(Marksist/sosyalist/ilerici) Sol, geleneksel olarak ekonomiyle ilgili olmayan baskı biçimlerini anlama ve onları ele alma anlamında geride kaldı. Solun; ırkçılığı, cinsiyet ayrımcılığını, nasyonalizmi, dini, kültürü, günlük hayatı, ideoloji ve medyayı, ekolojiyi ve diğer konuları anti-kapitalist çerçevesine dahil edebilmek için on yılların geçmesi gerekti, ve bunu yapabilmek için de bir çok özgürlük hareketinin baskısını hissetmek zorunda kaldılar. Bu ekonomik indirgemeci çerçeveye ek olarak Solcuların spektrumu hiç bir eleştiri getirmeden insanmerkezci, tür ayrımcısı ve hümanist Batı kültürü ideolojilerini özümsemiştir. Alternatif, radikal ve özgürleştirici çerçevenin uzağında, Solculuk bir diğer baskı biçimi , kurumsallaşmış şiddet ve tahakküm kültürü olarak ortaya çıktı.
Bu tür miyop Solculuk sadece Karl Maks’tan kaynaklamıyor, onu sarıp sarmalayan geleneklerden de kaynaklanıyor, modern hümanizm ve Aydınlanma’dan. Elbette, şiddet dolu, baskı dolu, ataerkil Katolik kilisesi tarafından yönetilen bir dünyadan bilime, aydınlanmaya ve demokrasi, eşitlikçilik ve hakları temel alan modern dünyaya doğru atılan adımlar ilerici adımlardı.
Ancak aydınlanmayı daha derin yönlere doğru taşıyamayan hümanizm, insanları hayvanlardan ayrı ve üstün tutup dünyanın sadece kendi amaçları adına varolduğuna inanan ve vahşi olanı ehlileştirmeyi hedefleyen Greko-Romen ve Hristiyan insan merkezci geleneği sürdürdü. Hümanizmin büyüsüyle Batı insancılığı kendini ilahi bir konuma yükseltti ve doğayı hiç düşünmeden, ona kibirle kendisine boyun eğmeye zorlayarak imparatorluğunu genişletme projesini devam ettirdi. Hümanizm insanların doğadan ve hayvandan kopmasının altını çizdi, ortodoks Hristiyan kavramı olarak, amacımızın doğal dünyayı fethetmek ve ona hakim olmak olduğu inancını bir kere daha tasdik etti. Hümanizm insanın doğadan kopmasına dayalı katastrofik bir ilüzyona dayanan işlevsiz ve şiddet dolu bir dünya görüşüdür. Bu yanlışın hayvanlar ve insanlar için özellikle de gelişmiş teknolojiler ve bilim artı doymak bilmez bir pazar mantığıyla hareket edildiğinde çok fazla gerçek sonuçları vardır.
Kapitalistlerden ve sanayiden hiç farklı olmayan Sol da birlik halinde büyümeyi, endüstrileşmeyi ve doğanın tahakküm altına alınmasını kutladı. Marks ve Engels ekoloji konularına biraz duyarlılık gösterdilerse de, hayvan refahçıları, vejetaryen ve anti-dirikesimcileri hayırseverler, alkol karşıtları ve naif reformistlerle aynı küçük burjuva kategorisinde değerlendiriyorlardı. İkisinin de bu hareketlerin doğru bilimi, şefkat etiğini, ahlâki ilerlemeyi ve sağlığı savunmadaki öneminden haberleri yoktu. Darwin’in doğal seçilim teorisini benimserken onun yaşamın devamlılığı ve hayvanların zekâsına gösterdiği önemi görmezden gelerek hayvanları basit içgüdüleri tarafından yönetilen organizmalar şeklinde görülen Kartezyen modelleri tercih etmişlerdi.
