Ataerkil kültürel şekillenişin tarihsel kökenini öğrenmek hepimizin için bir zorunluluktur. Buna yoğunlaşıp ataerkil kültürün nasıl, ne şekilde doğduğunu, geliştiğini günümüze kadar gelişen ve gelen toplumsal ekonomik modelleri, günümüzde nasıl ne şekilde biçim alıp sürdüğünü detaylı bir araştırma konusu olarak ele almak sorumluluğumuz bulunuyor. Çünkü yaşam alanlarımızda ki her olgu kültür, sanat, edebiyat, felsefe, tarih, siyaset, ideoloji, hukuk, tıp, gelişen teknoloji vb hepsinin bir tarihsel kökeni vardır. Bizlerde yetkinleşmek için insanlığın gelişimi, felsefe, ekonomi vb konuların tarihsel kökenlerini öğrenmeliyiz.
Üretim araçları üzerinde ki özel mülkiyetin doğuşu, toplumun sınıflara ayrışması sınıflı toplum doğmadan önce kadın ve erkek arasında ki doğal ve zorunlu koşullar içinde iş bölüşümlerinin şekillenmesi, sınıflı toplum doğduktan sonra ise iş bölüşümlerindeki ayrışmanın derinleşmesi ile ataerkil kültürel şekilleniş arasında bağ vardır. Bu tarihsel gelişimi görmemiz gerekir.
Üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, toplumu yukarıdan aşağıya doğru uyguladığı ekonomik, siyasi, ideolojik, kültürel şekillenişiyle biçimlendirmektedir. Ataerkil kültüre esasta damgasını vuran bu durumdur. Bizler ilk olarak ataerkil kültür ile sınıflı toplum, sınıflar arasında ki bağı görüp, bu kültürel şekillenişin sınıfsal kökenini, beslendiği doğduğu yeri sorgulamalıyız. Köleci toplumda köle sahipleri, feodal toplumda toprak ağaları, kapitalist sistemde burjuvazi ataerkil kültürü temsil eden ve bu kültürü ellerinde ki her tür araçla halk sınıf ve tabakalarına empoze etmişlerdir, etmekteler.
Konuyu yaşam alanlarımıza kaydırarak aile özgünde ele alalım. Yaşadığımız toplumun gelişmişlik düzeyine paralel kadın daha yoğunluklu ev içi işlerden sorumlu kılınmıştır. Bir başka değişle ev içi işler kadının omuzlarına yüklenmiştir. Erkek ise işi olsun olmasın sürekli dışarıdadır. Her iki cinsin bu konumlanışı kapsamında kadına ve erkeğe misyonlar yüklenmiştir. Kadın ev içinde mutfak işleri, evin temizliği ve düzeni, çocukların bakımı ve yetiştirilmesi vb sorumlulukları omuzlamaktadır. Bu durum kırsal alana doğru gidildikçe kadın emeğinin tarlaya, bağa doğru kaydığını ya da metropol illerine baktığımızda kadını küçük işletmelerde fabrikalarda çalıştığını görmekteyiz. Bu durum ülkelerin sosyo ekonomik yapısına bağlı olarak değişkenlik arz etse de genelde ev içi işler kadının sorumluluğundadır. Kadına yüklenen bu misyon hem cinsine yani annenin genç kadına (çocuğuna) toplumsal kültürel şekillenişi aşılamasını öğretmesini beraber getirmektedir. Genç kadın kendine dayatılan bu ataerkil kültürel şekillenişi bilinçli bilinçsiz öğrenmekte ve uygulamaktadır. Sosyal ilişkileri ev içi komşuluk ilişkileri kapsamında birbirini ziyaretle sınırlıdır. Erkeğin yaşam alanı yoğunluklu dışarıdır. Bu iş yeri, çalıştığı alan olabileceği gibi eğer işsizse daha yoğunluklu kahve, kafe yada sokak olmaktadır.
Her iki cinsin bu konumlandırılışı doğal olarak cinslerin yaşama dair kültürel şekillenişlerini, duygularının inceliği kabalığını taleplerinin ileri geri yanlarını vb belirlemektedir. Mesela; kadın taşıdığın misyon itibariyle yapısaldır. Ki doğurganlığı, bedeninde yarattığı canlıyı sahiplenme güdüsü, korumacılığı erkeğe göre kadını daha fazla yapısalcılığa, bütünleşmeye, sahiplenmeye zorluklar karşısında mücadele etmeye itmektedir. Kadınlar bu toplumsal kültürel şekilleniş kapsamında ezilmekte, sömürülmekte yaşamı can çekişerek sürdürmektedir. Ataerkil yarattığı bu kültürel şekillenişi sorgulamak bir zorunluluktur.
