Bizimle iletişime geçin

Editörün Seçtikleri

Açıklanamamış Olup Açıklanabilir Olan Evrenin Bir Parçası Olarak Dünyayı Değiştirmek-4

‘’Kolektif birilerine ait bir tekel değildir. Proletarya ve emekçi halk kitlelerinin üstün çıkarlarını koruyup kollayan ve bu çıkarların gerçekleştirilmesi uğruna mücadele eden, bu mücadelede belli ilkeler etrafında birleşen sınıf ve bileşenlerinin ileri unsurlarından teşekkül olan, bu sınıf ve bileşenlerine aynı ilkeler zemininde açık olan bir siyasi organizasyondur. Dolayısıyla bütün bu kesimlerden kolektif program ve tüzüğünü kabul edip kararlarına uyan, bunlar temelinde mücadele eden herkesin katılımına açıktır. Kolektif belli bir kesim ve elitin ipoteğinde değildir. Özellikle kolektife emek vermiş, onun bir parçası olan, onunla ilkesel ve temel meselelerde esasa ilişkin problemi olmayan ama organik bağı şu ya da bu sebeple kesik olan kolektif dışındaki kadro ve devrimcilerin kolektife katılması onlara bir lütuf değil, onların engellenemez hakkıdır. Bu hakkın kullanılmasında kolektif ön açıcı olmanın ötesinde sorumluluk sahibidir. Bu bilinçle en geniş yelpazeyle birleşme çalışmasını pratikleştirmelidir. Kuşkusuz ki, bu birleşme perspektifi ilkelerden yoksun şekilsiz bir birlik anlayışı değildir. Bilakis, devrim kaygısına endeksli kolektif kaygısı temelinde, belirli ilkeler çerçevesine oturan yeterli müşterekler şartına bağlıdır’’

Kadro Sorunu

Oturumumuzun örgüt sorunu kapsamında yürüttüğü tartışmaların önemli bir başlığı da kadro sorunuydu. Örgütte veya örgütsel faaliyetlerde açığa çıkan zayıflıkların ya da tespit edilen durumun doğrudan kadro problemiyle alakalı olduğu bir gerçektir. Kadro sorunu genel olarak devrim süreci boyunca devam eden bir sorun olmakla birlikte, mevcut kolektif gerçeğimizde olağanın ötesinde acil bir sorun olarak yakıcılığını korumaktadır. Öyle ki, kadro sorunu kolektifimizde müzmin bir hal olarak hemen her kongremizin gündeminde olmuş, her kongrede soruna işaret edilerek teorik pratik politikalar geliştirilmiş ancak bir türlü bu sorun aşılamamıştır. Belli dönemlerde asgari düzeyde hal yoluna girmiş olsa da esasta süreğenlik arz eden bir durum olarak gündemimizde yer işgal etmiştir.

Kadro politikasına dönük kolektifimizin önemli teorik belirlemeleri ve politikaları olmuştur, teorik çerçevede yeterli bir anlayış mevcuttur. Fakat sorunun pratik gerçekte asgari düzeyde de olsa aşılarak nispeten kalıcı bir çözüm ya da yeterlilik derecesinde çözülmesi mümkün olmamıştır. Örgüt ve örgütsel faaliyetlerin kaderini ideolojik/siyasi çizgiden sonra belirleyen esas unsur durumundaki kadro/kadro sorunu, daha fazla ertelenmeden somut plan ve görevler biçiminde ele alınarak makul bir düzeye çekilmek durumundadır. Bu sorunda yol almadan kalıcı gelişmeler sağlanamaz, sağlam ve nitelikli bir örgüt yaratılamaz, başarılı faaliyet çizgisi izlenemez. Bu, bu kadar nettir. Tam da bu bilinçledir ki, Kolektif 4. oturumumuz kadro sorunu üzerine yeni bir karar alarak konuya dair somut görevler temelinde bir planlamalarla iradesini ortaya koydu. Kolektif oturumumuzun ilgili kararı aşağıdaki gibidir: “Kolektifimizin teoride bir kadro siyaseti olmasına karşın pratik süreç kendiliğindenci biçimde sürmüştür. Kadroların eğitilmesi, korunması, doğru konumlandırılması, desteklenmesi, yeni kadroların çıkarılarak doğru yönlendirmelerle pratik içerisinde yetiştirilmesi somut bir planla hayata geçirilmelidir.”

Evet, karara da konu edildiği gibi, kolektifimiz esasta yetkin bir kadro politikasına sahiptir. Lakin bu politika esasen teorik çerçevede kalmış, bir türlü pratik adımda uygulanmamış, uygulanamamıştır. Her kongre ve vesileyle kadro sorunu üzerine tartışılıp kararlar alınmasına karşın, belli istisnai dönemler dışında teorik kavrayışa uygun bir pratik ve çalışma ortaya konulmamıştır. Bilakis tespit edilen soruna bir tür kayıtsızlık gösterilerek sorun kendiliğindenci mecraya bırakılmıştır. Bunda, uzun vadeli stratejik düşünme yerine, günübirlik politikalarla sorunun acil çözümü benimsenmiş, deyim yerindeyse günü kotarmaya dönük bir hat izlenmiştir.

Kuşkusuz kararlar almak veya durumu tespit etmek yetmez. Hatta çözüm metotlarını belirlemek de yetmez. Gerekli olan saptanan durum ve belirlenen çözümlere uygun pratiğin hayata geçirilmesi, pratik gerçekte adımlar atılmasıdır. Kadroların korunmasında belli bir bilinç oluşmuş olsa da bu tam manasıyla hayata geçirilememiştir. Dolayısıyla yakıcı bir ihtiyaç olan kadro sorunu karşısında, kadroların korunması politikasına daha güçlü zeminde eğilmek gerekli olandır. Korunmayan kadrolar, yani kadroların yitirilmesi bir dizi tecrübenin, birikimin, yeteneğin ve niteliğin yitimi olarak kolektifimizin yaşadığı (kadro, nitelik, örgüt ve benzeri) sorunlarda belirleyici yerde durmaktadır. O halde kadroların korunması politikasında daha bilinçli ve hassas olunması birinci sorundur. Bu nokta kadroların doğru konumlandırılmasıyla da ilişkili bir sorundur. Belli bir baskılanma veya basınç altında kalınarak yapılan kadro konumlanmaları kadroların yitirilmesinde ya da korunmamasında bir etkendir. Aynı hassasiyet kadroların konumlandırılmasında da gösterilmek durumundadır. Daha da önemlisi kadroların korunması ihtiyacı, sadece fiziki olarak korunması veya yitirilmesi ile sınırlı bir sorun değildir. Açıkçası, kadroların teşhir edilmesi, deşifre edilmesi, yıpratılması, zayıflatılması da kadroların korunması politikasında ciddi bir sorun durumundadır. Dedikodu, yatay ilişkiler, boşboğazlıklar, hava atmalar, gereksiz bilgi paylaşımları şeklinde önlenemeyen bozuk kültür ve çalışma tarzı, kadroların deşifre olmasına, teşhir olmasına ve zayıflamasına yol açan önemli bir zafiyettir. Teşhir ve yıpratmayla yetinmeyen bu aymaz davranışlar, kadroların inisiyatif ve iradelerini kırıp zayıflatan tutumlarıyla kadroların korunmasını değil, harcanıp etkisizleştirilmelerine hizmet etmektedirler. Belki de sorunun en ciddi boyutu burada açığa çıkmaktadır. Kadronun yıpratılması, zayıflatılması, altının boşaltılıp inisiyatifinin kırılması aslen kolektifin zayıflatılması ve yıpratılmasıdır. Dolayısıyla bu türden bozuk davranış, kültür ve yaklaşımlara müsamaha gösterilemez.

Kadroların eğitilmesi de yaşanan kadro sorununda diğer bir ihtiyaç ve gerekliliktir. Kadroların niteliği doğrudan örgütün niteliği ve faaliyetlerin başarısıyla bağlantılı bir durumdur. Gerekli birikim, tecrübe ve yetkinliğe sahip olmayan kadroların temsil edeceği örgüt ve faaliyetin de doğru orantılı olarak zayıf olacağı açıktır. Gelenekselleşmiş bir davranış veya uygulama olarak mevcut kadrolarla yetinilmiş, niteliğe gereken önem verilmemiştir. Mevcut olanla örgütlenip faaliyetlere girişmek elbette anlaşılırdır ancak mevcudun olduğu gibi kabullenilerek sürdürülmesi hatalı olan yaklaşımdır. Bu anlamda mevcut kadroların desteklenmesi, eğitilmesi, geliştirilip çok yönlü ve yetenekli/yetkin hale getirilmesine dönük pratik bir politikanın izlenmesi gerekli olandır. 

Tam da burada 4. oturumumuzun aldığı karar anlamlıdır. Ki, kongremizin aldığı kararın bir boyutu, kadroların ideolojik ve teorik gelişimi temelinde eğitilerek yetkinleştirilmesini hedeflemekte, somut görev olarak önüne koymaktadır. Bu karar gereği, tüm kadrolar ve kolektif üyeleri bilimsel sosyalizm teorisinin tüm temel meselelerinde yetkinleşme perspektifiyle, tüm temel konularda belli zaman dilimleri içinde söz konusu temel konular üzerinde gerekli araştırma, inceleme ve çalışmalar yürüterek bu çalışmalarını belli mekanizmalar içinde sunacaklardır. Bu somut planlama ve görev temelinde ihmal edilemez bir eğitim süreci olarak işletilecektir.

“Elde ne varsa o” bilinciyle hareket edilmeyecek, mevcutla yetinilmeyecektir. Eldekinin ve mevcudun geliştirilerek ilerletilmesi somut görev olarak yürütülecektir. Ki, 4. oturumumuzun teknik ve teknoloji alanına ilişkin belli bir kurumsallaşma ve yetkinleşme hedefiyle aldığı başka bir karar da kadro politikasına dönük yaklaşımın bir uzantısı ve kuşkusuz ki örgüt ve faaliyetlerin daha nitelikli seviyede temsil edilmesini hedeflemektedir. Öncelikli hedef temsil edilen örgüt ve faaliyetlerin hakkıyla temsil edilmesinin sağlanması ile buna uygun kadroların yetiştirilmesi veya kadrolaşmanın sağlanmasıdır. Bu zeminde çok yönlü, yetkin, sorunlar karşısında çözüm gücü olabilen yetenekli kadroların yaratılması ve en önemlisi de sorun çözme pozisyonunda olduğu halde sorunun öğesi olan kadro realitesinin aşılmasını başarmaktır. Ki bu durum tüm kadrolar için aynılıkla geçerli olmasa da, sorun çözme gücü olma yerine kendisi sorun olan kadro realitesi belli bir gerçekliği ifade eder. Altını çizmekte fayda var ki, bu durum tek tek kadroların sorumlu tutulup suçlanması meselesi değildir ve böyle de ele alınamaz. Sorunun kaynağı kolektif önderliğinin gerekli eğitimleri yürütmemesi-yürütememesi, kadro niteliğine yeterli önem vermemesi, gerekli disiplin ve işleyişi uygulamaması ve bunlarda liberal bir hat izlemesi ya da aşırı demokrasiye kaçan eğilimlere yol verip basiretsiz kalmasıdır. Yani sorun kolektif sorunudur ama somutta kadroların zayıflığıdır.

