Bizimle iletişime geçin

Kültür-Sanat

Unutulmuş Ataların Gölgesi Üzerine: Öyküsünü aradığım kişi nereye giderse ben de ona eşlik ediyorum

Özgürlük arzumuzu da bir kenara bırakamayız sanıyorum. Ben okura sınırlardan mı sesleniyorum, inanın farkında değilim. Ama diyelim ki Ezidi toplumunun içinden, Ermenilerden, Kürtlerden bazı insanları alıyor, onların öykülerini yazıyorum varsayalım. Orada sınır kendiliğinden beliriyor.

Erdem Özgül ile ocak ayında yayınlanan öykü kitabını, 6 Şubat’ta yaşanan korkunç depremi, edebiyat anlayışını, dünya görüşünü, yazma eğilimini, okuduğu kitapları, ilgisini çeken yazarları, içerisi ve dışarısı üzerine söyleştik.

Biz sizinle bu konuşmayı planladıktan kısa bir süre sonra Türkiye’nin güney bölgesi Maraş Elbistan merkezli ağır bir deprem yaşadı. Yıkılan şehirler, yitirilen canlar, bir acele kaldırılan enkaz… Hatay cihatçıların yakıp yıkıp yağmaladığı Halep’e dönüştü bir anda. Kitabınızla ilgili  konuşmadan önce, bu korkunç cinayete dair bir şeyler söylemek ister misiniz?

Siz Halep’i anımsamışsınız. Geçmişte gazeteci olmanızdan da kaynaklı bu böyledir sanıyorum. Halep ticaret açısından da önemli bir merkezdi, Lazkiye, Heseke ve Şam’la birlikte Suriye’nin kalanına yaşam enerjisi pompalıyordu dense abartı olmaz sanırım. Benim aklıma ilk gelen ise Ermeni Klikyası oldu. Adana Katliamı. Maraş’tan alın, Adıyaman, Malatya, ilerleyin gelin Adana, Mersin, Hatay Klikya ile kesişen topraklardı. 1909 Adana’sında buralar, Haçın, Zeytun ve benzeri merkezler özellikle insansızlaştırıldı. Dikkatimi çekti, ikimiz de depremi, deprem olarak ele alamıyoruz. Bir saldırganlık, kıyım arıyoruz burada ve maalesef yanılmıyoruz da. Tüm bu yörelerde sökülen zeytinlikler, dibinde aranan madenler, gereğince kapatılmayan maden ocakları, daha dün Fırat nehrine sızan siyanür, kurutulan göller, üzerine kurulan havaalanı, bu katliamın geleceğini bildiriyordu. Ve geldi. Ağır bir keder doğrusu. Siz de yakınlarınızı kaybettiniz Diyarbakır’da. Ölenlere rahmet, sizlere, bizlere, hepimize sabır dilerim. Ağır bir kahır bu, düşününce aklımı kaçıracak gibi oluyorum doğrusu. Adıyaman’da, Hatay’da, Maraş’ta, bugün olmuş su yok, yiyecek yok, çadır yok, tuvalet yok, ev kiraları uçtu, konteynırlar neredeyse bir dairenin yarı fiyatına satılık. Metin abi sizin gibi binlerce insan ikinci bir iş arıyor. Buldu, bulamadı. Ama kalanları hayatta tutmak yakınlarının ve dayanışma gösteren dostlarının sorumluluğunda artık. Adına sosyal devlet dediğimiz şey görünürde yok. Adana milletvekili Tülay Hatimoğulları’nın kaygısı ise hepimizin paylaştığı bir endişe. Antakya’dan Alevilerin göçertirilmesi. Maraş katliamı ile birlikte Elbistan, Pazarcık, Malatya’nın Kürt Alevi köyleri göçertilmişti. Şimdilerde Hatay’ın demografisi ile oynandığı ortada. Devlet depreme hazırlıksız yakalandı diyenler oluyor, ama bunun da bir çarpıtma olduğunu düşünüyorum. Eh hazırlıksız madem, neden altından insan çığlıklarının yükseldiği bina enkazlarına kurtarma ekiplerini değil de iş makinalarını sürüyor? Yaşatmak gibi bir sorumluluk hissetmiyor ama olası yağmayı pay etmeyi planlamış bile.

