Felsefenin gerçek ile olan ilişkisi değişkendir ama unutmamak gerekir ki bilimin de öyle. Atomun, maddenin en küçük bölünemeyen birimi olduğunu söyleyen Dalton’dan sonra işler çok değişti ama basitten karmaşığa, düşünce tarihindeki bütün felsefi sorgulama ve bulucuların fizik bilimine öncülük yaptığı inkâr edilemez.
1805 yılında bugünkü atom modelinin temeli olan “Katlı oranlar yasası”nı bulan John Dalton’dan binlerce yıl önce Yunanlı filozof Demokritos’un maddenin doğasına ilişkin ortaya attığı görüşleri nasıl açıklayacağız? Ya da Engels’in, ışığın içinde hareket ettiği “Esir” denen alanın yokluğunu genel görelilik teorisinden elli yıl önce ilan etmesine ne demeli peki? Felsefenin öncülüğünden soyutlanan modern fiziğin evrimsel tarihinin her seferinde paradokslara kapı açması, bizlere tek bireyi gösterir. Bu durum ise, paradoksların orta yerinde kesin ifade ve soruların anlamını yitirdiğini ve diyalektik felsefenin, fizik biliminin yerçekiminde hareket eden bir kuyruklu yıldız olmadığı gerçeğidir. Diyalektik felsefe metodunun topladığı bilgi birikiminin, bilimin iş bölümsel bir alanından daha fazla olduğunu yüksek sesle söyleyebilir miyiz? Elbette, esasta yaratıcı olan bilimsel deney ve gözlemler değil, bizzat bilimsel metodolojiye yön veren devrimci felsefedir. Ve bilim ettiğini laboratuvar ve aletlerden değil, bizzat felsefeden almaktadır. Bu anlamda felsefe fiziğin kutup yıldızı gibidir.
Diyalektik düşüncenin tarihine ilişkin örnek verdiğimiz Demokritos’un materyalizminin boşlukta oluşmadığı bir gerçektir. Doğanın determinist gözleminin sonuçları insanı bu soruları sormaya ve cevaplarını aramaya itti. Muhtemelen olayların amacından çok sebepleri ile uğraşması, Demokritos’u atom (Atomos) fikrine götüren sebeplerdi. Doğanın fiziksel mekanizması, zaten emek yolu ile doğayı değiştirirken gözlemlenebiliyordu. Mesela doğada bulunan bir cismi küçük parçalara bölmenin bilgisi oluşmuştu ve bu durum görünmeyen ya da el yordamıyla gerçekleşemeyen bir küçüklüğün sorusunu doğal olarak gündeme getirmiş olmalıydı. Her şeyden ilginç olanı, Demokritos’un bu düşünce deneyini yapacak ampirik teknolojiden yoksun olmasıydı. Yani atomun bulunmasına yol açan teknolojinin ortaya çıkmasından çok önceleri insan atomun varlığına dair öngörüye ulaşmıştı aslında. Tabii ki atomun çalışma prensipleri modern fiziğin yardımı olmadan açıklığa kavuşturulamayacaktı henüz.
Bilimsel çalışmalarda bilgiyi açığa çıkaran sistematik düşünce ancak ve ancak bilimsel felsefe ile öngörülebilir. İçinde problem taşımayan bir bilimsel gözlem odası, ancak felsefenin sorduğu sorularla paradokslara sürüklenebilir. Çünkü problemi olmayan bir deneyin sonuçları oldukça şüpheli ve belirsizdir. Veya başka bir deyimle, çelişkileri olmayan bir çalışma, ufku olmayan bir pratik gibidir. İş bölümü nedeniyle bir bilim insanı, ürettiklerinin sonuçlarının diğer alanlarla olan ilişkisini göremeyeceği gibi, diğer parçaların eleştirisini de doğal olarak yapamayacaktır. Bu bütünlüğü gören ve parça- bütün ilişkisi temelinde eleştiriye kavramsal netlik kazandıran bilimsel felsefedir.