Yine kararda ifade edildiği gibi, kadro politikası temelinde yeni kadroların yetiştirilmemesi kadro sorununda ciddi bir yer tutmaktadır. Halef-selef ilişkisi bağlamında kadroların yerlerini dolduracak kadrolar yetiştirmemesi, yani haleflerini yetiştirmemesi yeni kadroların çıkarılamamasında önemli bir eksikliktir. Kendiliğindenciliğin sırıttığı noktalardan biri budur. Oysa her kadronun yanındaki üyeyi, faaliyetçiyi eğiterek yetiştirmesi durumunda önemli bir kadro bileşeni açığa çıkacaktır ki, bu da kadro sorununu belli düzeyde karşılayacaktır. Ancak, halef yetiştirme unutulan bir görev olarak sözde ve tarihte kalmıştır. Aktüelleştirilmesi şarttır. Buna dönük somut çalışma bilinciyle hareket edildiğinde belli bir kadronun, kadro adayının yaratılması her faaliyet dönemi sonrası mümkün olacaktır.

Yeni kadroların çıkarılmasına dönük bilinç ve çalışma sadece halef yetiştirmekle sınırlandırılamaz elbet. Daha kapsamlı bir yönelimle yeni kadroların yetiştirilmesini hedefleyen teorik/pratik eğitim süreçleriyle yeni kadroları, hem pratik içinde ve hem de ideolojik/teorik eğitim süreçlerinde çıkarmak mümkündür. Siyasi ve askeri kamp pratiği bu konuda ciddi sonuçlar veya tecrübeler vermiştir. İlgili kamplarda yürütülen çalışmalarda küçümsenemeyecek nitelikte ve sayıda yeni kadro oluşmuştur. Mümkün olduğu ölçüde bu kampların geliştirilerek sürdürülmesi ve kuşkusuz ki bu kampların daha verimli hale getirilmesi için daha ciddi ele alınarak örgütlenmesi ihtiyaçtır. Olanaklar ölçüsünde faaliyetçi dinamiğinin ve hatta tüm kolektif gücünün bu ve benzeri kamplarda eğitim süreçlerinden geçirilmesi önemli bir kazanım sağlayacaktır. Görev vererek yetkinleştirmek, öne çıkanları dikkatle izleyip özel süreçlere tabi tutmak, gelişme dinamiği taşıyan yetenekli faaliyetçilerin önünün açılarak gelişmelerinin sağlanması gibi bir dizi politika ve yaklaşım temelinde yeni kadroların yaratılması sağlanabilir.

Bilinçli planlı bir eğitim sürecine paralel olarak, kolektif disiplini ve işleyişini ödünsüz olarak uygulamak, çalışmaları denetleyerek perspektif ve çözüm sunmak, rapor sistemini işlerli hale getirmek, hata ve olumsuzluklara kayıtsız kalmayarak gerektiğinde tüzük hükümlerine uygun idari tedbirlere başvurmak, örgüt/kolektif bilinci ve kültürünü geliştirmek, ideolojik, teorik, siyasi çalışmaları oturtarak sürdürmek, ilkeli tavır ve çalışmayı oturtmak, gizliliği sağlamak, irade eylem birliğini zedeleyen davranışları önlemek, merkezi birleşik yapıyı egemen kılmak, parçacı, bencil, kariyerist ve dedikoducu bilumum burjuva/küçük burjuva alışkanlıklara karşı mücadeleyi aksatmamak, her şeyden de önemlisi karamsarlığı, kaosu, bencil kavgayı, disiplinsizliği, aşırı demokrasiyi, liberalizm ve sekterizmi geliştiren bütün anlayış ve yaklaşımlara izin vermemek nitelikli sağlam örgüt ve kadronun yetiştirilmesi için belli başlı zorunluluklardır.

Örgüt kadrolar şahsında temsil bulur, güven ve tesirini kadrolar vasıtasıyla yansıtır. İyi kadro bileşeni iyi bir örgütün karşılığıdır. Kadro pratikte belirleyicidir. Siyaset bir kere saptandıktan sonra belirleyici olan kadrolardır. Ya gerekli kadroya sahip olunacak ya da vasat yürüyüş devam edecektir. Tercih bu kadar nettir. Bu bilinçle kadro politikası somut plan ve görevler temelinde geciktirilmeden hayata geçirilmelidir. Kadro niteliktir. Niteliğin oluşması günübirlik çalışmalarla değil, uzun vadeli çalışmalar pratiğiyle kazanılabilir. Zaman kaybetmeyi göze alamayan aceleci yaklaşımın çabuk başarı yakalaması rüyadan ibarettir.  

Kadro sorununa dönük çalışmanın bir parçası da, eski kadroların yeniden örgütlenerek uygun biçim ve alanlarda konumlandırılmasına dönük olmalıdır. Gerekli araç ve alanların yaratılmasıyla bir dizi eski kadronun örgütlenmesine esasta zemin hazırlanmış olur. Mevcut durumda kolektifimizin belli politikaları kapsamında önemli sayıda eski kadro çalışmalara dâhil olmakta fakat bu dönemsel çalışma olarak kalmakta, kurumsallaşmaya dönüşmemektedir. Kurumsallaşmanın sağlanması uygun araç ve mekanizmaların oluşturulmasıyla sağlanabilir. Eski kadroların tecrübe ve birikimlerinin kolektife etkin olarak kazandırılması küçümsenemez bir enerji, güçtür.

Çeşitli sebeplerle kolektiften organik bağlar bakımından uzak kalmış ama duygusal bağlılıkları devam eden, aynı zamanda saygın kişiliklerini sürdüren fazla sayıda eski kadro ve güç mevcuttur. Bunların kolektife dâhil edilmesi tamamen mümkündür. Dahası, birlik kapsamında atılacak adımlarla da kolektif güçlerinin kolektife dâhil olması gerçekleştirilebilir önemli bir sorumluluktur. 

Düşünce zenginliği canlı siyasi ortam kadar eylem zenginliğini de koşullayan dinamizmdir. Bu dinamizm kadronun yetişmesi, gelişmesi ve çoğalmasının da kaynağıdır. Kadrolar, çok yönlü, yaratıcı, yetenekli, birikimli, tecrübeli ve ayakları üzerinde durarak yolunu bulabilen, çelişki ve sorunları çözme becerisinde mükemmel olmasa da asgari düzeyde yeterli, devrimci teoriye hâkim olup devrimci pratikte çekincesiz ama alçak gönüllü, mütevazı, dürüst ve kararlı olan militanlardır. Bunların yaratılması veya bunlara sahip olunması bilinçli, planlı, somut teorik/pratik çalışmalar, deney/tecrübe ve siyasi eğitim süreçleriyle olanaklıdır. Bunun bir adımı da mevcut kadroların korunması ve atıl durumdaki kadroların faal hale gelmesi getirilmesidir.

Kadro sorunu veya doğru kadro politikasının önemi, doğrudan kolektifin niteliğiyle, örgütlenmesiyle, görevleriyle, başarıları ya da başarısızlıklarıyla, gelişip ilerlemesi ya da zayıf kalmasıyla ilgili olduğu kadar, son tahlilde hedeflenen iktidar ve kurulacak devlet ile de bağıntılı bir meseledir.

Kadrolar, siyasi çizginin uygulanmasında onun kaderini belirleyen ögelerdir. Devrimin hangi çizgi temelinde örgütlenip gerçekleştirileceğinde birinci dereceden sorumlu, belirleyici uygulayıcı öznelerdir. Kadroların rolü, siyasi çizgiden bu çizgi temelinde yürütülecek görevlere, yürütülen görevlerin pratiğe geçirilmesinden bunların başarısına kadar tayin edici geniş yere sahiptir. Bu da, kolektifinin siyasi çizgisinden niteliğine, oradan devrime önderlik yapacak kolektifinin siyasi mücadele pratiğine ve elbette bu kolektif önderliğinde gelişecek devrimin başarı ve başarısızlıklarına, hatta devrimin nasıl biçimleneceğine uzanan yelpazede kadroların hayati aktörler olduğunu gösterir. 

Kolektifin ideolojik, siyasi, örgütsel kaderi ve dolayısıyla da devrimin kaderi kadrolara bağlıdır. Devrim kitlelerin kendiliğinden hareketinin ürünü olmayacağına, bilakis komünist kolektif önderliğinde kitlelerin birleştirilerek geliştirilip gerçekleştirileceğine göre, kitlelerin bilinçlendirilerek harekete geçirilip devrime seferber edilmesi, kitlelerin eseri olan devrimin örgütlenerek gerçekleştirilmesi kadroların tarihsel rolüne muhtaçtır. 

Kolektifin örgütlenmesi tipik olarak devlet örgütlenmesidir ya da özünde benzerdir. Komünist kolektif de sosyalist devlet de demokratik merkeziyetçilik ilkesine göre örgütlenir. Bu açıdan ikisinin özünde aynı olduğu ve tam bir benzerlik taşıdıkları söylenebilir. Kolektifin örgütlenmesi tipik olarak devlet örgütlenmesidir. Kolektifteki merkezi yönetim kademesi, daha geniş veya kapsayıcı da olsa devlette de yönetim kademesidir. Devlette ekonomi bakanlığı varsa, kolektifte de mali komite vardır, olmalıdır. Devlette ulus ve azınlıklardan sorumlu bakan varsa, kolektifte de “milli mesele” gibi ulus ve azınlıklardan sorumlu komite olmalıdır. Devlette bakanlık varsa, kolektifte de yönetici kadro ekibi vardır. Devletin “bürokratları”, dış ilişkiler görevlileri, ordusu, mahkemesi vardır, kolektifin de buna denk kurumsallaşması vardır, sorumluları olmalıdır.

