1937-38
1915-16’da yaşanan ve tarihin o güne kadar tanıdığı en vahşi imha hareketlerinden biriyle “Ermeni sorunu hallolunmuş”tu. Ama hâlâ “hallolunması”, kazılıp atılması gereken Pontus, Koçgiri ve İç Dersim gibi başka “dahili tümörler” de vardı.
Rakip emperyalist kamplar arasında dört yıl süren boğazlaşmanın ardından Osmanlı varlığının bizzat kendisi de “halledildi”ği için, bu “dahili tümörlerin halli” misyonu, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin (yani yenilgiden artakalan ittihatçıların) önderliğindeki “kurtuluş” savaşçılarına kalacaktı. 1918-Kasım’ından itibaren savaş galiplerince hesaba çekilip Osmanlı İmparatorluk devletinin görece uzun pazarlık ve artçı sürtüşmelerin ardından küçültülerek “yeni” Türk devletine dönüşmesi, bir bakıma ikinci dalga etnik temizlik ve soykırımların da miladı oldu.
1919-23 yılları arasında yaşanan ve “yedi düvele karşı” kazanıldığı iddia edilen “kurtuluş savaşının zaferi”yle 350 000 Pontus Rumu’ndan, Kuzey-Batı Dersim’deki Koçgiri “tehlike”sinden, Güney-Doğunun Asuri halklarından, Ege Rumları’ndan ve Ezidilerin ana çoğunluğundan kurtulmuş olundu.
1923 Lozan Antlaşmasıyla resmî statüsüne kavuşan Askeri Cumhuriyet devleti tabiî ki, hem savaş ve soykırım suçundan kurtulmak ve hem de gaspettiği serveti iade etmemek için, yarı yarıya kurguya dayalı resmî bir tarihle topluma bambaşka “parlak zaferler” ve “inkılaplar” anlatacaktı.
İkinci bir küresel savaşa doğru evrilen 1930’lu yılların dünya dengeleri, hazırlıkları çoktandır yapılmakta olan “Dersim harekâtı” için elverişli dış koşullar da sunuyordu. İtalya’da 1922 sonlarında Mussolini liderliğindeki “Ulusal Faşist Parti”nin iktidara gelişi Avrupa çapındaki faşist hareketin ciddi bir yükseliş ivmesi kazandırmıştı. İspanya’da Franco’yu, Almanya’da ise Nazileri iktidara taşıyan ekonomik/politik konjonktür, Türkiye’yedeki askeri cumhuriyetin ve onun “ebedi şef”inin de konumunu tahkim etmesine de yarıyordu. Dünya kamuoyu Pasifik’te Japonya merkezli, Avrupa’da ise Almanya merkezli militarizasyon ve savaş hazırlıklarıyla meşgulken, Dersim’de girişilecek bir yerel “final çözüm” ile kim ilgilenirdi ki? Nitekim 1937’de Dersim’i hedef alan be 40 000 dolayında askerin katıldığı ilk dalga saldırı başladığında dünyanın dikkati Japonya’nın Mançurya’da, Faşist İtalya’nın Habeşistan’da ve Nazi Almanya’sı liderliğindeki faşist kampın ise İspanya iç savaşındaki kanlı tasfiye hareketlerinin zerindeydi.
Tertele
Dersim’in çoklu etnik dokusu, Alevi/Kızılbaş ağırlıklı inanç dünyası ve kendisine empoze edilmek istenen fetihçi devlet otoritesine direnç gösteren toplumsal mizacı, öteden beri Osmanlı devletini ve devamında ortaya çıkan askeri cumhuriyeti rahatsız ediyor, giderek kendisini boy hedefi haline getiriyordu. Osmanlı/Cumhuriyet genelkurmayları ve sivil bürokratlarının -sayısı 40’ı bulan- raporları, “hukuksal düzenleme”leri bu tarihsel olgunun kanıtlarıdır.
