Kısrak, acı acı kişniyor. Yuvasından düşüyor civciv. Ahırın kırık penceresine yaklaşan adam, kısrağın iç içe parçalanarak ateş gibi alazlanan gözlerine bakıyor ilkin. Dışarı çeviriyor bakışlarını sonra. Karşıda, tek gözlü köy imamı. Yanında, tehcir çocuklarını toplamak amacıyla kurulan Hay Ganants Liga’ya bağlı iki atlı. İyi. Çok iyi. Beklenenler nihayet gelmişlerdir. Karşılaştığı küçük işleri büyük dağlara benzeten adam, ahırdan ve ahırlaşan kendi içinden çıkıyor. Gelenlerle tokalaşıyor. Dinliyor, konuşuyor, eve giriyor sonra, iki çocuk getiriyor.
“Bunlar kardeştir. Bu Garabet, bu da Misak. İnekleri büyük kıtlıkta kırılınca, anaları dayanamadı, dertlendi, öldü. Babaları Kevork da sizden iyi olmasın, çok iyi bir adamdı. Ama işte ne yapacaksın kader, o da seferberlik gulgulesinde kayboldu. Çocuklar ortada kaldı. Ölen öldü, kalan bu ikisine de ben sahip çıktım.”
Yabancıların, aynı öyküleri duymaktan yamulan dikkati, kendi kalbinde o ana kadar bir civciv gibi yaşayan Misak’ın çıplak ayaklarına, yamalı elbisesine ve kaba bir şekilde kırpılmış siyah saçlarına kayıyor. Havada gül kokusu var. Eşek anırıyor. İmam, adamı bir kenara çekiyor. Fransız misyonerle Papazın verdiği parayı adamın cebine sokuşturuyor. Adam, çocukların babasından kendisine kalan evin tehlikeye girip girmeyeceğini bir kez daha soruyor imama. İmam, kendisine kesinlikle kefil olacağını söylüyor. Durumu o ana kadar kapının önünde dikkatle izleyen adamın kıvırcık saçlı karısı, yanağındaki şark çıbanını kaşırken, işin oldubittiye getirildiğini düşünüyor.
“Muhammed Ali aşkına götürmeyin,” diye inliyor. “Onlar artık bizim çocuklarımız, cigerparelerimizdir. Misak’ı kızımla beşik kertmesi yaptım. Koparmayın bizden.”
“Elinin hamuruyla erkek işine karışma, gir içeri,” diye homurdanıyor İmam.
Kadın istemeyerek içeri giriyor ağlaya ağlaya. Yuvalarını su basmış tavşan yavruları gibi diğer çocuklar çıkıyor kapının önüne. Şaşkın, hüzünlü ve ağlamaklıdır hepsi. Garabet, papazın terkine bindiriliyor. Fransız misyonerin terkine bindirilen Misak ise çocukları ve kumral saçlı kızı süzüyor, ağlıyor içli içli. Kadının hıçkırıkları geliyor evden. Ve ikinci kez kaybediyor anasını Misak.
Köyü, imamın sulh ve selamet temennileri eşliğinde terkediyorlar. Buğday başakları dalgalanıyor. Kartal çığlıkları düşüyor Fırat’a. Papatyaların sağlı sollu sardığı ince toprak yolu tozutarak Besni’ye varıyorlar. Şehrin girişinde yükselen çarşı camisini geçip, iki katlı bir evin önünde duruyorlar. Hayatında ilk kez şehir gören Misak, evin çatısındaki kumru sürüsünü ve kediyi izlemeye koyuluyor ilgiyle. Tehcirden sonra evin tek çocuğuna ve eve el koyan evin eski kahyası çıkıyor dışarı. Papaz, çocukların torbalarıyla birlikte aşağı indirilmesini buyuruyor. Adam içeri giriyor. Venk, Keysun ve Surfaz köylerinden satın alınan üç çocuğu indiriyor aşağı. Ahıra giriyor hemen, sırtında semeri ve heybesi olan gülgüni beyaz bir ester çıkarıyor. Ağzını saran duygu tüyleri, evin deli kadını tarafından yakıldığı için dertlidir ester. Çocuklardan büyük olanı semere oturtuyor kahya. Küçükleri ise sağlı sollu yerleştiriyor heybenin gözlerine.
Işığın gölgeleri, gölgelerin hortlakları doğurduğu sokaklardan geçiyorlar. Kahvelerde pinekleyen köylüleri, tehcirden sonra boşalan, işlemez hale gelen kuyumcu dükkanlarını, demirhaneleri, bakırcıları, kalaycıları, nalbant ve marangoz işliklerini ilgiyle izliyor Misak. Şehir arkada kalıyor. Tehcir artığı, pırlanta mıhlamacısı topal Garo’nun buğday tarlalarından yükselen ıslığına karışıyor ezan sesleri.
