyleştirilmesi anlamına geliyor ki, olması gereken ise şeylere ve süreçlere müdahale edilmesidir. Kendisinin de bir Kürt olduğu düşünülürse Güneştekin’in, öncelikle Kürt mücadelesinin bir dayanışmacısı olması gerekirdi. Zira sanatçı bugünkü koşullarda Diyarbakır gibi bir kritik kentte sergi açtığının ne anlama geldiğini de bilmesi gerekirdi.
Demin de söylediğim gibi sanat yalnızca sanat değildir. “Ben yaptım oldu” demekle gerçekleşen bir etkinlik de değil. Zaman ve mekan ile ayrılmaz bir bağı vardır. İzleyici, eleştirmen, estetikçi ve halk ile diyalektik bir ilişki içinde gerçekleşmektedir. Kürdistan gerçeğini dikkate almadan, açılışa da pek çok resmi ideoloji temsilcisi, ana akım medya mensupları çağırıldığında sanattaki samimiyet kuşkulu hale gelebilir. Çünkü böyle bir durumda sanatseverler ve halkın bir bölümünün itiraz hakkı doğar. Bunlar da sanatın bileşenidir. Sanat, elbette etik veya politik bir etkinlik değildir; ama bunlardan bağımsız da düşünülemez. Aradaki ayrım çizgisi çok önemlidir. Zaten “güzel” dediğimiz olgu da tüm bu değerler ve insan kümelerinin kesişim noktasında oluşur. Çünkü bir yerlerde kendiliğinden veya Tanrı vergisiyle oluşan bir “güzel” değeri yoktur. Güzel, tarihsel ve toplumsal bir üründür.
Picasso Örneği ve Bozdağ’ın Çelişkisi
Bozdağ, sanatın yaşanmışlıktan sonra yapılması gerektiğine dikkat çekerken Nazım Hikmet ve Picasso gibi sanatçıları da anmış yazısında. Yazara bakılırsa Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı Destanı’nı savaştan çok sonraki yıllarda yazmıştır. Yani acılar dindikten sonra sürecin anlatısı kurulabilmiş. Bence Nazım Hikmet yanlış bir fikri estetize etmiştir. Erken veya geç olması önemli değil. Bu yüzden Destan bahsini kısa kesiyorum. Bundan daha önemlisi yazarın verdiği Picasso örneğidir. Bu örnek de iki nedenle Bozdağ’ın teziyle çelişmektedir.
Birincisi Picasso, yazarın verdiği örnek olan Guerica’yı zaten Franko faşizmi tüm şiddetiyle sürerken yapmıştır. İkincisi de Picasso, eseri kurarken politik aktivist konumundadır. Bunu söylerken Güneştekin’in böyle bir kimliğinin olmadığı varsayımından hareket ediyorum. Bu argümanlar yerine Bozdağ’ın, sergideki estetik objeleri belirlerken bunların yeterince nitelik taşımadığı, rengarenk tabutlar, popüler kültürün ihtiyaçları, eğlenceli durumlar, seçilen parlak renkler deyişlerini anlamaya çalışmamız daha isabetli olabilir.
Sanatta Dinamik ve Statik Süreçler
Bozdağ, serginin yapıldığı kentin, ana akım medyada verildiği gibi yalnızca Diyarbakır olmadığını, aynı zamanda orasının Amed olduğunu, Kürtler için sembolik bir kent değeri taşıdığını hatırlatılması da son derece önemli olmuştur. Dolayısıyla diyeceğim şu ki yazar, metinde konuyu anlaşılır kılan pek çok argüman ileri sürmüş olmakla birlikte, metnin başlığında yer alan soruyu yanlış kurmuştur. Çünkü sanatsal etkinlik, zaman ve mekan ile ilgili olmakla birlikte, gerçekleşmesi için bir olayın devam ediyor oluşundan (dinamik) veya sona ermiş olmasından (statik) bağımsız olarak kurulabilir. Hatta, sanat çoğu defa Bozdağ’ın düşündüğünün aksine dinamik süreçte ve süreçlerde kurulur. Dolayısıyla vahşeti, vahşet devam ederken de estetize etme olanağı vardır. Yeter ki sanatçı, onu soyutlayıp daha etkili bir şekilde kurabilecek güçte olsun!