1925 tarihli Şark ıslahat Planı’nın öngördükleri ise, dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün ağzından ibretlik bir netlikle şöyle özetlenmiş: “Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları mutlaka Türk yapmaktır. Türklüğe ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”
1937 baharına gelindiğinde raporlar serisi ve gerekli tüm askeri/sivil hazırlıklar tamamlanmış, bölgenin dış dünya ile zaten cılız olan bağları büsbütün kesilmişti. “Harekât” başlayabilirdi artık. 4 Mayıs-1937 tarihi taşıyan ve “Gayet Gizlidir” ibareli ferman şu başlığı taşıyordu: “Tunceli Tenkil Harekâtına Dair Bakanlar Kurulu Kararı”. [1]
Sonrası malum. Ezeli şefin, “Bu meseleyi kökünden hallediniz” diyerek tam yetkiyle donattığı sömürge valisi General Abdullah Alpdoğan’ın “Tunç El’i Dersim’in başına inebilirdi artık. Yani “7 T”; “Te’dip (terbiye etme), tenkil (uzaklaştırma), taktil (kesme-parçalama), tehcir (göç ettirme), temsil (asimile etme), temdin (medenileştirme), tasfiye (arıtma)”. Ve “Tunç El”den dönüşme “Tunceli” ya da 8. “T”.
Dünyaya kapatılan daracık bir alanda uygulanan yüksek yoğunlukta bir şiddet ve tasfiye hareketi… Bilanço ürkütücü: Resmî rakamlara göre 13 bin ölü (gerçek bunun birkaç katı), el konulan çocukların subay aileleri arasında pay edilerek köleleştirilmesi/asimilasyona tabi tutulması, gasp edilmeye değer maddi varlıklarına, hayvanlarına bile el konulması, yaşam alanlarının yaşanmaz hale getirilmesi, kitlesel sürgünler ve onyıllara yayılan bir toplu mezar sessizliği.
Özgün bir inanç ve kültür evreninde kendi halinde yaşayan bir halk topluluğuna reva görülen bir iç soykırım vahşetininin bugün dahi “medeniyet” adına savunulması, “alın medeniyetinizi başınıza çalın” dedirtiyor insana. Sömürgeci/ırkçı yağmacı beyaz haydutların asırlar boyu Kızılderili, Aborijin ve siyahi halklara karşı işledikleri suçların tamamı aynı argümana dayanıyordu: “Medeniyet götürmek”!
Eski orgenerallerden Muhsin Batur’un, “…Günlerden bir gün Alayımıza emir geldi… Tren yolu ile Elazığ’a intikal edilecek, bir süre orada eğitim gördükten sonra o zamanlar Dersim denilen bölgeye gideceğiz. Tren yolculuğumuz 40 kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında pek ilkel ve zor koşullar altında gerçekleşti, Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum” [2] diyerek savunmakta zorlandığı bir cinayetin, bugün başında Doğu Perinçek’in bulunduğu nasyonal sosyalist güruhun ideologlarınca hararetle savunulması, tarihin kayıtlarına geçen bir çirkeflik örneğidir.
Seyit Rıza’ların idamlarının infazıyla görevli dönemin emniyetçilerinden İ.Sabri Çağlayangil’in “tüyleri diken diken” halde itiraf ettiği bir cinayetin bu gün Aslan Kılıç gibi neo-ittihatçı eski sol figürler tarafından “Tunceli aydınlanması” olarak savunulması ise tarihsel tezatın, utancın bir başka versiyonudur.
Osmanlı ve devamı askeri Cumhuriyetin tarihi boyunca yerli Hristiyan halklara, Kızılbaşlara, Ezidilere “son” olarak da Kürtlere karşı işlediği insanlık suçlarının “din kardeşliği”, “vatan savunması”, “kurtuluş savaşı”, “cumhuriyet aydınlanması” vb. argümanlarla meşrulaştırmaya çalışılması, açıktır ki yeni soykırımlara kapı aralamaktadır.