Hava tedirgin ve kasvetlidir. Şarap imalatçısı Annon’un 1800 kişilik tehcir kafilesinden kaçan işçisinin anlattıklarını anımsıyor papaz yeniden. Göksu ile Fırat’ın birleştiği yere, Kızılın köyüne bir kez daha gidip, köyü ev ev aramak istiyor. Kızının orada kaybolduğuna inanıyor. Suda yüzen cesetler canlanıyor gözlerinin önünde. Ürperiyor, vazgeçiyor.
Güneş batıyor. Değişiyor seslerin seciyesi. Lacivert çarşafta ak bir güvercin gibi beliriyor dolunay. Geceyi Fırat’ın kıyısında geçiriyorlar. Çocukken gözlerini kaybeden, Sivaslı Aşuğ Tatyos Gezüryan’dan yanık havalar okuyor papaz. Efkarlı, yetim duygular içinde uykuya dalıyor Misak. Angut ve bıldırcın mırıltılarının toprağı aydınlattığı bir anda kalkıp yola koyuluyorlar.
Çocukların yemek yediği bir anda varıyorlar Urfa’daki yetimhaneye. Oturup karınlarını doyuruyorlar. Yemekten sonra, yetimhane sorumlusu Karen Jeppe’nin tavsiyelerini dinliyorlar. Süryani zenginlerinin desteği ile tehcirden bu yana adamlarını seferber eden, pazarlardan, evlerden ve refakatçi jandarmalar için kurulmuş küçük kerhanelerden binden fazla çocuk satın aldığı söylenen Başpiskopos Tappuni’nin Urfa’daki adamlarıyla görüşüyorlar.
Ve sokakların, tırnak ve toynak marifetiyle çamura kestiği yağmurlu bir günde Cünye’ye varıyorlar. Halep’in Bab Nera çarşısındaki esir pazarından satın alınıp getirilen yeni çocuklardan dolayı yetimhanede yer kalmamış. Sıkış sıkış yerleşiyorlar. Çarpılmış bakışları, beklentileri, umutları, korkuları, tip tip suskunlukları ilgiyle gözlemlemeye koyuluyor Misak. Çocuk kitaplarını karıştırıyor. Çocuklar için çizilmiş resimlere, şiirlere bakıyor, dolup taşıyor yepyeni umutlarla.
Der-zor tehcir kampları, yokluklar, hastalıklar, çocuk ve kadın tacirleri… Düşünüyor. Ruhundaki yaralarla cebelleşiyor. Okumayı yazmayı ve marangozluğu bir yıl içinde öğreniyor Misak. Tehcire, esir pazarlarına ve yetimhanelere dair anlatılanları can kulağıyla dinliyor. Üzülüyor, ağlıyor, olmayacak hayaller kuruyor. Çoğalıyor düş kırıntıları ve içe yolculuklar. Hiddetliyken gülümseyen değil, saldıran kızları ilgiyle izliyor. Yetimhanenin bitişiğindeki açık arazide, menekşe kümelerinin içinde oturuyor ve ilk şiirini yazıyor on iki yaşın heyecanıyla. Döne döne okuyor, soruyor. İnsanı aşk haline düşüren topraklar nerededir? Yürek nerede atıyor? Doğduğu yerde mi, sevdiği yerde mi? Niyetinin yönünü, içinde ışıldayan güneşe çevirdiğinde, büyük mesafenin kısaldığını, Halep, Hana ve Humus’un silindiğini hissediyor.
Suriye’deki yetimhaneden Lübnan’daki yetimhaneye geçiyorlar bir zaman sonra. Akdeniz merakı uyanıyor içinde. Fransa’ya gidip gelenlerin Paris’e dair övgülerini dinliyor. Fransız şairlerini okumaya başlıyor. Yıllar geçiyor, zaman kadranı 1925’e giriyor ve kendini, kardeşi Garabetle birlikte, Marsilya’ya giden bir geminin içinde buluyor.
Dağlar ve lavanta tarlalarıyla çevrili görkemli bir liman. Kule. Martı çığlıkları. Tuğla yığınları. Ve şehir. Dizi dizi apartmanların oluşturduğu, arnavut kaldırımlı dar koridorlar labirenti. Avrupa’nın en eski, en asi kenti. Diller, ırklar ve tehcirden arta kalanlar.