Epeydir W. G. Sebald’in Hava Savaşı ve Edebiyat eserini düşünüyorum. Sebald bu derslerinde İkinci Dünya Savaşı’nda Köln’de kişi başına 31,4 Dresden’de ise 42,8 metreküp moloz düştüğünü söylüyordu. Depremi düşünelim şimdi. Adıyaman’da, Hatay’da ve diğer şehirlerde can başına, yol başına, göl başına, su başına kaç ton moloz düştü. Sebald’in bu derslerinden de gördüğümüz üzere edebiyatçılar her zaman edebiyat yapmazlar. Kayıt tutarlar, felaketin boyutunu kazır, bellek oluşturur, bu durumda oluşan aymazlığı eleştirirler, bu en çok onların işidir. Svetlana Aleksiyeviç ve benzeri cesur etnologlara da ihtiyacımız var doğrusu. Sebald’in Hava Savaşı ve Edebiyat’ta felaket üzerine etraflıca düşünmesinin bizim açımızdan lüks olduğunu unutmuyorum elbette. Baksanıza kıyımlar, katliamlar, kıyıma dönüşen afetler, doğuda bugüne kadar tarih tarihte kalmadı. Sürekli tekrar etti maalesef.

Erdem biraz da edebiyat konuşalım şimdi. Gündemden kaçmak hepimize iyi gelecek. İlk kitabınız Unutulmuş Ataların Gölgesi ocak ayında Dipnot Yayınları tarafından okura sunuldu. Hemen akabinde Hüseyin Bul Yeni Yaşam Gazetesi için yazdığı tanıtım yazısında sizin okurlara sınırlardan seslendiğinizi belirtti. Öncelikle sınır bahsinde ne demek istersiniz?

Sadece coğrafyamız değil, dünya katı sınırlarla bölünmüş durumda. Türkiye Suriye sınırına, Kürtlerle Kürtler arasına kocaman bir duvar ördü. Ördüğü duvarı yine kendisi aştı. Afrin gibi şehirlere de çöreklendi. ABD Meksika sınırı ve sınıra örülen devasa duvarı hep hatırımızda tutmalıyız. Peki ama buraları nasıl aşacağız? Özgürlük arzumuzu da bir kenara bırakamayız sanıyorum. Ben okura sınırlardan mı sesleniyorum, inanın farkında değilim. Ama diyelim ki Ezidi toplumunun içinden, Ermenilerden, Kürtlerden bazı insanları alıyor, onların öykülerini yazıyorum varsayalım. Orada sınır kendiliğinden beliriyor. Türk ulusunun imparatorluk geçmişi dolayısıyla hinterlandı var. Ermeni ulusunun maruz kaldığı büyük trajediler sonrası dünyanın kendisi kadar büyük bir diasporası var. Kürt ulusu belki Erbil’de, Haseke yahut Diyarbakır’da merkezileşemiyor ama geniş bir çevreye yayılıyor. Sınır bu halkları böldüğü gibi birleştiriyor da. Aynı şekilde bütün bu halklar da temelde insanlar, ayrıldıkları gibi birleşiyorlar da. Sadece nefret etmiyor, âşık oluyorlar, çocuk yapıyorlar. Çok sevdiğim arkadaşım Suphi Nejat Ağırnaslı’yı hep düşünelim, hep analım. Bütün hayatını bir değişime sundu, sınırı aştı, hattın öbür tarafında bir Kürt evinin konuğu oldu. Eminim Paramaz Kobani’de çok farklı biriydi. Sınırla uğraşayım gibi bir derdim yok aslında. Ben insana, onun öyküsüne odaklanıyorum. Yazarken korkmuyorum ama, öyküsünü aradığım kişi nereye giderse ben de ona eşlik ediyorum. Bu yeni havalimanının inşaatında sakat kalan yabancı bir işçi de olabilir, dağlara sığınmış bir devrimci de olabilir. Öyküyü nasıl anlatacağımla ilgiliyim ben. İyi yazılmış olsun, algıları açık olsun, ajite etmesin… Evet bütün derdim budur diyebilirim. Şimdi trajediyi mi ele aldım, yarın daha komik şeyler de yazarım. Sınırı aşmak istiyorum, kendime insanlarıma sınır koymak istemiyorum doğrusu. Şu duvarı niye ördüler ki diye düşünüyorum. İstanbul’un etrafı surlarla örülüydü ama Fatih Sultan Mehmet ve askerleri şehri ele geçirdiler. Bir yeni imparatorluk doğdu. Salman Rüşdi’den de biliriz, Saadet Hasan Manto’dan ve hatta Hanefi Kureyşi’den de sınırlar çelişkileri berraklaştırırlar. Önüne barikat kurulan işçi önderini unutmadık değil mi? Öyle mi alay komutanı demişti hani. Bir sözüyle barikatı dağıttı desek abartı mı olur.