Anarşistler hiyerarşiyi sistemlerin sayıca çok oluşunu analiz etme konusunda başarılılar, Markistleri merkezî sistemleri ve elit organizasyonlarında toplumsal iktidar dinamiklerini yeniden üretmeleri konusunda eleştirirken de oldukça iyiler. Ama söz konusu hayvanlar olunca, anarşistler Sol’dan daha iyi olmadı, hâlâ değil. Murray Bookchin radikal politikayla ekolojiyi harmanlamak için insan merkezci ideolojileri eleştirdi; ama hayvanları vahşi canavarlara indirgeyen aynı tür ayrımcısı görüşü de sürdürdü. Bir çok türdeki akıl, dil, kültür ve teknolojinin varlığını belgeleyen bilimsel çalışmaları bir kenara bırakarak Bookchin hayvanların akıl ve dilden yoksun aptal yaratıklar olduğu biçimindeki Kartezyen-Marksist görüşü kullanır. Hayvanlar bu sebeple “ birinci doğa”ya aittir, insan kültürünün dünyası olan yaratıcı “ikinci dünya”ya ait değildir. Bookchin demokrasiyi ekolojiye bağlarken bir öncülük görevini yerine getiriyordu; ama günümüzdeki küresel krizin en önemli sebeplerinden birini, tarım ticaretini görmezden geliyordu.
Bu yüzden Bookchin’in ekolojik kriz kategorisi oldukça ince ve boştur. Eğer hayvanları şu andaki kapitalist toplumların ölçeğinde sömürüyorsa hiç bir toplum ekolojik sürdürülebilirlik düzeyini başaramaz. Fabrika çiftçiliği, su kirliliği, yağmur ormanlarının yok olması, çölleşme, ve küresel ısınma gibi büyük sorunların birincil nedeni. Dahası, ekinlerin, toprağın ve suyun son derece yetersiz kullanması anlamına da geliyor. Küresel et kültürü dünya halkları arasında eşitsizliği ve yoksulluğu da çoğaltıyor, büyük baş hayvan baronları ve tarım ticareti köylüleri ve çiftçileri topraklarından ve toplumlarından koparıyor, yoksul Güney uluslarının kaynakları zengin Kuzey uluslarına akıyor. Her türden solcu, fabrika çiftliklerinin, kürk çiftliklerinin ve dirikesimcilerinin en korkunç şiddet biçimlerini onaylayan ve köleliğin kötülüğünü idrak etmeden sözde insancıl bir şekilde kölelere nekazetle davranmayı öneren aynı refahçı görüşleri önermeyi sürdürüyorlar.
Çoğu çevrecide görüldüğü gibi, Sol balıkçılıkla ilgileniyor, balıklarla değil; ormanlarla ilgileniyor ormanda yaşayan canlılarla değil; insan kullanımı için “kaynak”larla ilgileniyor, yoksa hayvanların içsel değerleri olduğu ile değil. Solun çevresel ilgileri doğal dünyaya duyulan bir hürmet duygusundan kaynaklanmıyor, daha çok İnsan varoluşu için sürdürülebilir bir çevrenin önemini anlamış görünen “aydınlanmış bir insan merkezcilik”ten (net bir oksimoron) kaynaklanıyor. Her ne kadar vaatleri varsa da, insanın doğaya yabancılaşması ve doğaya yönelik kibir duygusuna yönelik eleştiriler, toplumun ekolojiyle “yeniden uyumlu hale getirilmesi”ni önerirken (Bookchin) içindeki milyonlarca duygu sahibi türü gözönüne almadan sadece fiziksel çevreye odaklanan bir “yeni etik” kavramının tür ayrımcısı, miyop ve yetersiz olduğunun altını bir kez daha çiziyor.