Gözlemliyor. Marangozluğa başlıyor Misak. Yaşam çarkını bu işle çeviremeyeceğini anlıyor. Paris yolu görünmüştür. Citroen fabrikasına giriyor. Gamlı ve suskun mizacı, abisi Garabet’i ölümcül bir hastalığa kurban etmiş olmanın acısıyla derinleşiyor. Hızla öğreniyor Fransızcayı. Ve bir sabah, yan evde acı acı bağırıyor papağanlar. Büyük kriz gelmiştir. Yoksulluk, ayrımcılık, işsizlik ve Citroen fabrikasından atılış. Açtır. Gamlı ve suskun mizacı, abisi Garabet’i ölümcül bir hastalığa kurban etmiş olmanın acısıyla derinleşmiş ve kendini heykeltıraşların önünde model olarak bulmuştur.
Sanat ve edebiyat iklimi içinde dolaşan Ermenilerle bağlarını güçlendiriyor. Sorbonne’a yöneliyor ilgisi. Edebiyat ve felsefe derslerini izlemeye başlıyor. Yazdığı şiirlerinin de yer aldığı ‘Çank’ (Çaba) ve ‘Mışaguyt’ (Kültür) dergilerini, Keğan Atmacıyan ile birlikte çıkarıyor. Çeviriler yapıyor, dergiler için.
İşçi hareketlerinin tırmanışa geçtiği 1934, yaşamının dönüm noktasıdır. Genel Emek Konfederasyonuna ve giderek Komünist Parti’ye üye oluyor. Ermenistan Yardım Komitesine üye olmuştur aynı zamanda. Bu komite Misak’ın yaşamına gülümseyecek, anasını ve babasını tehcirde kaybetmiş, yetimhanelerde büyümüş bir kadınla, Meline’yle tanışmasına, ona aşık olmasına yol açacaktır.
Dipten gelen dalgaları, aşk ve ışık içinde derinlemesine hisseden, acı çeken iyimser düşüncelerin kentidir Paris artık. Açılma anı gelmiştir. Gözlerinin içine bakıyor Meline’nin. “Sevdiğim kızın resmini görmek ister misin?” diye soruyor. Gülümsüyor Meline, “evet,” diyor. Cebinden çıkardığı aynayı yüzüne tutuyor kadının. Yeni yaşam başlamıştır.
Çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu, farklı kültürlerden mültecilerin bir örgütü olan MOİ’de yoğunlaşıyor. İspanya’da iç savaş başlamış, Paris hareketlenmiştir. Gidip, Enternasyonal Tugaya katılmak, cephede savaşmak istiyor. Parti, karşı çıkıyor. Cepheye yeterince gönüllü sevk edilmiştir. Misak, yardım örgütlenmesindeki görevini sürdürmelidir. Meline ile birlikte, üç yıllık zorlu bir çaba…
Paris, moral çöküntüsü içinde, arı kovanı gibi kaynıyor. İspanya’da devrim yenilmiş, Alman orduları, Avrupa’nın bir bölümünü işgal etmiş, Fransa’ya girmişlerdir. Sokaklar, Alman, İtalyan ve İspanyol faşizminden kaçan, yarı aç direnişçiler ve mültecilerle dolup taşıyor. Tüm söylentiler, Alman ordularının yakında Paris’e gireceği yönündedir.
14 Haziran 1940. Paris, yıkılmayı göze alamadığı için direnmemiş, düşmüş, sokaklar, SS kıtalarının kontrolü altına girmiş, Hitler dokuz gün sonra kurmaylarıyla birlikte Eyfel kulesinin önünde gövde gösterisi yapmıştır. Yahudiler, çingeneler ve komünistler başta olmak üzere, “yabancılar”a karşı geniş bir tutuklama furyası başlıyor. Yeraltına inen Komünist partisi, direnişe hazırlanıyor. Bu süreç içinde yedi bin kişi tutuklanıyor; içlerinde Misak da vardır. Hakkında ciddi bir delil bulunmadığı için mahkemece bırakılıyor.
Avrupa artık Hitler, Mussolini ve Franko ordularının işgali altındadır. Mülteciler için gidecek yer yoktur. Atlantik tutulmuş, aşk ve ışık kentini savunmadan başka bir yol kalmamıştır. Misak serbest bırakıldıktan sonra, Meline ile birlikte yeraltına iniyor. Tutuklama furyası derinleşiyor. Misak dehşet içindedir. “Hayat zamanda değil, zamanın kullanılışındadır,” diye mırıldanıyor. Kaybedilecek zaman yoktur artık.
“Gönüllü ve Partizanlar Birliği-Göçmen İşgücü” adlı bir direniş birliğinin başında yer alıyor Misak. Birlik, Madrit’ten kaçıp Pirenelerdeki kamplara, ordan da Paris’e sığınan İspanyollardan, Ermeni, Yahudi, Polonyalı, Çek, Macar, Romen ve İtalyan direnişçilerinden oluşuyor ve Özgürlük, Victor Hugo, Çapayevé, Stalingrad adlı vurucu timler halinde hareket ediyor.