Öykü kişilerinizden biraz bahsedelim istiyorum. En göze çarpanlar, Garabed Eli Mehmet Ali olmuş, bir tutuklu, ölüm orucunda ve nihayetinde hayatta. Trende isimli öykünüz bir yolculuk sunuyor aslında okura… Yanı sıra tutuklular, dağa gidenler, Sivas Katliamı, sürgün… Günümüz edebiyatı bu denli politize değil, ama politikadan rant devşiriyor elbette, siz neden böyle bir giriş yaptınız? Yahut şunu sorayım, kitabınızın yayınlanmaması gibi bir kaygınız olmadı mı?

Birden fazla soru sormuş oldunuz ama hepsine yanıt vermeye uğraşacağım. Aslında ben sevdiğim yazarlardan aldığım dünyayı geleceğe taşımaya uğraştım. Söz gelimi Franz Kafka’nın, Hermann Broch’un, Joseph Roth’un yapıtları da bireyin toplum ve devlet tarafından kuşatılmasını farklı farklı kalemlerle ele almıyorlar mı? Hani çok tartışıldı hatırlarsınız Marquez’in Kırmızı Pazartesi isimli novellası memleketimizde en çok Hrant Dink cinayetinden sonra göze çarptı. Romanın başlığı ve adeta özeti şöyle idi: İşleneceğini herkesin bildiği bir cinayetin öyküsü. Burada öncelikle bir cinayet hazırlandı. Herkese bu adamın kalemi kırıldı dedirtildi. Sonra da Dink öldürüldü. Peki ama benzeri binlerce cinayet işlenmişken Dink’in başına gelmiş felaketi anlamak için neden Marquez’in imgelemine sığındık? Sorunuza cevaben söylüyorum bütün bunları. Buralarda yaşanmış büyük cinayetleri Kemal Tahir mi anlatabiliyor bize yoksa son yıllarını dünyada sürgün yaşamış Josph Roth ve onun ölümsüz eseri Örümcek Ağı mı? Orhan Kemal’in Murteza’sı gibi en azından imgesi bağlamında dünya edebiyatında Oblomov’a, yahut Don Kişot’a tezat oluşturabilecek evrensel nitelikte yapıtlar çıkamamış bu topraklardan maalesef. Bir tür sığlık, öngörüsüzlük, dünyaya kapalılık almış başını gidiyor Türkiye edebiyatında. Özdemir İnce ve arkadaşları biliyorsunuz Türkçe edebiyat yahut Türkiye edebiyatı diyenleri dahi kabul edemiyorlar. Yazdıklarıma gelince evet yirmili yaşlarımdan beri yazdığımı düşünürsek, özellikle 10 yıldan fazla bir süre bırakın kitap yayınlamayı dergilerde bile çok az şey yayınlayabildim. Ama bunu sorun etmiyorum. Ben düşüncenin peşindeyim doğrusu, kariyerin, ünün, paranın değil. Arkadaşlarım kitap yayınlarken ben Joyce’u, Musil’i, Cortazar’ı okuyor, işçi grevlerine, 1 Mayıs gösterilerine katılıyordum. Çok acele de etmedim. Okumanın keyfine kapıldım biraz da. Nasılsa sözüm var er ya da geç söyleyeceğim. Bunun rahatlığı içindeydim.

Ben müsaadenizle yine kitabınıza, kitabınızdaki isimlere, yüzlere döneceğim. Özellikle 1990’ların dünyasından kimseler, açık gizli sayfalarınız arasında varlar. Ormanlara Sesinin Gümbürtüsü Ormanlara öykünüzde 19 Aralık Hapishaneler katliamında kolunu kaybetmiş tutuklu biri var. Akla Veli Saçılık geliyor. Dr. Kasımlo, Levon Ekmekçiyan, sizin Ece Ayhan okuru olduğunuzu da bilince… Kürt Hareketinin Dersim bağlamında önemli isimlerinden Zap Kemal var. Kitabınızın ilk ve son öyküsündeki Garabed ismi de dikkat çekici. Derlemenizin adı Garabetler Kitabı bile olabilirmiş. Ne dersiniz?