Hümanizmin sınırları, şovenizmi ve ikiyüzlülüğü şiddet ve baskının insan kurbanlarının dile getirdiği şikayetlerde görülebilir, bu insanlar kendilerine “hayvan gibi” davranıldığını söylerken sanki sömürü ve işkencenin diğer hayvan türlerine uygulandığı sürece kabul edilebilir bir durum olduğunu da ortaya koyuyorlar. Hümanizmin sorunu –istediği kadar evrensel, geniş ve “ilerici” olursa olsun- bağnazlığın onu özgürleşme projesi olarak yetersiz bir hale sokması, başka araçlar kullanarak bir hiyerarşi ve tahakküm biçimi haline gelmesi. Anarşistlerin Marksist işçilerin devletini yeni bir isim altında devam eden aynı politik tahakküm olarak görmesi gibi, hayvan özgürlükçüleri de her türden insancılığı-ister liberal, Marksist ya da anarşist olsun- bir diğer kötülük dolu tahakküm ve kontrol sistemi olarak görüyorlar.
Sol türcülüğünün görünümü “ilerici” dergi, gazete ve online sitelerde hayvan sömürüsü konusunun gündeme getirilmemesinde de kendini belli ediyor. 1990’ların başlarında ABD’deki solcu dergi The Nation, bir fabrika çiftliğinde çalışan işçilerin çalışma koşullarını eleştiren bir yazı yazmış ama kafeslerde sıkış tıkış yaşayan tavukların gaddarca sömürülmesi ile ilgili tek kelime etmemişti. Oysa Gale Eisnitz’in kitabı Slaughterhouse hem insanların hem de hayvanların sömürülmesini belgelerken öldürme alanlarında işçilerin hayvanları maruz bıraktığı şiddetin işçilerin ruhsal durumunu nasıl etkilediğini ve bu psikolojik etkinin kendini ev içi şiddete dek taşıdığını da gösteriyor.
Ünlü anarşist yazar Michael Albert’ın 2006 yılında br hayvan hakları dergisine söylediği şu sözleri düşünelim: “ben dünyayı daha iyi bir yer yapmak amacıyla var olan toplumsal hareketlerden söz ederken hayvan hakları aklıma gelmiyor. Gerçekten hayvan haklarını mesela kadın hakları, latin hareketleri vb gibi görmüyorum…hayvan hakları ve onu takip eden eylemlerin geniş ölçekli bir şekilde tartışılması gerekiyor… ama mesela bu durum bana Irak’taki savaşı önlemek ya ada haftada 30 saat çalışma hakkını kazanmak kadar acil görünmüyor.
Görece konforlu hayatlar yaşayan insanların çalışma saatlerinin azaltılmasını esir edilip işkence gören ve her yıl en korkunç şekillerde öldürülen milyarlarca hayvanın ızdırabının önüne koymayı anlamak zor. Sol’un çoğunda olduğu gibi Albert milyonlarca canlının acısına karşı şok edici bir duyarsızlık gösterirken insanları, hayvanları ve çevreyi hasta eden en ciddi problemler arasındaki derin bağları kavrama konusunda holistlik bir vizyon da geliştiremiyor.
1960’lardaki şiddet, ırkçılık, savaş ve toplumsal kargaşa arasında Martin Luther King, Jr. geleceğe dair bir “dünya evi” hayal ediyordu. Bu kozmopolit ütopyada dünyanın her yanından insanlar barış ve uyum içerisinde yaşayacak, din ruhsal gereksinimlerini dindirirken kapitalizm de materyal ihtiyaçlarını karşılayacaktı. Ama bu ütopya; şiddeti, savaşı, yokluğu, yokoluşu ve ekokıyımı besleyen bu ekonomik sistem içerisinde mümkün olabilse bile, insanlar hayvanlarla ilişkisini radikal olarak değiştirene kadar King’in dünyası gene lanet olası bir mezbahadan, zincirin en üstündeki avcılar ve gene onlar için işletilen bir toplama kampından, bir yok etme kampından başka bir şey değil. King’in insan türü için hayal ettiği “rüya” her yıl gıda, giysi, “bilim” ve diğer sömürme sebepleri uğruna katledilen milyarlarca hayvan için “bir kâbus” sonuçta.