Kolektif örgütlenmesi devlet örgütlenmesinin küçük hali ama ön biçimi ya da temel karakteridir. Kadrolar kolektifte de, devlette de aynı görev ve role sahiptirler. Bundandır ki, bugünün kadro sorunu kolektifin temel sorunu olmakla birlikte, hedeflenen kurulacak devletin de temel sorunudur. O halde kadro sorununu bugünden mevcut edip sağlamlaştırmak kaçınılmaz önemdedir. Kolektif, tıpkı devlet gibi ilgili her alanda kurumsallaşmak durumundadır. Bu kurumsallaşma kadrolar üzerinden yürümek, yürütülmek durumundadır. Bu kurumsallaşma ve dolayısıyla bu kurumsallaşmaya denk kadrolaşma sağlanmadan veya kadro sorunu asgari düzeyde de olsa çözülmeden gerçekte ileri doğru yol almak zordur. En önemlisi de uzun vadeli kadro politikası temelinde stratejik bir siyaset ve yönelimi olmak zorundadır kolektifin. Günübirlik çözümlerle sorunun aşılması düşünülemez. 

Tam da bundandır ki, kolektifimiz uzun vadeli planlama ve stratejik perspektiflerle kadro sorununa dönük pratik adımlar atmakla mükelleftir. Bu kadro politikası temelinde görev ve ihtisas alanlarına göre, siyasi yetkinliği ve pratikçi, uygulama yeteneğini geliştiren somut görevlere dayalı bir planlamayla hareket edilmek durumundadır. Siyaset alanında, bilimsel sosyalizm teorisi alanında, ideoloji ve örgüt alanında, ekonomi alanında, askeri alanda, aynı zamanda somut ve diri çelişki, görev ve özgün meseleler alanında, örneğin; ulusal sorun/milli mesele, kadın mücadelesi ve örgütlenmesi, sendika/emek sorunu, çevre sorunu, teknik/teknoloji sorunu gibi meselelerde, mevcut kadrolarla başlamak üzere, tüm kadro örgütlenmesinde uygulamak üzere, bahis konusu tüm meselelerde yetkinleşmeyi, derinleşmeyi, uzmanlaşmayı, yetenek edinmeyi, birikim sağlamayı hedefleyen bir planlamayla eğitim esasına dayalı bir yönelim benimsemelidir.

Planlanmış sürelere bağlı kalarak, hedeflenen süre zarfında milli meselede yetkinleşmiş bir kadro bileşeninin yaratılması, bilimsel sosyalizm teorisi dâhilinde olmak üzere çeşitli konularda derinlikli bir birikime ulaşmış bir kadro bileşeninin yaratılması, sosyalizm sorunlarında, devlet, demokrasi ve adalet alanlarında uzmanlaşmış bir kadro bileşeninin yaratılması, ideolojik ve teorik birikimde derinleşmiş bir kadro bileşeninin yaratılması somut görev olarak yürütülmeli, bu eğitim tarzıyla bir kadro gücü yaratılmalıdır. Bunlara ek görevler veya politikalar temelinde yeni kadroların çıkarılması hedeflenmeli ama kalıcı metot olarak kadro niteliğinin geliştirilmesi sürekli bir eğitim programıyla yürütülmelidir. 

Nitelikli örgüt ve kurumsallaşmış güçlü kolektifin yaratılması, kadro politikasında atılacak gerçek adımlarla mümkün olacaktır. Özellikle kadrolarını korumakta sorun yaşayan ve sürekli olarak kadro yitirerek kan kaybı yaşayan kolektif şartlarımızda kararlı bir kadro siyasetinin uygulanması zaruridir.

Kadro Sorunu Bağlamında Önderlik Sorunu

‘’Birçok sorun ve zayıflıklarımızın temelinde yatan nedenin kadro sorunu olduğu, yetersizlik ve zayıflıkların kadro sorunundan beslendiği bir gerçektir. Kadro sorunu esasta öteden beri problem olarak devam edip günümüze vuran temel sorunlarımızdandır. Dolayısıyla önderlik sorunu bağlamında gündeme gelen zayıflıklar esasta objektif durum ve şartlardan da ileri gelmektedir. Önderlik kurumunun yetersizlikleriyle birlikte, kadro sorununun oluşturduğu objektif durum ve şartların başarısızlık ve zayıflıklarımızda rol oynadığı inkâr edilemez. Ki, önderlik kurumu ile kadro sorunu doğrudan bağlantılı ve karşı karşıya konulamaz biçimde aynı sorunlardır. Kadro sorununun olduğu yerde önderlik sorununun yaşanması rastlantı değil, mantıki tutarlılık içinde gündeme gelen tabii bir sonuçtur’’

Kolektif 3. oturumundan kolektif oturuma gelinen süre içinde bir dizi sorun, zayıflık ve yetersizliklerin yaşandığını söylemek objektif gerçeğe isabet olur. Yanı sıra, aynı zaman diliminde belli başarı ve olumlulukların yaşandığını da teslim etmek gerekir. Sorun ve zayıflıklardan, üstlendiği rol, aldığı görev ve temsil ettiği yetkilerden dolayı birinci dereceden ve doğrudan kolektifin önderlik kurumu sorumludur. Bu esasla birlikte, objektif durum ve şartların da önderliğin zayıflıklarında etken olup zayıflık ve başarısızlıkları koşullandığını saptamak yanlış olmaz.

Birçok sorun ve zayıflıklarımızın temelinde yatan nedenin kadro sorunu olduğu, yetersizlik ve zayıflıkların kadro sorunundan beslendiği bir gerçektir. Kadro sorunu esasta öteden beri problem olarak devam edip günümüze vuran temel sorunlarımızdandır. Dolayısıyla önderlik sorunu bağlamında gündeme gelen zayıflıklar esasta objektif durum ve şartlardan da ileri gelmektedir. Önderlik kurumunun yetersizlikleriyle birlikte, kadro sorununun oluşturduğu objektif durum ve şartların başarısızlık ve zayıflıklarımızda rol oynadığı inkâr edilemez. Ki, önderlik kurumu ile kadro sorunu doğrudan bağlantılı ve karşı karşıya konulamaz biçimde aynı sorunlardır. Kadro sorununun olduğu yerde önderlik sorununun yaşanması rastlantı değil, mantıki tutarlılık içinde gündeme gelen tabii bir sonuçtur.

Önderlik kurumunun kadro politikasında gerekli adımları geliştirememesi veya kadro ihtiyacını gidermeye dönük somut politikalar geliştirmemesi, dolayısıyla kadro sorununu çözmemesi-çözememesi eleştiri konusu yapılabilir ki, bu ayrı bir sorundur ama temel sorundur. Bu eksiklik kadro sorununun devam etmesinde rol oynasa da, kadro sorunu geçmişten devralınan ve hatta kolektifin mustarip olduğu köklü bir sorundur ve önderlik kurumu dâhil kolektif faaliyetlerindeki zayıflıkları koşullayan reel bir gerçekliktir. Kısacası, önderlik kurumunun başarısızlıkları tartışılırken, kadro sorunundan bağımsız tartışılamaz. Ve bu sorun önderliğin başarısız kalmasında objektif durumdur, özellikle ve esasta önderliğin yetenekleri ya da başarısızlıklarıyla alakalı değildir. Yeterli kadronun olmaması önderliğin durumunu doğrudan etkilemekte, başarı ve başarısızlıklarında belirleyici olmaktadır. Dolayısıyla kolektifin durumu ve önderlik kurumu değerlendirilirken kadro durumundan bağımsız bir değerlendirme yapılamaz. Sorun var diyerek sorunlar aşılmaz. Başarısızlık tespit edilerek başarıya çıkılmaz. O halde sorunun kaynağı doğru tespit edilmekle birlikte, sorunun aşılmasına dönük somut siyasetlerin geliştirilerek pratikleştirilmesi zorunlu ve elzemdir. Kadro sorununa dönük stratejik yaklaşımlar kolektifimizin önündeki temel sorunlardan ya da görevlerden biri durumundadır. Kolektifin sorunlarını aşarak gelişip ilerlemesinde bu sorun yaşamsal değerde rol oynamaktadır. Bu halka kavranmadan sorunların aşılmasında gerçekçi bir ilerleme yoluna girmek zor olduğu gibi, sorunların tekerrür etmesi adeta bir kader gibi sırtımıza yapışan bir ağırlık olmaya devam edecektir.

Akademi eğitim kampı kadro sorununa dönük de atılmış ileri bir adım olarak önemliyken, yetersiz olduğunu da bilmemiz gerekir. Ancak yetersizliğine karşın bu adımın kadro sorununda somut ve olumlu bir gelişmeye hizmet ettiğini teslim etmemiz de yerinde olacaktır. Kolektif güçlerinin bu eğitim kampı sürecinden geçirilerek kolektifte niteliğin geliştirilmesi genel hedefken, özelde de kadro ve uzmanlaşma sorununda da rol oynamaktadır. Fakat kavramamız gerekir ki, kadro sorununun asgari düzeyde de olsa karşılanması veya kadro ihtiyacının acil modundan çıkarılarak belli bir yeterliliğe kavuşturulması için yalnızca akademi çalışması yeterli değildir. Bu sorunun akademiden öteye aynı stratejik yönelimle bütünlüklü bir planlama ve sürece has yoğunlaşmış somut çalışmalar dâhilinde yürütülmesi gerekmektedir.  

Siyaset Yöneliminde Kazanma Siyaseti 

‘‘Kolektifimiz, yarım asra varan mücadele tarihinde şüphesiz ki büyük değerler ve gelenekler yaratmış, ağır bedeller ödemiş, çetin mücadeleler vermiştir. Büyük bir mücadele ısrarı ve net devrimci duruş göstermiş olup en ağır şartları geride bırakarak siyasi rotasını yitirmemiştir. Tarihsel bellek ve siyasi mirasına sırt dönmeden bunu proleter devrimci niteliğine harman etmiştir. Bütün bunlar ve daha fazlasında esasta sorun yoktur. Fakat bu devasa mücadele tarihine karşın, sağladığı siyasi ve örgütsel kazanımlar ne yazık ki bu tarihle doğru orantılı olmamıştır. Bunun birçok nedeni vardır ve bunlar sıralanabilir. Ancak, sebepler ve izahlar olsa da bir de sonuç vardır ki, ortada olan sonuç; somut siyasi kazanımlardan yoksun, başarı hanesi zayıf, başarısızlık ve yenilgilerin egemenliğidir’’

Kolektif 4. oturumumuzun temel gündemlerinden biri “Örgüt ve Örgütlenme” başlığı taşıyan gündem idi. Bu gündem başlığı altında birden fazla alt başlıkta tartışmalar yürütülmüş ve bu tartışmalara bağlı olarak kararlar alınmıştır. Alınan kararlardan birinin konu içeriği siyaset yönelimimiz üzerinedir. Siyaset yönelimimiz üzerine yürütülen tartışmalardan sonra konuyla ilgili tartışmaları özetleyen şu karar alınmıştır: “Kolektifimiz kazanmaya endeksli bir siyaset yönelimi olarak Kazanma Siyaseti’ni benimseyerek bu sürecin pratikleştirilmesine planlı olarak girmelidir. Merkez Komitesi kolektifimizin somut durumuna bağlı olarak tüm alanlardaki kazanımları koruyan ve her bir alanın önüne yeni kazanımlar sağlayacak biçimde somut hedefler koymalıdır.” 

