Bizimle iletişime geçin

Makale

Fikret Karavaz Yazdı: Sosyalizm Deneyimleri Üzerinden Yeni Bir Sosyalist Paradigmanın Ontolojik Temelleri- 1

Her demokratizm bir diktatörlüktür ve bu diktatörlüğün hangi sınıf ya da sınıfların diktatörlüğü olduğunu belirleyen demokratizmin politik ekonomik içeriğidir.

Bir sosyalist inşa süreci için onun üst yapısını ve alt yapıya karşılık gelen üretim ilişkilerini biçimlendirmek için “ne yapıldığı” sorusunun karşılığı kadar, “nasıl” yapıldığı sorusunun karşılığı da önemlidir. Çünkü, sosyalist demokrasinin içeriği, işte bu kolektivizmin üst yapısı ile üretim ilişkileri arasındaki bağlantılara ilişkin olarak, toplumsal işin üretilme biçimini tarif eden “Nasıl” sorusunun karşılığını ortaya koyar. Maoizm, Kültür Devriminde, Lenin’in “demokratizmin niteliğini sonuna kadar geliştirmek” şiarını, kitleleri, sosyalist inşanın çelişkilerinin çözümüne aktif olarak seferber ederek ete kemiğe büründürmek istemiştir.

Maoizm, Büyük Proleter Kültür Devrimi (BPKD) hamlesiyle bürokrasi içerisinde yuvalanmış ve eski toplumun üst yapısından ve alt yapısından devreden kalıntılara tutunarak kolektivizmin sınıfsız topluma doğru yürünüşü geriye çekmek isteyen oportünist-revizyonist eğilimlere karşı kitlelerin özdenetimini ve yaratıcı etkinliğini harekete geçirerek kolektivizmin temellerini, onun etiği aracılığıyla güçlendirmek istemiştir. Çünkü, her sosyalist inşa sürecinde, kolektivizmin etiği, kitlelerin şahsında ete kemiğe büründürülmeden kolektivizmi sınıfsız topluma doğru ilerletebilme olanağı yoktur.

Esas olarak proletaryanın politik öznesi olan komünist partisinin mücadele tarihinde şekillenen kolektif etik değerlerin nüvesi, halk kültüründe çağlar boyu yaşatılan ve sömürücü sınıfların egemen kültürüne karşı her tarihsel dönemde değişik biçimlerde mukavemet gösteren kolektif değerlerdir. Özveri, vefa, samimiyet, özen, dürüstlük, fedakârlık vb. gibi somut insan emeğine içkin nitelikler olan bu kolektif değerler, sosyalist inşa sürecinin etiğinin de yapı taşlarıdır.

Yazımızın içeriğinde somut insan emeğine örnek olarak verilen “anne emeği”ne ilişkin olarak, bir sosyalist inşa sürecinde, kendi çocuklarına annelik yapan bir kadınla, bir kreşte kendi çocuğu olmayan başka çocuklara annelik yapan bir kadının emeğini karşılaştırırsak, kendi çocuklarına annelik yapan kadının emeği kullanım değeri olan, fakat değişim değeri olmayan bir somut emektir. Kreşte ücret karşılığı annelik yapan kadının emeği ise kullanım değerinin yanında ücret biçiminde değişim değerine de sahip olan ve kullanım değeri bağlamında hem somut emek niteliğinde ve değişim değeri bağlamında hem de soyut emek niteliğinde bir emektir. Kreşte anneliği bir iş olarak yapan kadın, eğer, gerçek bir anne gibi çocukların bakımına özen gösteriyor, onların anne sevgisi ihtiyacına elinden geldiği kadar azami ölçüde karşılık vermeye çalışıyorsa, onun emeğinin niteliği kolektif etik değerleri taşıyor demektir. Yok, eğer, kreşte annelik yapan kadın, yalnızca ücretini almak için işi yapmış olmak için yapıyor, çocukların bakımına gereken özeni azami ölçüde göstermiyorsa, onun emeğinin niteliği kolektif etik değerlerden yoksun demektir. Kolektivizmin somut insan emeğine içkin olan etik değerleri ile emek niceliğine göre paylaşım zorunluluğundan kaynaklanan burjuva hak arasındaki karşıtlık, pratik yaşamda kendisini bu şekilde ortaya koyar.