İnsancı ve şiddet içermeyen bir ütopya, toplum diğer hayvanları eşitliğe dahil etmedikçe ve onlara doğru adil ve eşit bir davranış geliştirmedikçe gene şiddet dolu bir karşı ütopya ve bir ikiyüzlülük olarak kalacak. İnsancı demokrasi türcü bir ikiyüzlülüktür. İnsancılık büyük bir kabileciliktir.
Bu yüzden, hayvansal bakış açısına göre, Solculuk özgürleştirici bir felsefe veya devrimci bir politika değildir; hayvanlara yönelik bir Nazizm veya Stalinizm’dir, tarih boyunca bir çok varyasyon ve permütasyon aracılığıyla kendini yeniden üreten hakim bir kültüre egemen olmuş en eski ve gerici bir düşünme biçiminin parçasıdır.
Ya Topyekûn Özgürlükten Söz et ya da Hiç Konuşma
İnsan ve hayvan özgürlük hareketlerini birbirinden ayıramayız, biri özgür olana dek diğeri de özgür olamaz. İnsanlar barışçıl, insancıl ve sürdürülebilir toplumları hayvanları sömürdüğü (ve böylece çevreye derin bir biçimde hasar vererek) sürece geliştiremeyecek, bu yüzden hayvanlar toplumlarda derin psikolojik ve kurumsal değişimler yaşanmadan özgürleşemezler.
Bu gezegen üzerindeki bütün türlerin kaderleri inceden inceye birbirie bağlı olduğu için hayvanların sömürülmesi insan dünyasında psikolojik, sosyal ve ekolojik anlamda büyük bir iz bırakıyor. İnsanlar hayvanları yok ettiğinde, kendi yaşamları için gereken yaşam alanlarını ve ekosistemleri yok ediyorlar. Milyarlarca çiftlik hayvanını öldürdüklerinde yağmur ormanlarını yağmalıyor, meraları çöle çeviriyor, küresel ısınmayı çoğaltıyor, toksik artıkları çevreye döküyorlar. Küresel ölçekte bir fabrika çiftçiliği inşa ettikleri zaman çok büyük oranlarda toprak, ürün, su, enerjiyi saçıp savuruyorlar ve dünya açlığı sorunu da daha kötü bir hale getiriyorlar. İnsanlar duyguları olan diğer canlılara şiddet uyguladığı zaman birbirlerine de şiddet uyguluyorlar, bu da hayvanları istismar ederek büyüyen seri katiller ve kadınları, çocukları ve hayvanları döven erkekler tarafından defalarca doğruluğu kanıtlanmış bir durum. Hayvanları kendi tüketimleri için bir kaynak olarak araçlaştırdıklarında kendi kişisel büyüme ve şefkat kapasitelerini de bodur bırakmış oluyorlar. Dirikesimciler bir sene içerisinde yüzmilyonlarca hayvanı işkence edip öldürürken devlet onaylı ilaçlarıyla binlerce insanı yaralayıp öldürmüş oluyorlar, ayrıca tıbbi ilerlemeleri antika ama çıkar sağlayan araştırma paradigmalarıyla tıkamış oluyorlar. Buradaki bağlantılar daha da fazla, hayvanların evcilleştirilmesi ve ataerkillik, devlet iktidarı, kölelik, hiyerarşi ve her çeşit tahakküm biçimi arasındaki kavramsal ve teknolojik ilişkiler bunu ortaya koyuyor.
İnsan ve hayvanların ezilmesi arasındaki ilişkiyi anlamak, hayvanları savunan her insanı azarlamak için kullanılan şu itirazın önünü tıkıyor: “peki ya insanların çektiği acı?”. Bu soru hayvanlara yardım etmenin insanın kuyusunu kazdığı gibi bir durumu varsayıyor, ayrıca Martin Luther King’in (o dar tür ayrımcısı bakışıyla) “karşılıklı bir ilişkinin süsü” diye nitelediği şeyi kavrama konusunda başarısız oluyor . Bunu idrak etseler de etmeseler de veganizmi ve hayvan haklarını savunan eylemciler kendiliğinden insan dünyasındaki bir çok kompleks soruna engaje oluyorlar.