Karar veya siyasetin tutarlı gerekçelere oturması ya da oturmaması, onun başarısı ve başarısızlığıyla ya da doğru olup olmamasıyla doğrudan alakalıdır. Karar vesilesi siyasetin kaygısı, devrimci görevlerin daha etkin yürütülmesi uğruna başarılı bir siyasetin uygulanmasıdır. Bu siyasetin isabetli olup olmadığını test etmek için, öncelikli olan karara konu siyasetin nesnel gerekçelere dayanıp dayanmadığına bakmayı gerektirir. O halde bu kararın alınmasındaki bilinç ya da tutarlı gerekçe(ler) nedir? Kararın içeriği ya da kararın alınmasına yol açan arka plandaki sistematik fikir ve pratikten edinilmiş tecrübe nedir? Bu soruların yanıtlanması kararın açılması demektir ki bu, kararın kavranması ve uygulanması için elzemdir. 

Komünist toplum amaçlı mücadeleye endeksli ve komünist ilkeler orijinine uygun nitelikte kurulan Kolektifimiz, siyasi iktidar perspektifiyle 1972’den günümüze dek ısrarlı mücadele yürüyüşüyle sergilediği devrimci savaş pratiğinde tükettiği tarih/zaman açısından yaşlı, ama bilimsel doku üzerinde kurguladığı ideolojik ve siyasi karakteriyle devrimimizin çizgisini temsil eden aktüel dinamik bir kolektiftir. Kolektifimizin kuruluşundan bugüne, yarım asrı bulan siyasi mücadele ve kurumsal devamlılık serüveni ne kadar yaşlı ise; komünist ilke, teori ve somut tezleriyle temsil ettiği ideolojik ve siyasi kulvarı o kadar genç, dinamik ve canlıdır. Lakin yaşlılığı da dinamizmi de anlamlıdır. Uzun mücadele döneminin olumluluk ve olumsuzluklarıyla kazanılan devasa tecrübe doğru değerlendirildiğinde büyük bir hazinedir ki, bu tarih elbette anlamlıdır. Politik olarak yaşanan sapmalara, örgütsel yenilgi ve darbelenmelere ve siyasette yaşanan kabızlıklara rağmen proleter devrimci doğrultusunu yitirmeden sürdürmesini sağlayan stratejici ve ilkeci duruşu da elbette anlamlıdır.

Kolektifimizin evrensel ideoloji, teori ve siyasi ilkelerde mayalanıp temel bulan somut devrimimize dair stratejik kurgu ve örgütsel ilkeleri son derece sağlam ve bilimseldir. Kolektifimiz, strateji ve ilke sorunlarında odaklanan yönelimiyle komünist devrimci kalkana sahip olup komünist doğrultusunu korurken, siyasetin önemini objektif olarak yadsıyan strateji ve ilke meselelerindeki tek yanlı katılığı onu siyaset sahasında dar döngü girdabına sürüklediği söylenebilir. 

Tarihi muhasebe temelinde Kolektif 1.oturumuyla siyasetteki dogmatik prangaların kırılması zemininde siyasetteki kısırlık esasta aşılmış olduğu, bu tarihten sonra Kolektifimizin izlediği yenilenme-ilerleme eğilimi kelimenin tam manasıyla olumlu yönde durduğu da belirtilebilinir. Ancak, adeta alışkanlığa dönüşüp kök tutmuş sorunların bir defada ve kesin biçimde tasfiye edilerek aşılması kolay değildir. Bilimsel çizginin yakalanması doğru mecrada ilerlemek için sağlam bir temeldir. Lakin bu çizginin siyaset alanında yetkin biçimde temsil edilememesi bahis konusu sorunların döne döne önümüze gelmesini sağlamaktadır, neden olmaktadır. 

Devrik burjuva sınıfın işçi sınıfına karşı yeniden başarı elde etmesinin tecrübesinde olduğu gibi, mahkûm edilen veya yenilen her şey yeniden ve yeni biçimde yeniden filizlenerek karşına dikilir. Hatalı çizgi ve siyasetlerin mahkûm edilmesi de bunun gibidir. Dolayısıyla, süreklilik arz eden bir mücadele bilinci ve pratiğiyle, tekrarlanarak gündeme gelen hatalara, geriliklere, başarısızlıklara ve olumsuzluklara karşı savaşım vererek doğru egemen kılınmak durumundadır. Siyaset sorununda ise bu durum çok daha dinamiktir.

Siyaset, genel ve özel/özgün hedeflerin tümünü konu edinmekle birlikte, etkin muhtevası itibarıyla siyaset, doğrudan somut durum, değişen şart ve siyasi gelişmelerle ilgilenen, değişen duruma göre biçimlenen, hantallığı kabul etmeyip çabuk davranmayı gerektiren, dengeleri ve şartları gözeterek hareket eden, birçok koşulu bir anda göz önüne alarak rota tayin etmeyi gerektiren son derece dinamik, esnek ve başlı başına bir beceri ya da yetenek ustalığıdır. Siyaset/taktik, gecikmeyi kabul etmediği gibi, rutini reddeden sürekli değişim ve somut an’a uyarlanmayı içerir. Değişen duruma göre değişmeyen siyaset ölü bir siyasettir. 

Siyasetin tüm karakteri, an’ı yakalama, çabuk ve hızlı olma ya da değişip yenilenme özelliğiyle açıklanamaz elbet. Daha da önemli olan karakteri, tahlil-analiz yeteneğiyle nesnel doğruyu ve gerçeği görme, vardığı sentezle nesnel gerçeği stratejik siyaset ve siyasi hedefler ya da sınıf/halk ve devrim çıkarları hizmetinde değiştirme görevlerini saptayarak eyleme sevk etme özelliğidir. Siyaset, strateji ve ilkelerin somut şartlara nüfuz etmesinin silahıdır. Bu silah yeterince ve doğru biçimde kullanılmadan gerçeğe hükmetmek mümkün olmamakla birlikte, bilimsel teori ve tezlerin raflarda kalarak yaşam gerçeğiyle buluşturulması ve değiştirme gücüne kavuşturulması da mümkün olmaz.

Kolektifimiz açısından bugün esasta aşılmış da olsa, hala taktik siyaset üretme zayıflıklarından söz edilebilir. Bu durum, kolektifimizin oturumunda siyaset yönelimine dair yürüttüğü tartışmalar tarafından da desteklenmektedir. Siyasetin doğasını gerektiği gibi takip etme ve zayıflıkların aşılması temelinde yürütülen kongre tartışmaları yukarıda işaret ettiğimiz üzere, siyasette kazanmaya endeksli bir siyaset yöneliminin benimsenmesiyle sonuçlanmıştır.

Siyaset konusunda acımasız ve belki abartılı biçimde değerlendirdiğimiz kolektifimizin belirli geçmiş tecrübe dönem pratiği bizlere göstermektedir ki, sağlanan her ilerleme bir ilerleme bir tılsım değildir ve bu ilerlemenin sahiplenilerek sürdürülmesi bir zorunluluktur. Bu zorunluluk sınıf mücadelesinin ihtiyaçları, komünist amaç ve devrimci hedeflerin gerçekleştirilmesinden doğmaktadır. Mevcut siyaset yönelimimizin bu ihtiyaçtan doğan zorunluluğu karşılayıp karşılamadığı sorusu tayin edici soru olmuştur.

Kolektifimiz, yarım asra varan mücadele tarihinde şüphesiz ki büyük değerler ve gelenekler yaratmış, ağır bedeller ödemiş, çetin mücadeleler vermiştir. Büyük bir mücadele ısrarı ve net devrimci duruş göstermiş olup en ağır şartları geride bırakarak siyasi rotasını yitirmemiştir. Tarihsel bellek ve siyasi mirasına sırt dönmeden bunu proleter devrimci niteliğine harman etmiştir. Bütün bunlar ve daha fazlasında esasta sorun yoktur. Fakat bu devasa mücadele tarihine karşın, sağladığı siyasi ve örgütsel kazanımlar ne yazık ki bu tarihle doğru orantılı olmamıştır. Bunun birçok nedeni vardır ve bunlar sıralanabilir. Ancak, sebepler ve izahlar olsa da bir de sonuç vardır ki, ortada olan sonuç; somut siyasi kazanımlardan yoksun, başarı hanesi zayıf, başarısızlık ve yenilgilerin egemenliğidir.

Siyaset ve mücadeledeki kazanımlara kendi gözümüzle baktığımız gibi, geniş taban ve halk kitlelerinin gözüyle de bakılmak durumundadır. Zira yürüttüğümüz siyasi mücadelenin kendi taban ve kitlesine güven vererek onu motive etmesi ve peşine takabilmesi, bu kitlenin siyasi mücadele ve buradaki kazanımlarımızı görmesiyle orantılıdır. Dolayısıyla, “başarı” değerlendirmesi, ister istemez, “neye göre başarı”, “ne tür bir başarı” sorularını gündeme getirir. 

Devasa bedellerin ödendiği, destansı kahramanlıkların sergilendiği inkâr edilemez gerçeklerdir. Lakin geniş halk kitleleri bunlarla ne kadar ilgilidir, bunlar kitlelerin yaşamına nasıl yansımıştır, kitleler bunları görebilmiş midir ya da bunlar kitlelere yansıtılabilmiş midir? Sorun tam da buradadır. İşte siyaset yeteneği ve rolü burada devreye girmesi gereken bir aktördür. Dahası, söz konusu değerlerle birikim oluşturmak ayrı ama doğrudan kitlelerin sahiplenmesini sağlayarak onlara mal edilmesi ayrı şeylerdir. Kahramanlıklar, bedeller, birikimler stratejik süreç unsurlarıyken, siyaset bu süreçleri açığa çıkararak somut kazanımlara taşımanın-ete kemiğe büründürmenin unsurudur ya da stratejik unsurun aynasıdır. Kitleler ne kadar devrimci olursa olsun son tahlilde aynaya bakmakta, orda gördüklerini esas almaktadır.   