Marks’ın komünizmin birinci evresi için önerdiği “herkesten yeteneği kadar, herkese emeği kadar” ilkesi, emek niceliğine göre paylaşımın, bu evre için tarihsel zorunluğuna karşılık gelen burjuva hak niteliğindeki içeriğine karşın, kolektivizmin bireyinden ‘’yeteneklerinin azamisini” talep eder. Fakat, sosyalizm deneyimleri göstermiştir ki emek niceliğine karşılık gelen burjuva hak ile sınırlı olan bir paylaşım hukuku, kolektivizmin bireyinin “yeteneklerinin azamisini” sosyalist inşaya seferber etmesini, hem yeterli bir toplumsal motivasyon yaratamadığı için ve hem de kolektivizmin etik değerlerini ihmal ettiği için gerçekleştirmekte yetersiz kalmaktadır. Gerçi, komünist partisinin hukuku komünist etiği hukuklandırmaktaysa da maddi üretimden soyutlanmış devasa bir bürokrasi içinde komünist etik de yeniden üretilebilecek toplumsal dinamiklerden yoksun kaldığı için yaşatılamamakta ve bürokratizm biçiminde bir yozlaşmadan kaçınamamaktadır. İşte, tam da burada, sosyalist inşanın kolektivizmin bireyinden talep ettiği ‘’herkesten yeteneği kadar’’ kavramından yalnızca emek etkinliğinin teknik yeteneklerini değil ama aynı zamanda somut insan emeğine içkin olan etik yetenek ve nitelikleri de anlamak ve bütün bu maddi ve etik yetenekleri sosyalist inşaya seferber edebilecek bir içeriğe sahip olan demokratizm arayışında olma zorunluluğu buradan gelmektedir. Böyle bir demokratizmi ise bize ancak, herkesin doğrudan bir gözlemle herkesi denetlediği ve emek niceliği yanında somut emeğin etik niteliklerini de hukuklandıran bir sosyalist paradigma sağlayabilir.

İşte, doğrudan gözleme dayalı bir sosyalist demokratizmin bir kolektivizm inşasındaki önemi, bu örnekte olduğu gibi bireyin emeğinin ne derece kolektif niteliklere sahip olduğunu bizzat kitlelerin özdenetim mekanizmalarını harekete geçirerek değerlendirmeye yönelik işlevinde kendisini ortaya koymaktadır. Bu örnekte olduğu gibi sosyalist demokratizmin niteliği ile kolektivizmin etik değerleri arasında yadsınamaz bir niteliksel bağ olduğu açıkça görülebilir. Bu örnekte olduğu gibi kolektif niteliklere içkin olan, kullanım değerine karşılık gelen somut emekle, ücrete, yani, emek-gücünün değişim değerine karşılık gelen ve bir nicelik olan soyut emek arasındaki karşıtlık sosyalist inşa sürecinde yapılması toplumsal bir zorunluluk olan, memuriyet dahil, bütün işler için de aynı ölçüde geçerlidir.

Kolektivizm için doğrudan demokratizmin zorunluğu

Her demokratizm bir diktatörlüktür ve bu diktatörlüğün hangi sınıf ya da sınıfların diktatörlüğü olduğunu belirleyen demokratizmin politik ekonomik içeriğidir. Bir sosyalist inşa sürecinin, doğrudan gözleme dayalı bir doğrudan demokratizm aracılığıyla, her iş yerini aynı zamanda üst yapının kimi işlevlerini (askerlik, mahkemeler, teknik eğitim, rotasyonlar, tatil süresi, sinema, tiyatro ve konser gibi kültürel etkinliklere katılım, yönetsel görevlerde yer alma gibi sosyal hakların somut emeğin etik niteliklerine göre dağıtımı) üstlenen bir kolektif birime dönüştürerek bürokrasiyi olabildiğince minimalize etmesi zorunluluğunu, onun burjuva devlet aygıtından yalnız öz olarak değil biçim olarak da farklılaşma zorunluluğudur. Burada, demokratizmin sınıfsal özü ile biçimi arasında birbirini koşullayan yadsınamaz bir bağ vardır. Bir sosyalist inşa sürecinin demokratizmi, ne kadar burjuva demokratizmi ile benzeşiyorsa, burada tartıştığımız konu bağlamında ne kadar emek niceliğine karşılık gelen burjuva hakka dayandırılmışsa ve hatta burjuva haktan başka hiç bir kolektif dayanağı yoksa, o zaman o demokratizmin burjuva biçiminin zaman içinde kolektivizmin özünü, yani, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini kendi niteliğine göre değiştirmesi, proletarya diktatörlüğünün yerine bürokratik tasarrufta cisimleşmiş burjuva hakkı sistemleştiren bir yeni tipte burjuva diktatörlüğüne dönüşmesi her zaman mümkündür. Sosyalizm tarihinin deneyimleri bunun bir belgesi niteliğindedir. Öyleyse, bizim sosyalizm mücadeleleri tarihinden çıkaracağımız derslerden biri de kolektivizmin demokratizminin biçiminin, onun üretim araçlarının toplumsal tasarrufu tarafından koşullanan özüne uygun olma zorunluluğudur.

