Burjuva iktidarlar eliyle sistemli bir politika olarak ele alınan ve geliştirilen, son yılların en aktüel sorunlarından biri, dünya çapında yükselen ırkçılıktır. Kapitalist ekonomik krizlerin yol açtığı sosyal haklardaki gasplar, toplumun geniş kesimlerini kapsamına alarak artan yoksulluk, sağlık-eğitim vb gibi kamu hizmetlerinde yapılan kesintiler, ezilen ve sömürülen kitleler başta olmak üzere, tüm topluma yaşamı zehir etmiştir. Dünya egemenlerinin çeşitli ülke ve bölgelere yaptıkları müdahaleler sonucu savaştan kaçarak topraklarını bırakmak zorunda kalan milyonlarca insan gitmek istedikleri ülkelerin yol boylarında hayatlarını kaybetmekte ve gidebildikleri ülkelerde ise çeşitli saldırılara maruz kalmaktalar. Kapitalist sistemin yapısal çelişkilerinin topluma yansıması olan, ekonomik krizin, hak kesintilerin, işsizliğin ve tüm kötülüklerin anası olarak göçmenlerin gösterilmeleri, üst ırk-alt ırk denkleminde insan topluluğu arasında sosyal farklılıkların konulması, burjuva ve türevi gerici iktidarların, yarattıkları toplumsal-sosyal-iktisadi enkazları manipüle etmek için, geliştirdikleri ırkçılığın yükselmesine yol açan sebeplerden bazılarıdır.
“Demokrasi”, “İnsan hakları” ve “Uygarlık” çizgisi ile, en “ileri” geçinen ve insanlığın ulaşması gereken “medeniyet” olarak övünen burjuva iktidarların hüküm sürdüğü ülkeler, sınırlarına binlerce kilometre kare duvarlar örmekte, yeni yeni engelleyici yasalar çıkararak göç akınlarının önüne bariyerler koymaya çalışmaktalar. Irkçı politikanın baş mimarı durumunda olan dünya egemenlerinin uyguladıkları bu gerici politikalar, ”vatan”, “millet”, “milli çıkarlar” sosu ile, ne yazık ki toplumun önemli bir bölümü tarafından; özellikle de çalışan kesimler ve yoksullar tarafından “kabul” görmektedir. Göç etmek zorunda kalan büyük insan kitlelerinin neden topraklarından kopup geldiğini anlamak ve böyle olmasında emperyalist-gerici hükümetlerin müdahale payını görmek yerine “yabancıları istemiyoruz” türünden gerici propaganda bombardımanın etkisi ile göçmenleri ve yabancıları tüm kötülüklerin ve yüz yüze kaldıkları yoksulluğun müsebbibi olarak görmekteler. Son on yıllarda ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, geri kitlelerin, burjuva “değer” olan bu geri refleksi ile hükümetler ve bağlı kuruluşlar tarafından körüklenmekte, kurumsal burjuva politika olarak topluma enjekte edilmektedir.
Ancak son 2 aylık zaman dilimi içinde, önemli bazı gelişmelerin vuku bulmasıyla, dolu dizgin süren kötü gidişata bir bariyer ve bir sınır çekiliyor diyebiliriz. Özellikle Amerika’da George Floyd’un öldürülmesi sonrasında ülkelere yayılan büyük kitlesel direnişler, tarihin “saklı” köşeleri altına itilmiş ve yaşanmış kimi acı gerçekleri yeniden gün yüzüne çıkarmasıyla bugüne ışık tutan yeni bir sayfanın veya kapının açılmasına vesile olmuştur. Kendi işinde gücünde olan, tarih ve politik olaylarla pek fazla ilgisi olmayan çoğu insan, tartışma gündemine konu olan sömürgecilik ve sömürgecilerin yaptıklarını detaylarıyla duymaya başlamış oldu. Şimdi yaşadıkları topraklar üzerinde kendilerinden önce yaşamış eski nesillerin egemenlik kurdukları ülke veya kıtalara gittiklerinde hangi işlerle uğraştıklarını, neler yaptıklarını ayrıntılarıyla öğrenmeye başlıyor. Birer tarihi kahramanlar diye anlatılan kişilerin meydanlara dikilen heykellerin neden bu kadar tepkiye maruz kalarak gündem oldukları konusunu anlamaya ve kavramaya başlıyor. Bu durum elbette bir başlangıçtır henüz. Köleci toplum devrinde olmasak da köleci zihniyetle donanmış gerici devletlerin ve hükümetlerin topluma anlattıkları şudur; Afrika’dan, Asya’dan, Latin Amerika’dan ve dünyanın diğer bölgelerinden çıkıp gelen yabancılar daha iyi bir yaşam kurmak için geldiler. Bu elbette ülkemize gelen yabancıların bir tercihidir. Ama biz onların bu tercihini kabul etmek zorunda değiliz. Zira, ülkemize gelerek bizim olanaklarımızı alıyorlar ve işlerimizi ellerimizden alıyorlar veya en azından olanaklarımızı sınırlıyorlar. Üstelik kültürümüzü, geleneklerimizi de bozdular. Gerici dünyanın yerli halka anlattıkları kabaca budur. Yerliler halk konuya anlatılan bu minval üzerinde bakınca doğal olarak yabancıların ülkelerine dönmesini istemesi ve onları geri gitmelerine zorlaması ve hatta yer yer faşist ve Irkçı partilerin örgütlemeleri üzerinden göçmenlere doğrudan saldırması gayet doğal bir hak olarak görülebilmektedir.