Siyasi sınıf bilincinin kitlelere verilmesi veya bunun önemi tabi ki yadsınamaz. Ancak, düz ve çıplak gözle bakan devrimin temel ve taban kitlesi, bu çıplak gözle gördüklerine-somut olarak karşısında durana inanır, bizlerin siyasi tespit ve gerekçe izahatına ya da “somut kanıta dönüşmemiş” stratejik hedeflerimize değil. Bu açıdan geniş halk kitleleri ve taban kitlemize mücadele kazanımlarımızı somut biçimde göstermek önemlidir. Bu da siyaset yönelimimizi kazanma siyasetine endeksli rotaya koyarak, büyük küçük fark etmeksizin kazanmayı başaran bir mücadele pratiğine geçilmesini gerektirir. 

Sürekli yenilgiler ve darbeler alan, somut başarı ve kazanımları olmayan bir mücadele pratiği, kitlelere güven vermeye yetmediği gibi, kendi tabanına da bu güveni veremez. Dahası, yenilgili ruh halini geliştirerek ideolojik ve siyasi kırılmaları, karamsarlığı ve sağ eğilimi geliştirir. Sağ eğilimin hangi koşullarda güçlenerek ortaya çıktığına bakıldığında, bunun yenilgi koşulları ve zor koşullar olduğu görülür. O halde mücadele tarihimizdeki yenilgiler, darbelenmeler, başarısızlıklar gibi kesitler, bu kesitlerin kapsadığı dönemler, dahası kitleleri ikna eden somut kazanımların gösterilemediği genel sürece bakıldığında, geniş halk kitlelerinde bir güvensizliğin doğması, oluşması ve kendi tabanımızda sağ pasifist eğilimin gelişmesi tesadüf değildir.

Bütün bunların önüne geçmek için bütünlüklü bir plan ve programa dayalı sistemli bir mücadele süreci gerekliyken, bunun önemli bir parçası siyaset yöneliminde ortaya konulacak pratiktir. Bu siyaset yönelimi, “Kazanma Siyaseti” yönelimidir, mücadelede somut kazanımların pratikleştirilmesine dönük yönelimdir.

Bunun açık/pratik ifadesi şudur; özellikle izleyeceğimiz pratik siyaset ve genel siyaset yönelimimizde, burjuvaziyle gireceğimiz tek tek mücadelelerde veya taktik siyasette somut olarak kazanacağımız ve kazanım elde edeceğimiz çatışmaları öncelemeli, siyasetimizi bura üzerinden biçimlendirmeliyiz. Kendimizin tercih edip belirlediği ve kitlelerle buluşma zemini güçlü olan sorunlarda taktik çatışmaya girmeli, taktik siyasetimizi böyle biçimlendirmeliyiz. Örneğin; çevre sorunu geniş kitlelerde destek ve karşılık bulan bir mücadele alanıdır. Bu mücadelede kitlelerle birleşebilir ve başarı elde edebiliriz. Dolayısıyla bu ve bunun gibi, toplumsal duyarlılıkların diri olduğu, kitlelerin mücadele etmede tereddüt etmeyip meşru gördüğü ve dolayısıyla mücadele güçleriyle buluştuğu bütün diğer çelişki ve sorunları siyaset yönelimimizde öne çıkarmalıyız. Mesela, Gezi-Haziran Ayaklanması ve buradaki somut mücadele gerekçesi gibi… Mesela toplumun adalet duygusu tarafından onaylanan demokratik eylemlerde kitlelere saldıran sivil faşist unsurların (kâh palalı saldırgan kâh hapishanelerde tutsaklara işkence yapan unsurlar) cezalandırılması gibi, toplumda teşhir olmuş suçluların seçilerek hedef alınması, devrimci eylemimizde dikkate alınması gereken bir konu olmalıdır.

Siyaset yönelimimizde, düşmanın yumuşak karnı ve güçsüz halkalarından zayıflatılması, tek tek çatışmalarda yenilgiye uğratılarak geriletilmesi ve devrimci halk güçleri mücadelesinin kazanabileceğinin kanıtlanarak kitlelere gösterilmesine önem vermeliyiz. Her kazanımın (küçük ya da büyük), kitlelerde karşılık bularak özgüvenlerini güçlendireceği ve daha ileri kazanımlar için mücadeleye seferber edebileceği unutulmamalıdır.

Bütün bunlarda gözden kaçırılmaması gereken tek mesele, tek tek bu mücadelelerin siyasi iktidar mücadelesine bağlanması gerektiği ve bütün bu kötülüklerin kaynağının kokuşmuş burjuva sınıflar devleti ve çürümüş düzenlerinin olduğu bilincini propaganda etmek ve unutmamaktır. Yani reformlar için mücadeleyi yürütürken, bu mücadeleyi siyasi iktidar odaklı devrimci mücadeleden bağımsız ele almadan onun hizmetinde ele alma bilincini ihmal etmemeliyiz. Tek tek kazanımlar reddedilemez olup mücadelemizi güçlendiren ilerlemelerdir, fakat bunların siyasi iktidar mücadelesine endeksli ele alınması olmazsa olmaz devrimci ilkedir.

Kazanma Siyaseti biçimindeki siyaset yönelimi sadece mücadelede kazanımlar elde etmeye dönük pratik siyasetin izlenmesiyle sınırlı değildir. Kazanma Siyaseti, mücadeledeki kazanımların bir biçimi ve kopmaz parçası olarak, örgütlenme çalışmalarında veya örgütsel çalışmalarda da kazanma perspektifiyle hareket etmektir. Şöyle ki, Kazanma Siyaseti yönelimine bağlı olarak, örgütsel çalışmalarda her komite, her çalışma grubu ve her örgütsel kademe, mevcut bileşen ve örgütlülüğü genişletip büyütme perspektifiyle hareket edecek, dönemsel faaliyeti içinde bir komiteyi ikiye çıkarma göreviyle hareket edecektir. Aynı görev her kadro, üye ve organın çalışma performansı ve hedefi için aynılıkla geçerlidir. Biri iki, ikiyi üç yapma perspektifi, Kazanma Siyaseti yönelimi çerçevesinde bütün örgütsel çalışmada izlenmesi gereken somut görevdir. 

Kazanma Siyaseti biçimindeki siyaset yönelimimiz, teorik gerekçeler itibarıyla yukarıda ifade etmeye çalıştığımız, somut kazanımın gösterilemediği, bilakis başarısızlık ve yenilgi koşulları ruh halinin egemen olup bunun ideolojik ve siyasi sahadaki yansıması olan sağ pasifist eğilim ve siyasi güvensizliğin gelişmesine temel oluşturması gerçeğinden beslendiği gibi; gelenekselleşmiş boykotçu rutinin terk edilerek taktik siyasette izlediğimiz doğru politikaların ortaya çıkardığı kazanım ve gelişmelerin tecrübe özetine de yaslanmaktadır. Örgütsel durumumuz itibarıyla haklı/haksız yoğun eleştirinin gündemde olduğu, görece zayıf örgütsel şartlardan geçtiğimiz bir dönemde, isabetli olarak belirlenen bazı taktik siyasetlerin ürünü olarak elde ettiğimiz mütevazı kazanımların yarattığı devrimci enerji rastlantı olmadığı gibi, kazanmanın ne derece tesirli bir silah olup örgütlenmeye hizmet ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. Onlarca yıllık çalışmayla başarılamayan propaganda etkisi bazı demokratik alan siyasetlerinde izlenen taktik politikanın somut kazanımıyla sağlanmıştır.

Bazı taktik siyasetleri önyargılı, öznelci yaklaşımla tasfiyecilik suçlamasıyla damgalayan hatalı yaklaşımların elde edilen kazanımların yarattığı etkiyle eleştirilerinde geri çekilmesi de söz konusu taktik siyasetin ya da somut kazanmanın etkisine işaret etmektedir. Özellikle propaganda ve geniş kitlelere hitap etme olanaklarının sınırlı olduğu şartlarda, somut kazanımların bu boşluğu dolduran bir silaha dönüştüğü inkâr edilemez gerçektir. Kitleler gördüklerine bakar, inanırlar. Kendi geniş tabanımız yine somut başarı ve kazanımlara bakar. Bunu dikkate almak siyasetin görev ve sorumluluğudur. Zira en sağlam bilgi pratikte sınanarak doğrulanmış olan bilgidir. Pratikte sınanıp doğruluğu ispatlanmamış olan ya da somut pratikte ispatlanmamış olan her bilgi, her sav ve her iddia ya da teorik tez (isterse bilimsel olsun), kitleler nazarında ikna gücü zayıf ve güvenirliliği tartışılır. Sözün ispatı şarttır. Kazanma Siyaseti, siyasetimizin doğruluğunu ispat etme aşamasına taşıyan, siyasetin somut kazanımlar elde ederek doğrulanmasını delillendiren bir siyaset yönelimidir. Siyasetimizin kitleler nazarında ispatlanması ancak somut kazanımlar hedefiyle biçimlenip yürütülmesiyle mümkündür.  

Kitlelerden yoğun biçimde duyduğumuz ve sebeplere dayalı teorik açıklamalarla yanıtlamakta zorlandığımız soru ya da söylem, onların diliyle; ‘Bugüne kadar ne yaptınız, onca bedel ödediniz sonuç ne, ne kazandınız?’ şeklindedir. Kitlelerin bu sorgulaması hem olağandır hem de doğru ve öğreticidir. O halde kazanarak ilerlemeyi, kazanarak örgütlemeyi, kazanarak ikna etmeyi ve kazanarak güven vermeyi/güven kazanmayı esas alan siyaset yönelimini ivedilikle gerçekleştirmeliyiz. 

Kazanmadan ilerleyen bir mücadele ve kazanmadan elde edilen bir zafer görülmemiştir. Küçük/büyük kazanımlar ilerlemenin ve zafere uzanan mücadelenin açık emareleridir. Nicel birikim sürecinin nitel patlamalara yol açma diyalektiği aynılıkla küçük kazanımlar birikimiyle büyük kazanımların elde edileceği için de geçerlidir. “Büyük ağaçlar küçük tohumlardan çıkar.” Küçük güçlerle büyük güçler arası mücadele bu yolu izler. Küçük başarı ve kazanımların birikimi sağlanmadan büyük kazanımların enerjisine sahip olunamaz. Kısacası, oturumumuzun kazanmaya endeksli siyaset yönelimi olarak Kazanma Siyasetini izlemeye dönük aldığı kararın nesnel gerekçeleri ya da kararın alınmasına vesile olan arka plan fikri yukarıda izah etmeye çalıştığımız görüşlere; tecrübelerin de doğruladığı bu özete dayanmaktadır.