Paris. Suskun, korkak ve cesur kent. 1942’nin sonunda kış kürküne bürünüyor, suskunluğunu kırıyor, beyaz dişlerini gösteriyor. SS kışlasına saldırı, sabotajlar, sokak devriyelerine suikastlar, bombalamalar, askeri konvoylara pusular, trenleri raylarından çıkarmalar… Ortalama iki günde bir eyleme tanık olan bir kentle yüz yüzeyiz. 1943’ün Paris baharına, yazına ve güzüne, Misak’ın komuta ettiği birliğin direnişleri damga vuruyor. 28 Eylül 1943’te birlik, direnişini, Hitler ‘in SS Fransa sorumlusu Julius Ritter’i öldürerek taçlandırıyor. Halk, ölü toprağını üzerinden atmış, direniş 16 kasıma dayanmıştır. Gestapo, Paris’te 56 saldırıya maruz kalmış, 150 ölü, 600 yaralıyla korku ve savunma psikozu içine girmiştir.
16 Kasım 1943’te birlikten 23 kişi yakalanıyor. İçlerinde Misak da vardır. Paris şaşkın ve üzgündür. Fresnes hapishanesine kapatılan direnişçiler, üç ay boyunca işkenceye tabi tutuluyor, sorgulanıyor.
Mahkemeye çıkarıldıklarında, salonu dolduran yabacı gazetecilerin bakışları, direnişçilerin iyimser iklimlerine ve yara izlerine yöneliyor. Misak, başta olmak üzere her direnişçi, mahkemenin atadığı avukatı reddediyor ve eylemine, eyleminin meşruluğuna kararlılıkla sahip çıkıyor. İzleyici Alman ve Fransız Nazilerinin küfürlerine rağmen, işgal edilmiş, sürülmüş dillerin, kültürlerin bir savunma arenası haline geliyor mahkeme. Duruşmalar bitiyor, kararlar veriliyor. 22 direnişçi kurşuna dizilecek, Fransa yasaları kadınların kurşuna dizilişine izin vermediği için Olga Bancic Almanya’ya götürülüp giyotinle kafası kesilecektir. Misak o an Meline’yi düşünür ve yüzünü salondaki Almanlara doğru çevirir:
“Size söyleyecek hiçbir şeyim yok. Ben size karşı savaşarak görevimi yaptım. Yaptığım hiçbir şeyden de pişman değilim.” Susuyor, Fransızlara doğru çeviriyor yüzünü bu kez. “Biz Fransa için, bu ülke için savaştık. Sizse vicdanınızı ve ruhunuzu düşmana sattınız. Siz Fransız uyruğunu miras aldınız, bizse bunu hakkediyoruz.”
Tarih, 21 Şubat 1944. Ranzasındadır. Aktıkça yatağını derinleştiren kadını düşünüyor. “Sevgili küçük yetimim,” diye başlıyor veda mektubuna. Gestapo’nun dışardan gelen seslerindedir kulağı. Karmaşık ve aydınlık duygularla yazıyor. “Ölüm anında, Alman halkına ya da başka herhangi bir kimseye nefret beslemediğimi duyuruyorum,” diye sürdürüyor. Manuşyan ailesinin kalan son ferdi olarak, bir çocuk yapamamış olmanın acısını yansıtıyor mektubuna. Soluk aldığı tek mekana, Meline’nin gülümseyişine sığınıyor.
Ve öğleden sonra saat üçte, komuta ettiği 21 direnişçi ile birlikte, Mont-Valerien’de infaz müfrezesinin karşısına dikiliyor. Aklında sadece yanı başında dizilenler ve bakışlarını yüzüne yayan Meline vardır. Gözlerinin bağlanmasını kabul etmiyor ve başını çevirip Arpen Davityan’a bakıyor. Hayat, şimdi daha güzeldir. Yirmi iki tüfek aynı anda patlıyor. Gadre uğrayan, direnen, kaçıp Paris’e sığınan göçmenler, yerlere yığılıyor 22 direnişçinin şahsında. Ana ve babası toplama kamplarına götürülen Firari bir çingene çocuk koşuyor can havliyle bağırarak. Serçeler, şehir yoksulları, sahipsiz sokak kedileri, güvecinler, kentin işgal sisini donuk donuk donuk ısıtıp dağıtmaya çalışan kış güneşinin altında kıpırdanıyor. Buğulanan taze kana doğru çeviriliyor bakışlar. Anlaşılmaz, garip, sancılı bir iklim iniyor bulvarlara. Kent homurdanıyor. Derken karanlık çöküyor. Nazilerin direnişçileri teşhir amacıyla duvarları donattıkları kızıl afişler, halkın el yazılarına teslim oluyor:
“Fransa için öldüler.”
Ocak-2015