Sosyalizm deneyimlerinde, sosyalist inşanın politik öznesi olan komünist partisi, toplumsal mülkiyetin yegâne garantörü olarak görülmüştür. Ama gerçekte ise, sosyalist inşanın sınıfsız topluma doğru ilerletilmesinin garantörü komünist partisinden önce kolektivizmin ilkeleridir ve komünist partisi de kolektivizmin ilkelerini bilince çıkarabildiği düzeyde politik özne görevini o oranda başarıyla yerine getirebilir. Oysa, var olan her şey gibi komünist partisinin kendisi de bir çelişkidir ve burjuva hak ile kolektif hak arasında, bürokratizmle kolektivizm arasındaki çatışmanın alanıdır. Eğer, komünist partisi kendi içinde taşıdığı çelişkiyi kolektivizmin özüne uygun bir demokratizmle kitlelere taşımakta ve kitleleri burjuva hak ile kolektif hak arasındaki çatışmaya seferber etmekte yetersiz kalıyorsa politik özne rolünü sürdüremez ve zaman içinde, burjuva haktan başka hiçbir kolektif dayanağı olmayan bir demokratizmin, kendi karşıtına, burjuva hakkı sistemleştiren bir bürokratizme dönüşümünü engelleyemez. Demokratizmin özü ile biçimi arasındaki bu diyalektik ilişki, son tahlilde, burjuva hak ile sınıfsız toplum ereği arasındaki mücadelenin kaderini belirler.

   Marks’ın, ‘’tarihi yapan ilkeler değil, ilkeleri yapan tarihtir’’ belirlemesiyle, ilkelerle tarih arasında kurduğu diyalektik ilişkiden anlaşılması gereken, ilkelerin tarih yapamayacağı değil, tarih yapma yeterliliğine sahip olabilecek ilkelerin yine tarihin kendisinden çıkarılma zorunluluğudur. Burada, irdelediğimiz konu bağlamında, sosyalist demokratizmin ilkelerinin, burjuva hak ile kolektivizm arasındaki çelişmede somutlaşan, emek niceliğine göre paylaşımın tarihsel zorunluluklarıyla, kolektivizmin ‘’herkese ihtiyacı kadar’’ şiarında maddileşecek olan nihai ereği arasındaki çelişmeden çıkarılma zorunluluğudur. Bunun için sosyalist demkratizmin

İlkelerini belirlemede referansımız yine Marksizm’in ekonomi politiğe ilişkin tahlillerinde ortaya koyulan somut emekle soyut emek, kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki ontolojik karşıtlıklardır.

Ekonomi politiğin tüm zamanlara ait temel ontolojik kavramları olan somut emek ve onun asli ürünü olan kullanım değerinin, belirli bir mübadele ilişkisinde, hiçbir etik içerik taşımayan soyut emek, değişim değerine dönüşüp, bir nitelik olmaktan bir nicelik olmaya doğru farklılaşırken, insancıl öze ilişkin bütün etik niteliklerin hiçleşmesi, bir sosyalist inşanın demokratizminin, kolektivizmin özüne uygun olarak çözüm yoluna koyması gereken en temel çelişkilerden biridir. Burjuva ekonomi politiği ve hukukunun, somut insan emeğinin etik niteliklerini hiçleştiren bu niteliğine karşıt olarak sosyalist inşanın demokratizmi, bu etik nitelikleri hukuklaştıran bir içeriğe sahip olmak zorundadır.

Toplumsallaşma ile kolektifleşme kavramları aynı içeriğe sahip değildir. Üretim araçlarının toplumsallaştırılmış olması, henüz, kolektif bir üretim ilişkisi tanımlamaz. Çünkü, komünist toplumun birinci aşamasına karşılık gelen sosyalist inşa sürecinde, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti altında da halen, kolektifleşmeye, yani, komünist hukuka direnen sınıfsal kalıntılar mevcuttur. Toplumsal mülkiyetin, kolektif mülkiyete doğru evrimi, emek etkinliğini ve dolayısıyla mülkiyet ilişkilerini kuşatan emek niceliğine göre paylaşımın tarihsel zorunlulukları ve çelişkilerini bir doğrudan demokratizm aracılığıyla aşama, aşama çözüm yoluna koyacak olan komünist toplumun bütün bir birinci aşamasını kapsar ve ancak komünist toplumun ikinci aşamasında ‘’herkese ihtiyacı kadar’’ şiarının maddileşmesiyle sona erer. Kolektif, toplumsalın komünist niteliğe bürünmüş biçimidir. Nasıl ki bir kolektif olarak komünist partisinin kendi üyeleri arasındaki ilişki onun toplumla olan ilişkisinden farklı ise ‘’kolektif’’ kavramı da tıpkı bunun gibi ‘’toplumsal’’ kavramından farklı bir niteliğe karşılık gelir.