Kadın Mücadelesi ve Kadın Örgütlenmesi 

‘’Mücadele kadınla, kadının kurtuluşu sınıf devrimiyle anlamlıdır. Bunun dışındaki arayış, eğilim ve yönelimler öyle ya da böyle ilerici nüveler taşıyabilirler ama hepsi bu. Asla kadının gerçek kurtuluşunu sağlayamazlar. Anarşizm proleter devrim açısından ne anlam taşıyorsa, feminizm de o anlamla proleter devrimden kopuyor. Sınıf perspektifinden kopuk ya da sınıf perspektifinden kopan her mücadele, her yönelim ve her eğilim istisnasız olarak burjuva karakter taşır, son tahlilde burjuva düzenle buluşur. Kadın örgütlenmesi bu bilinçten tecrit ele alınamaz, alınmamalıdır’’

Genel bir doğrudur ki, sorun ya da durumu tespit etmek, buna dönük kararlar alarak deklare etmek ve iradi sorumlulukla kararların bağlayıcı basıncı altına girmek bir samimiyet göstergesi olsa da tespitlerde bulunup kararlar almanın tüm meseleyi çözmeye yetmeyeceği açık olup, pratik adım ve çalışmalarla öngörülen planlamanın somut görev ve metotlarla uygulanıp gerçeğe dönüştürülmesi şarttır. Her şeyden de önemlisi, tahlil ve tespitlerin, alınan karar, yapılan planlama ve saptanan görevlerin sağlam bilimsel zemine oturup gerçekle de örtüşmesi bir zorunluluktur. Teorik gerçekle pratik gerçek arasındaki uyumsuzluğun birçok haklı nedeni sıralansa da, bilinç ve davranıştaki gerici erkek egemen kültürün devralınan tortuları, üstünden atlanamaz kadar ciddi nedenlerdir. Bu tortular kazınıp kurutulmadan pürüzsüz bir zeminden bahsedilemez.

Bu gerçek, sorunun ne denli köklü ne denli meşakkatli bir mücadele konusu olduğunu işaret ederken, son tahlilde sınıf ilişkileri hukuku içinde kazandığı karakterle bağlandığı ya da bağlı olduğu sınıf mücadelesinin öncelikli görevleri alanına dâhil olduğunu kanıtlar. “Kadınsız devrim olmaz, devrimsiz kadın kurtulmaz” sözü, kadın mücadelesinin devrimle ilişkisini yalın biçimde ortaya koyarak, kadın mücadelesinin sınıf mücadelesinin bir bileşeni olduğunu açıklar. Bu yaklaşımın, peşin hükümle, “kadın sorununa dönük mücadeleyi devrime erteleme” yaklaşımı olarak mahkûm edilmesi haksız olduğu kadar bir önyargıdır da. Kuşkusuz ki, kadın mücadelesine dönük her mücadele bugünden yarına ertelenmeden öncelikli bir alan olarak ele alınmak ve kazanımlarla ilerletilmek durumundadır. Ne ki, nihai çözüm veya kalıcı biçimde çözüm yoluna girmenin devrimle olanaklı olduğu, bir sınıf mücadelesi alanı olarak ele alınması gerektiği inkâr edilemez net gerçektir.

İnsan etkinliğine has hiçbir sorun sınıflardan bağımsız biçimlenmez, biçimlenmedi. İnsan yaşamı ve sosyal tabiatındaki her mücadele alanı gibi, kadın mücadelesi de eninde sonunda sınıf gazabına uğramış, bunun ürünü bir sınıf sorunudur. Ama aynı zamanda sınıf sorunuyla eklemlenmiş bir kadın sorunu, erkek egemen kültür kuşatmasının gerici önyargılarından ibaret olan toplumsal değer yargı kalıplarına oturmuş toplumlar kültüründe bir cins sorunu, insanlığın erkek cinsine sirayet etmesi itibarıyla insan arası eşitsizliği kadın aleyhine sınıf katmerli cins köleliğine çeviren bir insanlık sorunudur. İnsanlığın kadın şahsında kendine ihanet sicilini utanç verici boyutta ortaya koyan dramatik, derin ve köklü, tarihsel bir sorundur.

Kadın mücadelesi, elbette sınıf meselesi olarak tartışılmak durumundadır. Sınıf özelliğinden bağımsız olmamak kaydıyla bir erkek egemen kültür ve toplumsal sistem meselesi olarak değerlendirilmek durumundadır. Erkek egemen kültürle bağı anlamında bir erkek sorunu olarak ve nihayetinde kadın açısından, özellikle kadın bakımından incelenip tartışılmak durumundadır. Kadının durumu, kuşatılmışlığı, köleliği, hapsedildiği cendere anlaşılmadan kadın mücadelesinde gerçek bir tartışma yürütülemez. Mücadelenin öznesi kadındır. Kadın, kadın mücadelesine dönük tüm süreçlerde de özne olmak durumundadır. Kadın örgütü tam da bu anlamda ihtiyaçtır, zorunludur. Ama kadın örgütünün sınıf zemininde olması, sınıf niteliğine uygun nitelenmesi de başka bir zorunluluktur.

Mücadele hattının tarif edilmesi kadar örgütlenmesi de hem son derece uygun zeminde kolay ve hem de son derece derin köklere oturan zorlu bir meseledir. Yani, kadın sorunu en zayıf yaklaşımla tanımlansa bile, yine de kadının dört başı mamur devrimci bir öge olduğu sonucu doğar. Kadının objektif olarak devrimci olduğu, devrimci kılındığı aşikârdır. Ne var ki, bu gerçekliğe karşın, kadının örgütlenmesi ve devrimci mücadelenin paydaş öncüsü haline getirilmesi/gelmesi maalesef devrimci dinamizmiyle doğru orantılı bir tablo değildir. Kadının karşı karşıya olduğu devasa baskı mekanizmaları, bağlandığı pranga ve paslı zincirler, hapsedildiği kalın duvarlar ve daha fazlası, onun özgürleşerek ileri çıkmasını engelleyen gerçek şartlar olarak kadın açısından durumu anlaşılır ve makul kılar. Fakat bu devrimci dinamiği örgütlemekte basiretsiz kalan sınıf örgütlerinin bu basiretsizlikleri asla anlaşılır olamaz.   

Belirlenmiş cinsiyetiyle henüz ana karnındayken yazgısı çizilen, kendisine yaşam ve gelecek biçilen, daha o günden en acımasız prangalara vurulması reva görülen, erkek bebek hayalini cinsiyetiyle kâbusa çeviren ve istenmeyen olarak utanç duyulan, sonra erkeğin her türlü hizmetine peşkeş çekilen bir araç değeri gören ve tüm yaşamı karanlık bir zindana hapsedilen kendi dışında herkesin mahkûmu, gerici sınıf iktidarlarının kölesi, alınıp satılan “ucuz” metası, gerici sistemlerin kurbanı, insan terazisinin boş tarafıdır kadın.

Daha doğmadan ezilip sömürülmeye mutlak aday, doğduktan sonra eril erk sınıf zihniyeti tarafından erkeğe ipotek edilmiş, erkek tarafından tapulanmış bir mülkiyet, iradesi tanınmayan bir insanlık ulusudur kadının “kara yazgısı.” Bundandır ki, gerici sınıf ile gerici erkek arasında zulmün alasına maruz kalan tüm yaşam serüveniyle bir direniş abidesi ve “devrimcidir” kadın. Kadının kabul edilen kanıtlanmış direngenliği, bağlılığı ve yaratıcı gücü işte bu ana karnından başlayarak yaşamın her nefesinde maruz kaldığı gericiliğin hedefi ve karşıtı olmasından ileri gelmektedir.

Kadın tamamlayıcı öznesi olarak dâhil olduğu toplumsal yaşamın her parçasında, devrimci oluşunu koşullayan her türden baskıya, sömürüye, mezalime maruz kalır. Öyle ki, bu gerçek, kadın şahsında bir can güvenliği sorununa dönüşür, onu yaşamla ölüm arasında en ağır tehdit altında yaşam hakkını korumaya mecbur eder. 

Daha doğmadan kendisine reva görülen köleliği, yaşama gözlerini açıp aile ve toplumsal yaşama katılmasından sonra, gerici egemen sınıfın acımasız baskı, sömürü ve şiddet çarkına hedef olmanın yanı sıra, eşi, nişanlısı, sevgilisi, kardeşi, babası, dayısı ve amcası sıfatındaki erkek zincirin halkalarını oluşturan “erkek” tarafından bir an bile düşünülmeden katledilir, her türden aşağılanmaya, ezaya tabi tutulur. Kadının hunharca katledilmesinin tüm şartları gerici sınıflar sistemi, bu sistemin kültüründen, değer yargılarından ve bilumum gerici özelliklerinden kaynaklansa da, pratik gerçekte, bu toplumsal sistem tarafından karakterize edilen “erkek”, “erkek” olan babası, kardeşi tarafından vahşice işkenceye maruz bırakılıp katledilir. İşte bu durum, yani gerici sınıf sisteminin kadın üzerindeki tüm barbarlığının “erkek” karakteri tarafından/” bağımsız iradesi” yansımasıyla ödev alınıp canice sürdürülmesi gerçeği, kadın sorununu göreli gerçekte de olsa salt sınıf sorununa indirgenmeyecek kadar derin olup bir cins(erkek) kaynaklı sorun olduğunu da ifade eder. 

Kadının üzerindeki baskı ve sömürünün çifte özellik taşıyıp katmerli hal almasının özü buradan ileri gelir ki, erkek kaynaklı biçimlenen bu baskı göreli biçimde sınıf baskısından ayrılır ya da ayrı bir özellik ifade eder. Kuşkusuz ki, erkek kimliğinde karakterize olan erkek kaynaklı bu baskı özelliği, erkek’e nitelik ya da kişilik veren, sınıf damgası taşıyan toplumsal siyasi sistemden ayrı görülemez. Ama özgünlüğü de inkâr edilemez.

‘’Erkek unsuru bir sonuçtur, gerici sınıf toplumsal sistemi ise belirleyici kaynaktır. Cins çelişkisi vardır ama çelişkinin temel ve başkarakteri tüm tamamlayıcılarıyla siyasi sistemdir. Gerici sistemin ataerkil karakteri, sadece sorunu daha da katmerlendiren ikinci gerici halkadır ve gerici sınıf siyasi sisteminden tecrit değildir. O halde kadın mücadelesi ve kadının örgütlenmesi gerçeği, sınırlı olarak tarif ettiğimiz bu ve daha fazlasına muhtaç olan doğru analiz ve tanımlamalara oturmak zorundadır. Başarı çizgisi bununla mümkündür’’

Devrimci olduğu, maruz kaldığı bin bir baskı ve zulüm silsilesiyle tartışılmaz bir alenilik olan kadının örgütlenememesi ya da örgütlenmesindeki ciddi sorun, sınıf hareketinin zayıf halkasına işaret ederken, çıkış yapmasında koparılacak halkayı da temsil etmektedir. Yani örgütlü sınıf hareketinin kısır ve kötürümleşen halinde kadının örgütlenememesi kesin nedenlerden biriyken, kadın örgütlenmesinde elle tutulur ölçüde yol alan bir hareketin gerçek manada devrimci bir çıkış yapmasında da kesin bir rol ya da nedendir. O halde hiçbir gerekçe ve bahaneye sığınmadan kadının örgütlenmesinde somut adımlar atıp başarılar sağlamak zorunluyken, bu zorunluluk, doğrudan devrimci güç inşa edip devrimci çıkış yapmakla alakalı, onu mümkün kılan bir mihenktir. Kadını örgütleyemeyen bir devrimci hareket, varlık gerekçelerinden uzaklaşan ve her bakımdan başarısızlığa mahkûm olan bir harekettir.