Ben sanırım eylem halindeki insanın öyküsünü anlatmaya meyilliyim. Durduğu yerde sıkılan insanı yorucu buluyorum. Bir cam kır, dünyanın suratına haykır, niye boş duruyorsun değil mi? Zerdeşt de bir eylem adamıydı dikkat ederseniz. Eylem halinde ama yalnız bırakılmış kimseler ilgimi çekiyor, drama, trajediye ve elbette humora ihtiyaç duyuyorum insanı anlamaya çalıştığımda. Bahsettiğiniz kesik kol öyküsünde Vefa Serdar’dan daha çok etkilendim aslında. Saçılık’ı çok az tanıyordum. Vefa’nın yakınmaksızın nasıl acı çektiğine şahit olmuştum İstanbul’da iken. Bir dönem İkitelli’de de yaşadı, karşılaşıp görüşüyorduk. Maalesef erken kaybettik onu, peşi sıra da eşini. Bilirsiniz sık sık hayat acımasızdır der ve maalesef haklı çıkarız. Öyküyü o zaman Ayşenur Kolivar’ın Bahçeye Hanımeli albümü yeni çıkmıştı onu dinlerken birdenbire oturdum satır satır yazdım. Çok da tasarlamamıştım. Sonra da anlatıcısını Asurileştirdim. Hakkari’ye doğru götürdüm. Niye derseniz soykırım tanıklıklarını okuyordum. Ermeni milletvekillerinin çilesini vs. O katastrofik ortamda anlatılabilir bir şeyler arıyordum. Tarihsel olanla güncel olanı iç içe geçiriyordum. Zaten sonrasında fırtına koptu. Milletvekilleri, mimarlar, sanatçılar peş peşe tutuklandılar. Selahattin Demirtaş gibi öykücüler romancılar da çıktı bu baskı sürecinden. Zap Kemal ile Teğmen İsmail’i ele aldığım öyküde Zap Kemal’i de eleştiriyor ama bahsettiğiniz öykünün anlatıcısı. Oysa savaşı başlatan Zap Kemal yahut arkadaşları değilse de orada anlatıcı bir çocuk. 1990’ların çocuklarını düşünmeliyiz? TRT izliyorlardır değil mi? Anadolu’dan Görünüm falan. Rezalet yani. Üstelik anlatıcı Ermeni. Arada kalmış. Halkı yok olmuş, çatışma karakolu yerle bir ediyor. Yapı önemli çünkü bir kilise aslında. Garabed’e gelince. İlk öyküdeki Garabed Eli’yi Mehmet Ali Eser’den etkilenip yazdım. Trenle Linz’e gidiyorduk. Ona Ölüm Oruçlarını sordum. Kızı ile ilgili ilgimi çeken şeyler anlattı ve bu öykü ortaya çıktı. Berlin Duvarı öyküsündeki Garabed’in öyküsünü yazarken ise Diyarbakırlı Garabed Demircioğlu Dersimli olsa ne olur, nasıl olur diye düşünüp de yazdım. Yani bunca yılın Dersim’i, tarlası tumu, dağı kilisesi Ermeni de insanı neden değil. İlgi çekiyor pek tabii ki. Ermenicedeki Houshamadyan sözcüğüne de biraz takığım doğrusu. Canlandırmaya, yeşertmeye, yeniden var etmeye. Bir ulus, bir devlet kuralım demiyorum. Ama elbette işlediği cinayet de faillin yanına kalmasın. Geri kalanların yaşayabilmesi için bizim iğneyle kuyu kazan dayanışmamıza, onlar için onlarla birlikte göstereceğimiz sabra sebata ihtiyaçları yok mudur? Bilirsiniz hapishane tünelleri de kazma kürekle değil, çoğunlukla çatal kaşıkla, sabırla kazılırlar. Ben farklı farklı insanlarla dayanışmanın, onların öykülerini öğrenmenin öyküsünü yazıyorum aslında biraz da. Bu açıdan politika da umurumda değil.