Gizlenmiş tarih detaylarıyla açığa çıkıyor
Şimdi halkların önemli bir bölümü için sorunu tersinden görmenin koşulları daha açık ve yaygın görünmeye başlanmaktadır. Yüz yıllar önce Batı’dan Kuzey’e, Güneye, Doğu’ya doğru atalarının gittikleri topraklarda hayır işleriyle uğraşmadıklarını öğrenmeye başlıyorlar. Yani sıradan bir göç hikayesinin ötesinde yağma ve talan için gittiklerini duyuyor/öğreniyor. Yetmez, ayak bastıkları toprakları talan etmekle kalmayıp, o topraklarda yaşayan insanların kültürünü, yaşayış biçimlerini, inançlarını nasıl tahrip ettiklerini ve onları köleleştirdiklerini, acımazsız barbar saldırılar altında güneşin doğuşu ile batışı arasında uzun saatler yarı aç ve susuz çalıştırdıklarını öğreniyorlar! “Bunlar insan değil Tanrı’nın yarattığı hayvansı canlılar” diyerek, öldürmek dahil her türlü aşağılamayı, kötülüğü reva gördüklerini anlıyorlar. Yani, ülkelerine başka yerlerden gelenlerden daha önce o ülkelere öz atalarının gittikleri gerçeğiyle karşılaşıyorlar. Yani, sistemin yarattığı her toplumsal haksızlığa itiraz eden birey ya da toplumsal kesim, tarihin tozlu raflarında kalmış gerçeklerle yüzleşiyorlar.
Bu durum gizlenmiş olan tarihin bütünlüklü kavranmasına ve yeni bir sayfanın açılmasına evirilebilir mi? Çok geçmeden yepyeni bir sonuca ulaşacağımızı söylemek erken olur. Dolayısıyla bu soruya evet cevabı vermek şöyle olabilir. Ez azından yeni bir kapı açılmıştır. Zira biliyoruz ki hakikatlere dayalı olmak kaydıyla yürütülen her yeni tartışma, kendi içinde ikili bir sonuç çıkarsa da orta vade de bu tartışmalar bir yanıyla olumlu sonuçlar yaratacaktır. Geniş halk kitlelerine şu gerçekler çok şey anlatır. Cristof Kolomb Amerika kıtasına geldiğinde 200 bin olan bir ada, 20 yıl sonra nüfusu 20 bine düşer! 1540 yılına gelindiğinde ise kala kala bin kişi kalır! Nereye gitmiştir bunca insan? Normalinde her geride bırakılan yıllar içinde çoğalması gereken nüfus, nasıl oluyor da yok denecek kadar azalıyor? Coşter,1519 Şubat’ında Meksika’ya geldiğinde Kızılderili nüfusun sayısı 25 milyon iken,1605 yılında bu oran 1 milyona inmiştir. Bu nüfus toz olup uçtu mu? Toplum bu gerçekleri kavramaya başlıyor. Açılan kapı dediğimiz budur. Ki, bu gerçeklerin işaret ettikleri doğru kavranmadan ne dünü ne de bugünü anlayabiliriz. Gerçekler olduğu gibi kavranırsa geçmişle hesaplaşılır ve gelecek doğru temeller üzerinden kurulabilir! Kolomb kıtaya geldiğinde yüz yıldan daha az bir zaman içinde 95 milyon olan nüfus açlık, zulüm, hastalık ve doğrudan köle sahiplerinin fiziki saldırıları sonucu ölüyor. Ve aynı dönem milyonlar köle olarak satılıyorlar. Amerika kıtasına sonradan gelen beyaz adam büyük servetler edinme uğruna kıtada yaşayan insanların yaşamını harabeye çevirir ve soyunu kurutur. Talan ve yağma yapanlara bakın ki şimdi o topraklarda yerliler yabancı, kendilerini ise yerli oldular. Yakın zaman öncesine kadar, Afrika’dan Amerika’ya köle olarak ve kırbaç zoruyla getirdikleri milyonlarca siyah insana “neden bu ülkedesiniz, ülkemizde ne işiniz var” diyenlerin epeyi bir kesimi şimdi kafalarında soru işaretleriyle düşünmeye başladılar bile! “Dağdan gelip bağdakini kovmuşuz” deyimi bu kesimin kafasını meşgul ediyor! Diğer yandan psikolojik üstünlüğü kaybeden gerici egemenlerin boş duracağını ve mevcut haklı başkaldırıya sessiz kalacağını sanmayalım. Yönetme tecrübesiyle donanımlı gericiler, sivil faşistleri ve kimi bazı halk düşmanı kurum ve olanaklarını hızla devreye sokacağından kuşku yoktur. Emin olalım ki şu sıralarda devletler en derin mevkilerinde ihtiyaç duydukları planlamalarla uğraşmaktadırlar. Yani devrim ve karşı-devrim karşılıklı birbirlerini tetikleyerek ilerliyor.