Kadının örgütlenmesinde, yeterince emek sarf eden, gerektiği kadar çalışan, özgünlüğü nedeniyle kadın örgütlenmesini özel önemde ele alarak bu çalışmada yoğunlaşan, bilinci açık ve net olan bir hareketin başarılı olmaması için bir sebep yoktur. Bilakis, devrimci niteliği güçlü olan bu zeminde başarılı olmanın bütün sebepleri mevcuttur ve somut çalışmalar samimi biçimde yürütüldüğünde başarı kaçınılmazdır.

Kadının doğrudan özne yapılması/görülmesi ve çalışmalarda ya da örgütlenmede bunun öne çıkarılması başarıyı destekleyen zorunlu pratik bilinçtir. Kadına karşı güvensizliğin tüm izlerini gizlendikleri bilinçten silip atmak, kadına güveni pratik gerçekte içselleştirmek zorunludur. Kadının özgürleşmesinin önündeki “bizlere” bağlı sinsi engelleri kaldırarak, buradan gerici sınıflar sisteminin engellerine yönelinmelidir. 

Çocuğa hasredilmiş bir kadının-yaşamın, ev işçiliğine hapsedilmiş bir kadının özgürlüğü, en devrimci ilişkide bile mümkün değildir. Burjuva aile/klasik aile ilişkisi, kadın özgürlüğünün önündeki büyük engellerdendir. Bu ilişki niteliği kadın aleyhine eşitsizliği daha da katılaştıran ve özgürlüğünü kesin biçimde sınırlayan unsurdur. Özel mülkiyet ile aile kurumu arasındaki güçlü ilişki, kadın mücadelesinde veya kadının durumunda kavranması ve elbette aşılması gereken en temel sorundur sorunlardandır. Özel mülkiyetin tüm bencilliği ve en vazgeçilmez biçimi kadın üzerinde kurulan özel mülkiyet anlayışı veya ilişki biçimidir. 

Özcesi, konunun alıcı noktası işte bu özel mülkiyet sistemi ve biçimidir. Sınıflara ve devrime bağlanmasının haklı gerekçesi ve zemini işte budur. Bir özel mülkiyet de görülen kadının devrimdeki tayin edici rolü de buradan ileri gelmektedir. Her türden özel mülkiyetin kaldırılması! Kadının üzerindeki özel mülkiyet gericiliğinin kaldırılması, genel olarak özel mülkiyet sisteminin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olduğu gibi, özel mülkiyet sisteminin ortadan kaldırılması da kadın üzerindeki özel mülkiyet mantalitesinin kaldırılmasıyla doğrudan ilişkili, iç içedir ki, bu tespit edilip söylenmek durumundadır. 

Kongre ve kolektifimizin kadın mücadelesine ve örgütlenmesine dönük yaklaşımları bu noktada anlamlıdır. Bunu salt teorik çerçeveye sığdırmadan, pratik gerçekte kadına dönük pozitif ayrımcılığın benimsenerek uygulanmasının kararlaştırılması, örgütsel çalışmalarında kadın kotası uygulaması ve kadın iradesinin öne çıkarılmasına dönük kararlı çabası ve elbette “Kadın İktidara Kadın Yönetime” şiarıyla ileri bir pratik perspektif yönelimi benimsemesi samimi çabalar olarak doğru ve anlamlıdır. Mesele mevcut pratik perspektif ve anlayış zeminindeki bu ileri yöneliminin somut çalışmalarda temsil edilmesi, örgüte dönüştürülmesidir. 

Kadının özgünlüğü ve mücadelenin bağrında taşıdığı naziklikler ile birlikte, ruhunda taşıdığı asilik ve asillikler de kadının örgütlenmesinde mutlaka dikkate alınmak durumundadır. Ancak her şeyden önce kadınla ilgili kafalarda taşınan burjuva gerici ve feodal tortulardan kurtulmak şarttır. Bunu becermeden kadının örgütlenmesinde yol almak imkânsıza yakındır.

Örgütlenme çalışmalarında kadının örgütlenmesi öncelikli görev olarak ele alınıp yürütülmelidir. Çalışmaların tümünde kadına dönük çalışma esas alınmalı, kadının yaratıcılığı mutlaka örgüte ve devrime kazandırılmalıdır. Kadını örgütlemeyen, örgütlenmeye dâhil etmeyen her çalışma-faaliyet başarısız kabul edilerek, somut görevle kadın örgütleme zorunluluğu yaptırımına tabi tutulmalıdır. 

Öte taraftan, kadın örgütlenmesinde de kadın belirgin bir özne olmak durumundadır. Mevcut kadın kadro yoldaşlar başta olmak üzere, örgütlü tüm kadın yoldaşlar kadının örgütlenmesinde aktif rol üstlenmelidirler. Örgütlenmemiz kuşkusuz ki, cinsiyetçi bir mantık taşımamaktadır. Salt sınıfçı yaklaşım kadar, salt cinsiyetçi yaklaşım da benimsenemez. Fakat durum sınıf orijinli olsa da cins orijinini de barındıran özel bir duruma ve özgünlüğe sahiptir. Dolayısıyla kadın örgütlenmesinde kadın yoldaşların etkin rol üstlenmesi nesnel bir durum ve gerekliliktir. Tekrar edelim ki, kadın örgütlenmesini kadın yoldaşlara havale ederek işin içinden çıkma ya da sorunu kendiliğindenciliğe terk etme anlayışımız olamaz. Kadın yoldaşlar özne olmalı gerekçesinin arkasına saklanarak kadın örgütlenmesine kayıtsızlık sergilenemez. Bilakis, kadın örgütlenmesine her düzeyde ve her olanakla katkıda bulunup seferber olma bilinciyle hareket edilmelidir. Kolektif, en diri ve devasa devrimci enerjiyi temsil eden kadını ‘kaderiyle’ baş başa bırakamaz. En hassas politika, en duyarlı pratik ve en öncelikli görev olarak kadın örgütlenmesini güçlendirme iradesini sergilemelidir, sergileyecektir. Her komitede en az bir kadın yoldaşın olması somut hedefiyle hareket edilmeli, kadın örgütü ve örgütlenmesi makul olan en kısa zaman diliminde belli bir düzeye çıkarılmalıdır. Canına/bedenine kadar barbarca sömürülüp mağdur olan kadının aynı zamanda mağrur olduğu da unutulmamalıdır. Kadın öz gücüne güvenerek özgürlüğünü zapt edip eline almaya kesinlikle muktedir, diri olduğu kadar kahredici kuvvettir de.

Değişim ve değişme sürecinden bağımsız olmayan değiştirme eyleminin, bir rastlantı olmayıp, kesin olarak bilinçli, planlı bir emek süreci ve sıkı çalışma temposuyla gerçekleştirilip başarıya taşınabileceği asla unutulmamalıdır. Bu evrensel doğru kadın mücadelesi ve örgütlenmesi durumunda da aynılıkla geçerlidir. Muktedir olan emektir; amaç ve hedefler doğrultusunda yürütülen çalışmada dökülen terdir. Devrimci fırsatlar sadece yakalanması gereken anlar değil, yaratılması gereken süreçlerdir. İsyanın taşları toplanmadan isyan etmek faydasız olmasa da erkendir. İsyan meşru ve devrimcidir ama sonuçları da devrimci olmalıdır. Sonuçlar nedenlerle, başarılar çalışmayla alakalıdır. 

Mücadele kadınla, kadının kurtuluşu sınıf devrimiyle anlamlıdır. Bunun dışındaki arayış, eğilim ve yönelimler öyle ya da böyle ilerici nüveler taşıyabilirler ama hepsi bu. Asla kadının gerçek kurtuluşunu sağlayamazlar. Anarşizm proleter devrim açısından ne anlam taşıyorsa, feminizm de o anlamla proleter devrimden kopuyor. Sınıf perspektifinden kopuk ya da sınıf perspektifinden kopan her mücadele, her yönelim ve her eğilim istisnasız olarak burjuva karakter taşır, son tahlilde burjuva düzenle buluşur. Kadın örgütlenmesi bu bilinçten tecrit ele alınamaz, alınmamalıdır.

Ekoloji Üzerine 

‘’Emperyalist-kapitalist sistemin doğrudan sonucu olan ve insan yaşamını, yaşamın sürdürülebilirliğini yakından ilgilendiren çevre sorunu tek tek ülkelerin ve coğrafyaların sorunu olmaktan çoktan çıkmış genel bir evrensel sorun olarak emperyalist-kapitalist sistemle mücadelenin başat konularından biri haline gelmiştir. Her bir coğrafyanın yaşadığı çevre sorunu farklı farklı gibi görünse de uluslararası bir özellik taşıyan emperyalist sistemin tüm coğrafyaları içine olan derin ve yaygın ilişkisi, her bir coğrafyayı emperyalist sistemin bir parçası yaparken, her bir coğrafyada yaşanan çevre sorunlarını da emperyalist sermayenin birikiminden bağımsız ele alamaz’’

“Emperyalist-kapitalist sistemin kar hırsı, insanı da doğayı da tahrip etmektedir. Buna karşı mücadele, devrimci ve komünistlerin görevidir. Küresel ısınma ve tüm nükleer tahribat başta olmak üzere insanın da parçası olduğu her tür doğa tahribatı artık göz ardı edilmeyecek aşamaya gelmiş durumdadır. Doğa, insan da dâhil bütün canlı ve cansız varlıkların kendisine özgü yaşam ve varlık alanlarını içerisine alan yaşamın bütünüdür. Doğayı koruma, başlı başına insan başta olmak üzere dünyayı ve evreni korumadır. Tüm insanlık ‘evreni istiyorum’ bilinciyle hareket etmelidir.” Çevresel yıkım anlamında insanlığı tehdidin ötesinde yaşanılan evrenin tehdit edildiği bir aşamanın yüksek ses ve tepkilerle dillendirildiği bir süreçte, 2. Kongre’nin yukarıdaki perspektifi ve 3. Kongre’nin aşağıdaki perspektifi güncelliğini korumaktadır: “Salt çevre bağlamında kalmak, tecrit bir durum olarak öz karartmasına yol açmaktadır. Bütün sorunlar toplumsaldır. Yıkılan toplumsallıktır. Yıkan özel mülkiyetçi toplumsal sistemler silsilesidir. Bu bağlamda çevre örgütlerinin perspektiflerini ilerletmeleri doğru toplumsallaşma için zaruridir. Emperyalist kapitalist sistem azami kar için dünyayı ve insanı tarihin en görülmedik yok oluş ve parçalanış biçimine getirmiştir. Şimdiden doğal dengenin evrimine uygun olmayan bir hız ve biçimde bitki ve canlı türlerinin tükendiği, temiz su kaynaklarının gittikçe yok olduğu, derelerin ve nehirlerin kirletildiği, havada zehirli gaz moleküllerinin çoğaldığı bir dünya gerçekliği yaratılmış durumdadır. İnsanı, insanın ve doğanın kurdu yapan bu sömürgeci sistem ve onun zihniyetidir. İnsanı kurtarmak doğayı kurtarmak, özgürlüğü, etik, ahlak, bilim ve yaşamı kurtarmak hepsinin özü komünizm ruhu ile mümkündür.”