Yeni “Tunç el” çağrıları yapan
Beyaz sömürgeci/ulusçu zihin dünyasının soykırımcı, yağmacı “medeniyet” ve “aydınlanma” paradigmaları kapsamlı bir otopsiye muhtaçtır. Aynı şekilde, zamana uyarlanmış bir ümmetçiliğe, “demokratik fetihler” öngören “demokratik modernite” projesinin eseri olacak “yeni” tipte bir Osmanlıcılığa da bir o kadar eleştirel bakmak gerekiyor.
Fatih Sultan Mehmet’in “dünyada tek bir hükümdarlık, tek bir inanç ve tek bir krallık” olmalıdır hayaliyle, Türkçü-Turancı/Kemalist İttihatçıların rüyaları temelde aynı “tek”çi rüyalardır. Asli dayanağını “millet-i hakime”, “millet-i mahkûme” ayırımının oluşturduğu ümmetçi tekçilik ile ulusalcı tekçiliğin, kimi zaman da “Türk-İslam sentezi” formunda sahne alan tekçiliğin yaptıkları, hedef/kurban topluluklar bakımından özde bir fark oluşturmuyor.
…
Soykırımcı devletler ezdikleri toplulukların hafızalarını yok ederken, kendi hafızalarını alabildiğine diri tutarlar.
Olguları tersyüz emek, hep kurbanını suçlamak egemen tarih tezinin klasik hedef şaşırtmasıdır.
Oluşturdukları ideolojik hegemonya ile kurbanın kendini aşağılamasını, kasabına hayran hale gelmesini sağlayan egemenler, böylelikle de soykırımların hesabını vermekten de kurtulduklarını düşünürler.
Yeni Dersim facialarını önlemek, son 120 yılda Osmanlı/Türkiye coğrafyasının yerli Hıristiyan halklarına, Dersim merkezli Kızılbaş ve Kürt halk topluluklarına karşı işlenen soykırım suçlarını mahkûm etmekle, onun hesabını sormakla mümkün olabilir.
Bunun ilk şartı, resmî tarih yalanlarının, “Cumhuriyetin kuruluş felsefesi” odaklı anlatılagelen masallar manzumesinin dışına çıkarak işlenen insanlık suçlarıyla yüzleşilmesi ve ısrarla üstü örtülen kanlı bir mirasın red edilmesidir. İkinci şartı, soykırım kurbanı halkların yarı yarıya silinmiş, tahrip edilmiş kültürel hafızalarını yeniden inşaa etmelerinin imkânlarını yaratmaktır. Üçüncü ise, geçmişte birer birer yem olmalarından çıkarılacak doğru derslerle soykırım kurbanlarının iç birliğinin sağlanması, giderek hedef topluluklar arası dayanışma ve birleşik bir mücadele hattının örülmesidir.
Dersim isminin iade edilmesi talebi karşısında estirilen “son” fırtınanın gösterdikleri vahimdir. MHP cephesinde ifadesini bulan Türkçü/Turancı klasik Türk ırkçısı refleksler, Vatan Partisinin temsil ettiği neo-itthatçı/nasyonal sosyalist histeri ve “Kuvai milliye”ci/Kemalist “sol”un kurtulamadığı yanılsamalar korku, suç ve şizofreni üreten patolojik bir kültürün sürgit devamına neden oluyor.
Fail kampın, Dersim’in ve dünyanın başka Dersimlerinin yaralarının sağalması, bir yanıyla da soykırımlardan alınan kalıcı derslere, cesur yüzleşmelere bağlı değil mi?
Holokost’tan Ruanda’ya
Devam edecek
31 Mayıs-2019
[1] http://dersimnews.com/2017/05/04/4-mayis-1937-dersimin-olum-fermani
[2] https://m.bianet.org/biamag/azinliklar/118263-dersim-i-caglayangil-ve-batur-dan-dinliyoruz