Erkek sokakta şiddeti güç ve zor yoluyla karısındakini alt etmeyi, kafe kahve vb yerlerde kafa kol, belaltı şakalarıyla sistemin yozluğunu öğrenmekte ve bu çerçevedeki bir kültürle yetişmektedir. Erkek dışarıda, işyerinde patron, sokakta güçlü olan karşısında ezilmeyi ezmeyi öğrenirken, bu kültürü evde kendinden güçsüz ve zayıf olan eş ve çocuk üzerinde sürdürmektedir. Elbette erkeğin emeğini eve taşıma, evde ki eş ve çocuklara dair sorumlulukları bulunmaktadır. Ki toplumsal rol dağılımında erkeğe biçilen misyon ailesine bakmaktır.
Her iki cins özgülünde bu rol ve sorumluluklar biçimsel olarak farklılıklar taşısa da özünü korumaktadır. Bu durum mücadelenin öznesi olan her bir insan tarafından sorgulanmalı ve alternatif arayışımızı derinleştirmelidir. Çünkü esasta burjuva ataerkil kültürü buralardan başlayarak öğrenmekte ve kişiliğimiz parçası haline getirmekteyiz. Aile içinde anne ve babanın, çocuklardan kadın ve erkeğe yaklaşımlarında ki farklılık ataerkil kültüre dair ayrı bir tablo sunar bize. Erkeğin başarılarından gurur duyulurken, kadının başarıları sönük bir temelde alkışlanmaktadır. Kadın doğum yaptığında erkekse, erkekte bir kabarma yücelme durumu öne çıkarken, doğan çocuk cinsiyet olarak kız ise yaşanan sevinç daha sönük olmaktadır. Bu durum kadının üzerinde oluşturulan baskı düşünüldüğünde kadında da gözlenmektedir.
Ev içi yaşamda baba oğul TV vb ile meşgulken anne ve genç kadın mutfak vb işlerle ilgilidir. Sofrayı anne ve genç kadının kurup kaldırdığını, ev içi işlere erkek çocuğun karışmadığını hepimiz geçmişe, şu ana doğru sorgulama yaparsak göreceğizdir.
Bu kültür aile ile ilgili alınan kararlarda da gözlenmektedir. Mesela; mirasın bölüşümü konusunda erkek ve kadının eğitim yaşam konularında iki cinsin taleplerine yaklaşım konuların dışa vurmaktadır.
Ataerkil erk egemen kültürü sorguladığımızda hâkim olanın her şeyi bildiği, hakimiyet altında olanların ise tabi olduğunu tabi kılınmaya çalışıldığını görürüz. Bu kültür yukarıdan aşağıya doğru aşılanmaktadır. Ki sistem kendi ömrünü bu şekilde sürdürmektedir. Yaşamın her alanında bu durum karşımıza çıkmaktadır. Mesela evde baba, sokakta kolluk kuvvetleri, okulda müdür, sınıfta öğretmen, kurumda yöneticiler, iş yerinde patron, askerde komutan bu biat etme ettirme, her şeyi bilme ve altta olanı ezme mantalitesini aşılamaktadır.
Simdi sorular sorup düşünelim
Evde, ev içi işlerin bölüşümünde ne kadar sorumluluk üstleniyoruz? Üstlenmiyorsak neden?
Herhangi bir konuda annemize, eşimize, kadın ve erkek kardeşlerimize ne kadar danışıyoruz? Danışmıyorsak neden?
Mücadele ve faaliyet alanlarında kadın yoldaşlarımızın inisiyatifini güçlendirmek için ne kadar emek verip, onlardan öğreniyoruz? Onları küçümseme eğilimi taşıyıp, onlardan öğrenmeyi ret ediyorsak neden?
Kadının kendi emeği, kimliği kişiliği ve mücadelesi ile ürettiği yarattığı olguları ne kadar kadının kimliği, duruşu üzerinden tarif edip kabul ediyoruz? Etmeyip kadını erkek üzerinden tanımlamaya çalışıyorsak neden?
Bu sorular çoğaltılarak yaşamın her alanına taşımak sorumluluğumuzdur. Yukarıda kısmen irdelemeye çalıştığımız ataerkil kültürün pratiğimizde dışa vuran yansımalarıdır. Bu kültürü düşünüş tarzımızda, dilimizde gözlemek mümkündür. Düşünüş tarzımızda tek tipçi, biatçı, her şeyi bilirimci, ezberci, kalıpçı sorgulama ve eleştiriden uzak, danışma ve dayanışma kültürüyle yapılacak işlere mesafeli, kolektif düşünüş ve hareket tarzlarında bireyci, kitlelere karşı üstenci vb duruş ve olgular ataerkil kültürün düşünüş ve siyasetimizde dışa vurumudur.