İşte şu günlerde yürüyen bu tartışmalar ve eylemler toplumun önemli derecede kapatılmış gözeneklerini yeniden açıyor. Dünyayı kasıp kavuran ve hızla çölle çeviren haydut kapitalist sistem sorgulanıyor. “Siyahların yaşamı değerlidir” haykırışı ırkçı haydutların suratında patlıyor. Besbelli ki “siyahların yaşamı değerlidir” şiarı sadece siyahların yaşamı ile sınırlı değil. Gadre, zulme ve katliama uğrayan halklar başta olmak üzere her yaşam değerlidir. Kadın yaşamını tahayyül edelim. Her gün dünya çapında yüzlerce, belki de binlercesinin katledildiği ve değişik şiddet biçimlerine maruz kaldığı kadının yaşamını düşünelim. Simona de Beauvoir’in “Kadın, İki Cins, Kızlık Çağı” kitabında alıntıladığı şu söz çarpıcıdır.1888’de bir İngiliz “bilgini” şunu buyurur. “Kadınlar bir ırk olmadıkları gibi, bir yarım ırk bile değiller, onlar yalnızca doğurmakla görevli bir alt türdürler”. Bu denli gerici bir zihniyet kadınların büyük emek ve mücadeleleri neticesinde birçok ülkede aşılmış olsa da dünyanın büyük bölümünde hala geçerli bir söylem ve uygulama olduğunu biliyoruz. Irkçı kafalar kadını aşağılamakla yetinir mi? Siyah, Kızılderili ve diğer renk ve kültürleri de aynı kategori içinde ele alacaklardır. Ve bu kategori içinde ele aldığı bir canlının katledilmesini bir hak olarak görür. Günümüzde rengi, cinsiyeti, dili ve kültürü ne olursa olsun insan yaşamının ne kadar değerli olduğunu tartışmak hala bir köleci zihniyetin aşılmadığını göstermez mi? Oysa en çok da hayvanların ve diğer canlıların yaşamları değerlidir hatta değerli olmanın çok ötesinde bir öneme sahiptir. Irkçı zihniyet siyah, kızılderili ve diğer renkleri, ezilen cinsi hem devlet politikalarına hem de geri ve gerici toplumsal değer yargılarına tutsak etmiştir. Gerici sistem halkları birbirlerine düşmanlaştırmadan toplumu nasıl yönetecek? Servetini katlayarak büyütmenin başka bir yolu var mıdır? Şimdi ayağa kalkan milyonların itirazları köleci ve gerici zihniyetlere darbe vurmaktadır.
Yeni kitlesel hareketin ülkemize yansıması olur mu?
Aynı ırkçı politikanın, tarihler boyu süreklileştirilmiş bir çizgi olarak “TC” egemenler sistemi tarafından, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da uygulandığı, yaşanmış-yaşanan gerçek bir olgu değil midir? “Alevinin elindeki yenilmez” “mum söndürme” iftiralarıyla, toplumun önemli bir bölümünü buna inandırarak gericiliğin etkisi altında, sisteme tutsak etmemiş midir? “Kuyruklu Kürt, Kart-Kurt ses çıkardıkları için Kürt demişler” Irkçı söylem üzerinden uydurma tarihin yanına, Kürdün dilini, kültürünü ve demokratik haklarını gasp etmemiş midir? Televizyonlarda milyonlarca insanın yüzüne karşı “Af edersiniz bana Ermeni dediler” diyecek kadar bir milleti ırkçı-faşist söylemlerle aşağılayan kafayı hatırlamayan var mı? Bunlar ülkemizde her gün yüz yüze kaldığımız ve yaşadığımız gerçeklerdir. Ayrıntısını ve zamanını bilemesekte Türkiye-Kuzey Kürdistan halkları, dünyada çeşitli biçimlerde yükselerek ilerleyen kitlesel eylemlerden diyalektik etkilenmesi kaçınılmazdır. 15-16 Haziran işçi ayaklanması ve tüm ülkeyi saran Gezi-Haziran başkaldırısının yıldönümündeyiz. Büyük ve şanlı direnişler yaratmış bir ülke emekçilerinin ve ezilen halklarının tüm bu olumlu gelişmelerden etkilenmemesi düşünülemez. AKP, MHP, VATAN PARTİSİ egemen faşist blokunun halklarımız üzerinde uyguladıkları pervasız saldırganlık, volkan misali patlamaya hazır bir ayaklanma korkusundan ileri gelmektedir.