Tarihte bilimsel sorunlar kendisini göstermeden önce, genelde felsefede kendisini göstermiştir. İçinde bulunduğumuz son yüz yılda bunun böyle olmamasının sebebi felsefe değil, insan toplumlarının içine girdiği muazzam yabancılaşma nedeniyle diyalektik düşünceden uzaklaşmış olmasıdır. Mesela Profesör Higgs’in yüz yıl önce tahmin ettiği, maddeye kütlesini veren “Tanrı Parçacığı” öngörüsünün İsviçre Cern deneylerinde kanıtlanmış olması konumuza iyi bir örnek olacaktır. Tabii ki Higgs bir matematikçiydi ve bu olasılığa teorik matematik hesapları ile ulaştı. Ama bu matematik çizgisinin yüz yıl sonra başarısını belirleyen diyalektik yöntem oldu. Kaldı ki Profesör Higgs bu noktaya ilk çağdan beri atom ve boşluğa dair sorular soran filozoflar sayesinde geldi. Yani bu problem laboratuvarlarda değil, birkaç bin yıldır düşünce deneylerinde ortaya çıkmıştı zaten. Sanayi devriminin ve dolayısı ile buharlı makinelerin ortaya çıkmasında bile dönemin rasyonel düşünen felsefi akımlarının sayesinde olmuştur dersek sanırız abartılı olmayacaktır. Çünkü eylem, buluş ya da ürün, önce düşüncenin patikalarını gösteren paradigmaların ortaya çıkmasından sonra birer tarihi gerçeğe dönüşmektedirler.
Fizik bilimi, bir yapay zekanın evrimsel projesinde bile ihtiyaç duyduğu, nöro biyoloji, sinir bilimi, mikro biyoloji ve etik arasında disiplinler arası köprüleri oluşturacak kavramsal araçları felsefe olmadan oluşturamamaktadır. Batıdaki üniversitelerde felsefi soyutlamayı içeren analizlerin, kök hücre, kanser araştırmalarına dair yeni metodolojiler ve bağışıklık sistemi gibi çalışma alanlarında kullanıldığı ve pozitif sonuçları verdiği artık bilinmektedir. Yani sorun yaratan bilimsel düşünce modeli insanı yeni çözümlere taşımaktadır. Pozitivizm eleştirisine gelince, biz doğal fenomenlerin çalışma düzeneklerinin aynen, olduğu gibi toplum yasaları içerisinde çalıştığını iddia etmiyoruz. Sadece doğal fenomenleri içkin olgularda toplumsal yasalar arasında diyalektik bağlar olduğunu yüksek sesle söylüyoruz. Zaten Engels ve Marks’ta somutlanan diyalektik materyalizm, esasta doğa ile toplum yasaları arasındaki diyalektik geçişken ilişkiye dair bütünlüğün ifadesidir biraz da. Bir teori ve pratiği mükemmel olmaktan alıkoyan gerçeklik ile uzay/zaman simetrisi ve termodinamik arasında bağlar olduğunu iddia etmek pozitivizm değil, diyalektik materyalizmin kendisidir.
Teori ve pratiğin varoluşunun bir yerde maddenin varoluş biçimi olduğunu inkâr edemeyiz. İnsan, bütün tarihsel etkinlikleri ile birlikte uzay/zamanın bir parçasıdır. İnsan merkezli düşünüş son tahlilde idealizme dair fay hattıdır. Engels maddeyi tarif ederken, bilinci ve düşünceyi, maddeye dair hareketin bir uzamı olarak görmüştü. Bu durum maddeyi kaba materyalizmden alıp özgürleştirmek anlamına geliyordu. Eğer düşünce maddenin varoluş biçimiyse, doğal olarak pratikte maddenin var olma biçimlerinden biridir. Ve bütün bu bahsini ettiğimiz kompleks, inkâr edilemeyecek sayısız bağlarla termodinamiği ve çalıştırdığı uzay/zamana dolayımlanır.
Doğanın fiziğine söz konusu olan olgular, son tahlilde insan türünün bütün tarihsel/toplumsal hikayesinin gözeneklerinde kendisini gösterir. Kandaki demirden, dişteki kalsiyuma, sel, deprem, toprak kalitesi, ekonomik hamlede, göç ve kültür gibi üretim araçlarının gelişimi bile iki doğasal olgu ile birlikte gerçekleşmektedir. Bunlar zaman ve mekanizmadır. Ekonomideki gelişmeler zamanı etkilemekte ve kara sabandan buharlı makinelere ve sonrasına kadar var olan mekaniği yapay zeka ile daha karmaşık ve hassas bir alana taşımaktadır. Her şeyden önemlisi emek sınıfları, Kapitalist ekonomik süreçlerin geliştirdiği fiziksel mekanizmaya içkin teknolojik gelişmeler ile yığınlar halinde işsizleşmektedir. Bu bile fizik kanunları ile insan öz yaşam etkinliği arasındaki somut etkileşime ilişkin bağlar olduğunu kanıtlamaya yetmektedir. Pozitivizm, gözlemciler ve deneyciliğe dayalı olguculuktan başka bir şey tanımaz. Biz komünistler için ise olgular, dünyayı değiştirecek eylem kılavuzumuzun hizmetinde değişime uğradıkları sürece anlamlı ve değerlidirler…