Mesela, bir çok konuda fikir belirten bir kadın yada erkeğe ifade ettiklerine bakılmaksızın ‘’ çok bilmiş’’ denmesi gibi.
Mesela, herhangi bir kampanya yada seçimde ‘’ kitlelere danışmaya ne ger var, onlar zaten bizim belirttiğimizden başka ne diyecekler ki’’ demek gibi.
Mesela, mücadele içinde olan insanlara ‘’ne önde olacaksın nede arkada kalacaksın, tam ortada duracaksın’’ demek gibi.
Bu ve benzeri kalıplaşmış anlayışları çoğalta biliriz. Yazının akışında ataerkil kültürün dilimize, pratiğimize siyasetimize yansımasını kimi yönleriyle açmaya çalıştık. Peki ne yaparsak pratiğimizde vuku bulan, dilimize pelesenk olan, siyasetimizde kendini tekrar eden ataerkil kültürden kurtuluruz.
Savunduklarımızla ile yaptıklarımız arasındaki uçurumu azaltıp, ortadan kaldırmaya çalışmakla
biçim ve şekilcilikten sıyrılıp öz ve biçimin, etik ve estetik değerlerin diyalektik uyumunu bilince çıkarıp ileri olanı yaşamsal kılıp geri olana karşı mücadele etmeliyiz.
Savunduğumuz değerlere her alanda bağlı kalmayla,
Hep söylediğimiz cins, din, ırk, mezhep, küçük büyük ayrımı gözetmeksizin hak ve özgürlükleri eşit ve adilane bir şekilde uygulamakla,
Üretme, yaratma, yenilenme aşkıyla yanıp, ürettiklerimizi, yarattıklarımızı, yenilendiğimiz bütün olguları kararlı ve istikrarlı bir pratikle paylaşmakla,
Üretimi kitlelerle kolektif temelde yapma anlayışını önde tutup, her konuda ve hangi alanda olursa olsun küçük büyük ayrımı yapmaksızın yanı başımızda ki insanların düşüncelerine başvurmalı, onlara danışmalı, onlarla paydaşlaşma zemini yaratmakla,
Herhangi bir konuda hata yaptığımızda top yekûn yenilgi, suçlu psikolojisine kapılmamalı, tek bir hatayla her şeyi ortadan kaldırmamalı , parça bütün diyalektiğiyle olgu ve olayları ele alıp parçada ki yöne karşı mücadele etmeli, eğer hatalarda yanlışlarda ısrar varsa o yanı koparıp atmaktan tereddüt etmemekle,
Araştırmayan, sorgulayıp tartışmayan, eleştirmeyen, ezberci, kalıpçı, biatçı yanlarımıza savaş açıp, eleştiren araştıran, sorgulayıp tartışan, kalıpları zorlayan, biatçılığa isyan eden bir modelle yaşama atılmalıyız.
Hiç kimseye her şeyi bilirci anlayışla yaklaşmayıp, yaşama dair olgulara ‘’ben her şeyi biliyorum, bildiklerim yeterlidir’’ anlayışıyla yaklaşmamak doğruyu sahiplenip onu uygularken yanlışıda sahiplenip onu aşmak için mücadele etmeliyiz. Bilgiyi öğrenmeye sınırsız kılmalıyız.
Hangi alanda olursa olsun misyon, mertebe , konum, statüyü insanlar üzerinde hakimiyet aracına dönüştürmemeli dönüştürmek isteyenlere karşı ısrarlı ve ilkeli mücadele etmeliyiz.
Eleştiriye açık olup öz eleştirel yaklaşmak, eleştiri yaparken öğreticiliği yanlışa karşı mücadeleyle bütünleştirerek yapmalı esas ve tali yönleri ayrıştırıp yöntem ve anlayış temelinde çözüm perspektifiyle yaklaşmalıyız.
Özcesi ataerkil kültürün alternatifi olan devrimci kültürü ekonomik, sosyal, siyasal, duygusal, ailevi, kurumsal vb bütün ilişkilerimizde alanlarda savunmalı, uygulamalı ve alternatif olanı büyütmeliyiz. Öyle ki yeni olanı yaratıp eskiden kopalım, ileri olanı sahiplenip geri olanı atalım.
Tutsak Bir Partizan