En demokratik geçineni dahil, sömürü ve talan üzerine oturmuş sistemler insanlığın özlediği yaşam biçimine geçmesine büyük engeldir. Sömürü ve tahakküm üzerine, insan emeğinin gaspı üzerine kurulu hiç bir sistem doğal insan arzularına cevap veremez. Çünkü sömürü üzerine kurulmuş sistemler kendi ruhuna aykırı olana cevap veremez. Alınmış veya kazanılmış bütün haklar, dünya çapında ve her bir ülkede verilmiş büyük, zorlu mücadeleler sayesinde olmuştur. Sovyet devrimi ve sonrasında devam eden devrimler ve bu devrimlerin bütün ülkelere yayılan yankısı ile uluslararası burjuvazi bütünü kaybetmemek için geri adım atmış, emekçilere, kadınlara ve tüm topluma ciddi haklar vermek zorunda kalmıştır. İnsanın özlediği yaşam bellidir. Kime sorulursa sorulsun ortalama alınacak cevap bellidir. İş, sağlık, eğitim, barınma, hak, adalet, özgürlük diyecektir. Zamdan, yoksulluktan ve işsizlikten çaresiz kaldığını bunun aşılmasını gerektiğini anlatacaktır. Bu kadar doğal arzuya zorunlu kalmadıkça kapitalizm cevap olmaz. Onun fıtratında sadece kar vardır.
Stratejik hedefin perspektifinde, devrimin güncel görevlerine cevap olmak elzemdir!
Emek dünyası kapitalist gericiliğin kalelerinden koparması gereken gasp edilmiş hakları var. Bu doğal hakları kazanmak için mücadele zoru da dahil, doğru araçlar ve metotlarla yürütülmelidir. Deney ve tecrübe şu gerçeği tekrar tekrar göstermiştir. Ekonomik, siyasal, demokratik, kültürel, hukuksal her ne kadar hak varsa bunlar ancak ısrarlı, özverili ve fedakâr çalışma ve emekle kazanılacaktır. İlerici halklar bazı ülkelerde özerklik ilan ederek sistemin saldırgan kolluk güçlerini bu özerk bölgelerden kovmuştur. Bu elbette iyi bir durumdur. Böylesi kazanımları korumak ve yenilerine ulaşmak çok önemlidir, doğrudur ve gereklidir. Somut kazanımlar elde etmek ve bu somut kazanımlar eşliğinde henüz uyanmamış ve suskun halk kitlelerine başka bir yaşam ve dünyanın mümkün olduğunu bu somut örnekler üzerinden anlatmak elzemdir. Bu türden olumlu örnekler halkın ideolojik ve kültürel dönüşümünü sağlamada önemli işlevler gördüğü için asla küçümsememek gerekir. Ama emeğin öncü hareketi şu önemli hususu da asla akıldan çıkarmamalıdır. Dünya egemen sınıflarının halkların boynuna doladığı zincir parçalanmadan özgürlükler dünyasını kazanamayız. Bu stratejik hedefi asla akıldan çıkarmamak gerekir. Yumruk yumruya değil ama “yumruğa yumruk” siyasetini destur eylemek yanlış değildir. Birincisi kör bir düelloya işaret ederken, ikincisi bilimsel bir siyasi çizgiye, onun örgütüne ve düşmanın saldırı metodunu karşılayıp püskürtecek olan halkların direnme ve karşı saldırı metoduna işaret eder. Düşman sınıf ile mücadeleye tutuşurken bilimsel alternatifle politik sahada olmak, en küçük çatlaktan sonuna kadar yararlanmak ve yine düşman devrime saldırdığında hangi metodu kullanıyorsa (kirli ve amaçlarımıza aykırı olan araçlar hariç) devrim kendini savunmak için kendi doğru araçlarıyla amansızca saldırır. Bu tutum sınıf mücadelesinin tarihinde devrimin defalarca tecrübe ettiği ve bugün geçerliliğini titizlikle koruduğu bir ilkedir. Büyük kitlesel fırtınalara hazırlanmak devrimin ve her devrimcinin görevidir. Görevimize sahip çıkalım!