İnsan, hayvan ve çevre sömürüsü birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı, birisine son vermeden diğer sömürü biçimini bitirmek mümkün değil. Meselâ; insan nüfusu oranlarının insanların daha eğitimli ve kadınların daha fazla hak sahibi olduğu yerlerde düşmesi dikkate değer. Ayrıca insanların çaresiz bir yoksulluk yaşamadığı yerlerde ağaçları kesmek ya da hayvanları avlamak için ekonomik bir ihtiyaç olmuyor. Eğer Afrika’da hayvan avcılığı yapmak yoksul köylülerin hayatta kalmak için tek şansıysa yoksulluğun kök sebeplerine işaret ederek insanları öldürmeye iten ekonomik gerekçeleri elimine etmeye ihtiyacımız var demektir.
Hayvan özgürlüğü için etkili bir mücadele, o halde; yoksulluk, sınıf, politik çürüme ve nihayetinde uluslararası şirketler ve küreselleşme tarafından yaratılan eşitsizlikler gibi konuları ele almayı gerektiriyor. İnsanlar yıkıma yol açan politikaları onları üreten ve yeniden üreten küresel iktidar ilişkileri ve ekonomik, politik ve yasal kurumları değiştirmeden değiştiremezler. Hayvan sömürüsünü bütün dünyayı ve onun bütün yaşam formlarını meta haline getirip nesneleştiren, biçim değiştirten ve tüketen kapitalizmi ortadan kaldırmadan yok edemeyiz. Değişim için isyan eden sayıca az vegan ve hayvan özgürlükçüsünü düşününce bu insanların tek ümidinin devrimci toplumsal ve çevre hareketleriyle köprüler kurmak olduğunu anlıyoruz.
Hayvanları kurtarmak için geçerli bütün yaklaşımlar, kararların iktidar sahibi çürümüş bir kaç kişi tarafından değil de demokratik karar verme haklarını kullanan topluluklar tarafından verildiği daha büyük bir demokrasiyi de savunmak zorunda. Doğal dünyada yaşanan kriz sosyal dünyada yaşanan krizin bir yansıması, burada şirket elitleri ve onların devletteki uşaklarının iktidarı merkezileştirip zenginliği tekelleştirdiler, demokratik kurumları yıkıp muhalefet edenlere karşı gaddar ve şiddet dolu bir savaş açtılar. Doğanın ve hayvanların şirketler tarafından yıkıma uğratılması, hiyerarşik ve asimetrik toplumsal ilişkilerle, kapitalistlerin politik, yasal ve askeri sistemi toplumu, doğayı ve biyoçeşitliliği sömürgeleştirme amacı taşıdığı bir şekilde yönetmesiyle mümkün bir hâl alıyor. Hayvan ve dünya sömürüsü, toplumsal sorunlardan kaynaklandığı ya da onlarla ilgisi olduğu için toplumsal çözümler gerektiriyorlar.
Kapitalist toplumların sofistike sosyal, ekonomik, politik ve tarihî bir analizini ortaya koyamadığı ve toplumun bir sektöründe reformlar yaparak hayvanların acısını ortadan kaldırmaya çalıştığı için, hayvanları savunma hareketinin çoğunluğu, Sol’un kendisine yönelttiği; reformist, tek konu odaklı bir hareket olduğu ve taleplerinin –potansiyel olarak hayvan özgürlüğünün hayvan sömürüsüne dayanan bir toplumu ve ekonomiyi tehdit ettiği noktada radikal olarak görülse de- bütün yaşamı ve dünyayı çıkar sağlama, büyüme, tahakküm ve artırma amacıyla sömüren küresel bir sistem içerisine dahil olmaktan başka bir derdi olmadığı şeklindeki eleştirisi doğrudur.