 Politik Öznenin kendi iç hukuku olan komünist hukukla, sosyalist inşanın emek niceliğine göre paylaşım zorunluluğundan gelen burjuva hakka dayalı hukuku arasındaki bu hukuksal ikilem, tam da ‘’kolektif’’ kavramı ile ‘’toplumsal’’ kavramı arasındaki çelişkiye karşılık gelmekte ve komünist toplumun birinci evresinin baş çelişkisini belirlemektedir. Çünkü, bu çelişkinin çözüm biçimi, doğrudan, sosyalist inşanın sınıfsız topluma doğru mu, yoksa, burjuva hakkı sistemleştiren bir bürokratik tasarrufa doğrumu evrileceğine ilişkin olarak, onun kaderini belirlemektedir. Komünist partisinin iç hukuku ile sosyalist inşanın üretim ilişkilerinin burjuva hakka dayalı bu niteliği arasındaki bu hukuksal ikilem, eğer, süreklileştirilmiş kültür devrimleri ile komünist hukukun da kaynağı olan kolektif etik değerleri esas alan bir doğrudan demokratizm aracılığıyla, bu çelişkinin çözümüne kitleler aktif biçimde seferber edilemediğinde, çelişki, kolektivizmin nihai amacı olan sınıfsız toplum ereğinin etik ihtiyaçları zemininde çözümlenmediği koşullarda, üretim ilişkilerinin burjuva hakka dayalı bu içeriği, süreç içinde, komünist etik ve hukuku da aşındırmakta ve giderek sosyalist inşanın etik içeriğinin bir yozlaşma sürecine girmesinin nesnel zeminini oluşturmaktadır.

   Bugüne kadar, sosyalist inşanın baş çelişkisi, ya sosyalizmle emperyalist kapitalist sistem arasındaki çelişki olarak ortaya konulmuş ve dışarıda aranmıştır, ya da oportünist-revizyonist eğilimlerle çelişki biçiminde ortaya konulmuştur. Emperyalist kapitalist sistemle sosyalist inşa arasındaki çelişki, baş çelişki değil temel çelişkidir ve bu çelişkinin çözümü içerde sosyalist inşa sürecini sınıfsız topluma doğru ilerletecek bir kolektif demokratizmle, dışarda, yeni sosyalist devrim mücadeleleriyle enternasyonal dayanışmayla çözülebilir.

Temel çelişkinin çözümü, öncelikle, içerde, sosyalist inşanın nesnel dayanaklarını güçlendirecek biçimde baş çelişkinin çözümüne bağlıdır. Oportünist-revizyonist eğilimlerle sosyalist inşa arasındaki çelişki ise, esasta, burjuva hak ile kolektivizm arasındaki çelişinin bir izdüşümünden başka bir şey değildir. Çünkü, oportünist-revizyonist eğilimler, kapitalizmden devreden ekonomi politik ve hukuksal kalıntılar zemininde, burjuva hak temelinde şekillenmekte olup sosyalist inşanın baş çelişkisinin nedeni değil sonucudurlar. Sosyalist inşanın baş çelişkisini, oportünist-revizyonist eğilimlerle kolektivizm arasındaki çelişki biçiminde, nedende değil sonuçta aramak, politik öznenin kolektivizmin iç çelişkisine ilişkin olarak gözünü kör eden, onun, üretim ilişkilerinin çelişkilerine iradi müdahalesini dumura uğratan hatalı bir anlayışa karşılık gelmektedir.

Sosyalist inşanın baş çelişkisini, oportünist-revizyonist eğilimler biçiminde sistemleştiği yerde aramadan önce, yukarıda verdiğimiz örnekteki gibi, kreşte ücret karşılığı annelik yapan bir kadının pratiğinde, onun, işini yalnızca burjuva hakkını edinmek için mi, yoksa, emeğinin etik değerleri dahil bütün yeteneklerini kolektivizme seferber ederek mi yaptığında aramak gerekir. Oportünist-revizyonist eğilimler, bu örnekte olduğu gibi emek niceliğine göre paylaşım zorunluluğu ile kolektivizmin erekleri, burjuva hak ile kolektif hak arasındaki çatışmanın, kapitalizmden devreden ekonomi politik kalıntılara tutunarak ideolojikleşmiş ve sistemleşmiş biçiminden başka bir şey değildir. Politik özne olarak komünist partisinin, oportünizm ve revizyonizmle mücadeleyi başlatacağı yer, onun, ideolojik olarak sistemleştiği yerden önce, yani, sosyalist inşanın üst yapısından önce, bizzat kolektif üretim ilişkileridir. İşte, bu nedenle kültür devrimi hamlesi, yalnızca sosyalist inşanın üst yapısıyla sınırlanmamalı, doğrudan gözleme dayalı bir doğrudan demokratizmle kolektif üretim ilişkilerinin hücrelerine kadar derinleştirilmelidir.  



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Makale Haberler