Öncelikle sorularımı açık yüreklilikle yanıtladığınız için teşekkür ederim Erdem. Son sorumu sorayım, kitap Pavese’den bir alıntıyla başlıyor. Ressam Yüksel Arslan’ın Robert Walser’den yaptığı alıntıyla bitiyor. Broch’u, Joseph Roth’u andınız. Âdettendir, kimlerden nelerden etkileniyorsunuz diye sorayım. İçerden, dışardan yani. Adını andınız hazır, Demirtaş’ı nasıl buluyorsunuz?

Metin abi, en zor soruyu en sona mı sakladınız, ne yaptınız? Sondan başlayayım müsaadenizle. Selahattin Demirtaş’ı, Selçuk Kozağaçlı’yı, Mücella Yapıcı’yı, Can Atalay’ı, Nuriye Gülmen’i çok iyi buluyorum elbette. Bilirsiniz Gülmen’in çevirmenliği de vardır. Durdukları yerde çoğalarak, yükselerek durdular bu arkadaşlarımız. Demirtaş farklı yetenekleri olduğunu da gösterebildi. Marx’ın öğüdüne uymuşçasına sevilen bir insan yaptı kendisini. Soğuk bir lider olmanın ötesine geçti, her ne kadar Akşener deli saçması bir tepkiyle kendisini kahvaltı masasına çağırmadıysa da o her eve girdi çıktı, dost, kardeş, abi, yoldaş, Başak Hanıma eş, çocuklarına baba olduğunu hepimize gösterdi. Dört duvar arasında ama dişiniz ağrısa ilk geçmiş olsun kardeş, şöyle mi yapsan telkinini ondan alabileceğinize inanabileceğiniz kadar da yakınınızda. Sorunuzdaki ‘içerden dışardan’ kısmını okurken Turgut Uyar’ın bir şiirini anımsadım. Siz, ben pek çok arkadaşımız dışarıda. Daha çoğu da içeride malum. Bir parçasını okumak istiyorum müsaadenizle. “Arif’i mi sordunuz, dışardadır, Almanya’da/çalışır/Seçkin’i mi sordunuz, içerdedir, Türkiye’de/Mevlut’u mu sordunuz, içerdedir, Türkiye’de/okunur/uzun bir gün olarak ağustosta, içerde/Yusuf’u sorduysanız, Rize’den, o dışardadır, Almanya’da/gelecektir tabancasıyla/karısı buradadır, Türkiye’de çocuklarıyla/Murat’ı sorarsanız, içerdedir, türkiye’de/her Allahlın günü beşe bölerek uykusuzluğunu/“gülün narkını” hesaplıyor durmadan” Kimleri okumuyorum ki. Şöyle söyleyeyim ya da, çok okuyorum. Zaman bulmam yeterli bunun için. Bomboş sokakları okuyorum. trenleri okuyorum, sabah akşam trenlerde işe giderken işten dönerken okuyorum, insanları, işçileri, patronları, sağcı bulvar gazetelerini, solcu pankartları, sarı sendikaları okuyorum… Virginia Woolf’ü, Pavese’yi, Dino Buzzati’yi, Yüksel Arslan’ı, Fleur Jaeggy’i, Orhan Koçak’ı, her iki Walser’i, Robert’i ve Martin’i, Lucie Berlin’i, Grace Paley’i, İtalo Calvino’yu okuyorum. Çokça kritik okuyorum. Bugünlerde bir arkadaşımın önerisiyle ‘feminizm aşkına’ bell hooks’u, Feminizm Herkes İçindir’i okuyacağım örneğin. Ondan sonra Jorge Amado’yu okuyacağım. Alınteri isimli romanını. Ondan sonra Helen Garner’i okuyacağım, Çocuklar İçin Bach’ı. Deprem olmasa hep böyle gelip geçiyordu, böyle gelip geçecekti benim de günlerim. Şimdilerde kafam biraz karışık doğrusu. Bana uzun uzun kendimi ifade etme olanağı tanıdığınız için asıl ben size çok teşekkür ederim Metin Abi.

Söyleşi: Metin Veyisalioğlu



Aralık 2024
PSÇPCCP
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
3031 

Daha Fazla Kültür-Sanat Haberler