Yeni köle ekonomisine saldırarak hayvan özgürlüğü hareketi küresel kapital için bir tehdit oluşturuyor; kendi başına devrimci bir güç değil, ama “küçük burjuva” etiketiyle işi bağlamak da zor. Dünya çapında büyüme ve yayılmalarına, kapital mantığına ve bir çok köle ticaretine karşı –et, süt, yumurta; üretme ve dirikesim; deri ve kürk; “eğlence sektörü” ve diğerleri- hayvan özgürlükçüleri “eko-terörist” damgasını yemek ve son on yıl içerisinde herkese uygulanan ağır bir devlet baskısı pahasına kapitalizme ciddi bir tehdit oluşturuyorlar.
Genel olarak bakarsak, hayvan özgürlüğü; avcı ve patolojik bir insancılıktan, kökleri hayata hürmet duymaya ve toplumu doğayla ve biyoçeşitlikle harmanlayan yeni bir etiğe, kimliğe ve kültüre doğru yaşanacak kültürel bir paradigma kaymasını etkileme potansiyeline sahiptir. Hayvan özgürlüğü; insanların hiyerarşi, eşitsizlik ve ayrımcılığı meşrulaştıran her türden argümanın temelsiz, yanlış ve keyfi olduğunu yavaş yavaş öğrendiği geniş tarihî bir öğrenme sürecinin sonucudur. Hayvan özgürlüğü insanlığın son iki yüz yıl içerisinde gerçekleştirdiği en ilerici etik ve ilerici gelişmeler üzerinde yükselir ve onları mantıksal sonuçlarına taşır. Hak, eşitlik ve şiddete başvurmama gibi mücadelelerini bir sonraki adımına, insancılığın ahlaki ve yasal yapay sınırlarının ötesine türcülüğün de dahil olduğu bütün önyargılara ve hiyerarşilere meydan okumak amacıyla taşımaktadır.
Ama sosyal, politik ve ekonomik değişimler, insan kimliğinde insanların dünyaya ait olduğu ama dünyanın insanlara ait olmadığını idrak ettikleri türden bir Kopernik Devrimi yaşadıkları derin etik psikolojik değişimler yaşanmadan hayata geçirilemezler. Veganlar ve hayvan özgürlükçüleri; hakları, demokratik bilinçliliği, psikolojik büyümeyi ve biyolojik bağımlılığa yönelik bir farkındalığı tarihte önceden örneği görülmemiş bir seviyeye taşıma potansiyeline sahipler. Dahası, hayvan özgürlüğü, şirket tarımına, ilaç devlerine ve tedarikçilerine saldırırarak kapitalist büyüme ekonomisinin büyük sektörlerine meydan okuyor.
Sömürüden, eşitsizlikten ve adaletsizlikten şikayet eden, ekolojik sürdürülebilirliği savunan, sosyal analize yönelik holistik modellerin savunuculuğunu yapan Sol hareketlere hayvan özgürlüğünün meydan okuması, Sol’un insan ve hayvan özgürlüğü arasındaki karşılıklı derin ilişkileri idrak etmesi yönündedir. Bir türün diğer türlerin sırtından kurtuluşa ulaşması bir özgürlük hareketinin bütün etik ilkelerine zarar verir. Hayvan özgürlüğü Sol’un etik bir bakış içerisinde büyük bir adım atmak için insancılığın konforlu sınırlarını aşması, ve böylece ahlâki çıtayı akıl ve dil sahibi olmaktan öznellik ve duygu sahibi olmaya yükseltmesini talep ediyor. Ekolojiyle yaşanan yüzleşmeler derinleşip Solcu teori ve kuramı zengileştirdiği gibi aynı şeyin hayvan özgürlüğü ile de olması gerek. Hayvan özgürlüğü mücadelesi bütün insanların alışkanlıklarında, eylemlerinde, değerlerinde ve kafa yapılarında radikal değişimler gerektiriyor; çünkü hayvan özgürlüğü sömürü pratikler üzerinde yükselen toplumsal kurumların ve ekonomik sistemlerinde de temelinden yeniden yapılandırılmasını gerektiriyor. Hayvan özgürlüğü demokrasi ve ekoloji için yeterli bir koşul değil, ama bir çok nedenden ötürü ekolojik, sosyal, kültürel ve psikolojik değişim için gerekli bir koşuldur. Hayvan haklarını savunanlar hayvanlarla merhamet ve şefkate dayanan ilişkiler kurulmasını savunuyor, ama bu insanların dünya ve politik görüşleri kapitalist, sömürüyü savunan, ırkçı, cinsiyet ayrımcısı veya başka psikolojik yanlışları destekler bir tarzda olabilir. Kapitalist devlet ve ekonomiyi eleştirmekten uzak oldukları için derinlere kök salması ve sağlamlaşması gereken daha geniş bir eleştirel bilinçlilikten de uzak kalıyorlar. Solcuların nadiren kendi türcülüklerini kabul etmesi gibi, bir çok hayvan hakları savunucusu da kapitalist ve devletçi ideolojileri yeniden üretiyor.