Doğanın da bir parçası olan insanlığın yaşadığı toprak parçasının yaşanamaz duruma sürüklendiği, geri dönülemez, onarılamaz tahribatların yaşam üzerindeki etkilerinin farklı biçim ve şekillerde görülmeye başlandığı ve de buna karşı tepkilerin yüksek sesle dillendirildiği günümüzde sorunu basit bir “çevre sorunu” olarak ele almanın ve bu soruna ilişkin perspektifler ışığında doğru politikalar üretememenin dünya devrimi iddiasında olanlar açısından kabul edilebilir bir tarafı bulunmamaktadır. Proleter dünya devrimi insan topluluklarının yaşadığı yerküreyi hedef alan gelecek toplum projesi olarak daha iyi, özgür, sınırsız ve sınıfsız insanca yaşanılabilir bir dünya iddiasıdır. Ne var ki, insan topluluklarının yaşadığı yer küre yaşanamaz duruma gelecek bir yıkım ve tahriple yüz yüzedir.

Doğanın bir parçası olan insanın doğayla ilişkisi ve uyumu, özel mülkiyete dayalı sistemlerin gelişmesine paralel olarak darbelenmiş, emperyalist-kapitalist sistemin geldiği bu aşamada ise bu uyum büyük tahribatlara uğramış ve uğramaya devam etmektedir. Hâkim ekonomik sistem emperyalizmde insanın kendine ve doğaya yabancılaşması, doğanın tüm unsurlarıyla meta haline getirilmesi, yağmalanması ve sömürülmesiyle en ileri seviyeye ulaşmış durumdadır. Doğa sermaye birikim sürecinin bir bileşeni olarak sınırsız sömürünün hedefinde, sermayenin yeniden ve genişletilmiş üretiminin bir etkinlik alanı, pazara sunulan bir meta özelliğiyle kapitalizmin vazgeçemeyeceği bir konumdadır. 

Yaygınlaşan ve yoğunlaşan emperyalizm koşullarında aşırı derecede şiddetlenmiş rekabet ortamında kar oranlarındaki düşüş nedeniyle, tekelci sermayeyi yalnızca insanları değil, insanında bir parçası olduğu doğayı da acımasızca sömürmeye itmektedir. Kapitalist üretim sürecinin içsel bir özelliği olarak aşırı üretim ve azami kar hırsı doğanın mümkün olan en çok miktarda sermaye için sermayeye/metaya dönüştürülmesini, dolayısıyla tahrip edilmesini ve geri dönüşümsüz tüketilmesini koşullamaktadır. Doğanın bu vahşice sömürülmesi ve yağmalanması üretim sırasında ortaya çıkan ve satış konusu olmayan -sermayeye dönüşmeyen atıklarında doğaya akıtılmasını gündeme getirmekte, havanın, toprağın, suyun kirletilmesinin, evrenin atık metal yığınlarıyla dolmasının nedeni olmaktadır. Yaşanan onca çevre sorunu dahi, kapitalistler tarafından sermayenin yeniden üretimi penceresinden ele alınmakta ve yine çevreye ilişkin politikasını da sermayenin ihtiyaçlarına göre belirlemektedir. 

Doğanın sömürüsünün konusu olan kaynakların geri döndürülemez tükenişi var olan kaynaklar üzerindeki rekabeti de olanca yoğunluğuyla tetiklemekte ve giderek büyüyen çevresel felaketlere de zemin sunmaktadır. Gelecek nesillerin kullanma imkânlarının yoksun bırakılmasına da neden olan sınırsız kaynak tüketimi, aynı zamanda var olan kaynaklara sahip coğrafyalar üzerinde şiddetli çatışmaları, işgalleri, savaşları da gündemde tutmakta, coğrafyanın yıkımına, talanına, kitlesel katliam ve göçlere de neden olmaktadır. 

Emperyalist-kapitalist sistemin doğrudan sonucu olan ve insan yaşamını, yaşamın sürdürülebilirliğini yakından ilgilendiren çevre sorunu tek tek ülkelerin ve coğrafyaların sorunu olmaktan çoktan çıkmış genel bir evrensel sorun olarak emperyalist-kapitalist sistemle mücadelenin başat konularından biri haline gelmiştir. Her bir coğrafyanın yaşadığı çevre sorunu farklı farklı gibi görünse de uluslararası bir özellik taşıyan emperyalist sistemin tüm coğrafyaları içine olan derin ve yaygın ilişkisi, her bir coğrafyayı emperyalist sistemin bir parçası yaparken, her bir coğrafyada yaşanan çevre sorunlarını da emperyalist sermayenin birikiminden bağımsız ele alamaz.

Termik santrallerden HES’lere, atık zehirli suların derelere, denizlere akıtılmasından, ozon tabakasının zarar görmesine neden olan zararlı gazların havaya salınmasına, petrol ve doğalgaz üzerine gerçekleşen işgallerden, katliamlardan ve dramatik insan göçlerinden, “al-kullan-at” kültürünün tüketim çılgını haline getirdiği toplumdan, çölleşmeye, kuraklaşmaya, su kaynaklarının azalmasından buzulların erimesine, tsunami gibi felaketle sonuçlanan doğal olmayan afetler sonucu gündeme gelen göçlerden, iklim değişikliğine, nükleer denemelerin tetiklediği deprem gibi doğal olmayan yerkabuğu hareketlerinden, genetiği değiştirilmiş tohum ve ürünlerin çevrede ve insan sağlığında yarattığı olumsuz/ölümcül etkilere kadar sıralanabilecek ve insanla birlikte çevreyi, evreni ilgilendiren tüm sorunların emperyalist-kapitalist sistemden, onun politikalarından ve onun ihtiyaçlarını karşılama arzusundan bağımsız olmadığı bir gerçektir.

Bu durum çevre sorunu ele alınırken ve bu doğrultuda mücadele hedeflenirken kapitalizm karşıtı, kapitalist sistem karşıtı konumlanmayı şart koşmaktadır. Topluma verilecek çevre bilincinin antikapitalist bir içerikle verildiğinde anlamlı bir karşılığı olacağı görülmelidir.

Aktüel bir hale gelen çevre mücadelesinin yine yaratıcıları tarafından sermayenin ihtiyacına göre yönlendirilmeye çalışıldığı da görülmelidir. Topluma çevre bilinci aşılama hedefiyle çevre temizliği, doğayı, ağacı sevme, ağaç dikme, pet şişe toplama gibi egemen sınıflarca yürütülen kampanyalar ve yayınlar ve bu temelde oluşturulan STK ve vakıfların, okullarda verilen derslerin esas olarak çevre sorununu sistemden ve sistemin yarattığı diğer sorunlardan koparan bir içeriğe sahip olduğu da görülmelidir.

Topluma çevre bilincinin aşılanması doğru ve yerinde bir adımdır, fakat yaşanan çevre sorunları dikkate alındığında, verilmesi gereken çevre bilincinin, egemen sınıflarca ya da onların denetimindeki STK’larca verilen çevre bilincinin çok daha ötesinde olduğu ve esas olarak antikapitalist bir mücadeleyi içermesi gerektiği kendiliğinden anlaşılmalıdır. 

Düne nazaran bugün çevre mücadelesi üzerine oluşan bilinçlenme dünya ve coğrafyamız özgülünde daha gelişkin bir durumdadır. Dünyanın her yerinde, özellikle Avrupa, Latin Amerika ülkelerinde kitlesel çevre hareketleri çevre sorununu işleyen kitlesel gösteriler ve protestolar son zamanlarda aktüel durumdadırlar. Yine Türkiye-Kuzey Kürdistan özgülünde HES’lere, termik santrallere ve kentsel dönüşüm adı altındaki doğa tahribine karşı mücadeleler etkinliğinden bir şey kaybetmemiş aksine doğasına, suyuna, çevresine sahip çıkma bilinciyle yerel ya da bölgesel dernekler, platformlar ve hareketler daha çok görünür olmuştur. Bu durum genel olarak toplumda çevre mücadelesine yönelik bir ilginin ve bilincin oluştuğuna ve etkisinin de arttığına gösterge olarak okunmalıdır.

Sınıf mücadelesinden (kapitalizme, emperyalizme karşı mücadeleden) bağımsız ele alınamayacak bir özellikte ve ağırlıkta olan çevre mücadelesinin, genel çalışmanın bir bileşeni ve güncel konusu olarak ele alınabileceği gibi özgün olarak ele alınmayı yoğunlaşmayı da hak eden bir özellik taşıdığı unutulmamalıdır.

Bu, tüm çevre hareketleriyle ilişkilenmeyi, onlarla hareket etmeyi ve bu hareketleri ortaklaştırarak daha güçlü hareket etmesine önderlik etmeyi gündeme getirdiği gibi, sınıf mücadelesinin bir bileşeni ve konusu olarak işlenmesini ve örgütlenmesini de gündeme getirir. Kapitalist üretim tarzının sınır tanımayan sömürü çarkı arasında yalnız insan öğütülmemekte, doğa ve doğayla birlikte tüm canlılar öğütülmekte ve tanınmaz, kullanılamaz ve yaşanılamaz hale getirilmektedir.

Bu makale ilk olarak Halkın Günlüğü’nde yayınlanmıştır



Aralık 2024
PSÇPCCP
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
3031 

Daha Fazla Editörün Seçtikleri Haberler