İnsan/hayvan özgürlüğü hareketlerinin birbiriden öğreneceği çok şey var, hiç bir hareket diğeri olmadan amaçlarına ulaşamaz. Bu gerçekten tek bir mücadele, tek bir kavga. İnsan/hayvan özgürlüğü denkleminin her iki yanında da daha geniş vizyonlara ve politikalara ciddi bir ihtiyaç var, yeni diyalog, öğrenme, ve stratejik birliklere gereksinim duyuluyor.
Gerçek bir devrimci sosyal teori ve hareket sadece tek bir türün üyelerini özgürlüğüne kavuşturmaz, bütün türleri ve dünyayı özgürlüğüne kavuşturur. Adını taşımaya lâyık bir devrimci hareket ; ilk tarım toplumlarında görülen çiftçilik pratiklerinin özünde görüldüğü gibi hiyerarşi ve tahakkümün kadim kavramsal köklerini kavrayacak ve araçsalcılığı ve hiyerarşik düşünceyi ve kurumları yenerek yeni bir etik (ekoloji ve hayvan özgürlüğü)ve doğa politikası oluşturabilecektir. Kapitalizmin uyuşmazlığını insanlığın en derin değerleri ve amaçlarıyla kavrayabilecektir. Demokratik, liberter sosyalist ve anarşist gelenekler üzerinde yükselebilecektir. Radikal yeşil, feminist ve yerli mücadelelerini bir araya getirecektir.
Hayvan, insan ve dünya özgürlüklerini küresel kapitalizme ve her türden tahakküme karşı topyekûn özgürlük mücadelesi şeklinde birbirine katacaktır. Bu mücadele, insanların hayvanlar ve dünya üzerindeki tahakkümü dahil, bütün asimetrik iktidar ilişkilerini ve hiyerarşi yapılarını bozmak zorunda. Bütün önyargı ve ayrımcılık biçimlerini yok etmek zorunda.- sadece ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, homofobi ve engelli olmamak değil, türcülük ve insancılıkla ilgili bilimsel olarak yanlış ve ahlâken iğrenç yalanlarını da-. Böyle bir hareket devletin, medyanın ve küresel şirketlerin büyüyen iktidarını merkezîlikten uzaklaşma ve toplumun her katmanında demokratikleşmeyi savunmak için ters yüz etmeli. Ancak bu şekilde toplum doğal dünyayla ve diğer türlerle uyum içerisinde yeniden oluşturulabilir.
Toplumsal bir hareket olarak olgunlaşırken, hayvan haklarını savunanlar “ toplumsal adalet”in sınırlı bir politik kavram olduğunu ve bütün türler özgür kalana dek hiç bir türün özgür olmadığını hatırlamamızı sağlıyor. Geleceğin sloganı “ biz tek bir ırkız, insan ırkıyız “ olmamalı; “bizler tek bir toplumuz, biyotoplumuz… Gaia toplumu” olmalı.