Emperyalist kapitalist sistemin yaşadığı krizler ve uluslararası alanda emperyalist hegemonyanın derin çatışmalarına bağlı olarak, emperyalist dalaşın bölgesel savaşlar düzleminde yaşandığı, dünya ölçeğinde burjuva ve türevi devletlerin otoriterleşme çizgisinde konumlandığı, geniş kitlelerin derin hoşnutsuzluk ve gelecek kaygısına sürüklendiği istikrarsız ve kaotik bir dönem yaşanmaktadır. Emperyalist kapitalist sistem ve yedeğindeki gerici sistemlerin bu çürüme döneminde, dünya yoksul işçi ve emekçileri, ezilen mazlum ulusları, yoğunlaşan sermayeye koşut olarak barbarlaşan bu sistemi yıkmadıkları sürece, insanlığın başına daha vahim belalar açılacak, yoğunlaşacak sömürü, baskı, katliam ve şiddetle, ezilen insanlığı ve doğayı yıkıma sürükleyen bu sistemin daha ağır bilançosu ile karşı karşıya kalacaktır.
Emperyalist kapitalist sistemin, ideolojik, siyasal şemsiyesi altında, burjuva liberal-reformist- demokratikleşme doktrinleri, tarihin bu kanlı, karanlık yüzünü pembe renklere boyayacak mucizeler gerçekleştiremeyeceği gibi, burjuva ve türevi gerici iktidarlara hareket alanı açacaktır. İktidar niteliği ne olursa olsun, burjuvazi ve türevi tüm gerici rejimlere karşı, ezilen kitlelerin devrimci mücadelesini geliştirmek, dünyamızı ve insanlığı yıkıma sürükleyen bu çürümüş sistemden kurtulmanın tek perspektifidir.
Bugün açısından bakıldığı zaman, gerici iktidarların tüm ezilen toplumsal güçlere çektirdiği acıları büyütmesinin temel nedeni, ezilen sınıf ve halk katmanlarının mücadeleyi yükseltecek stratejik bilinç ve örgütlülük düzeyinde olmamalarıdır. Uluslararası alanda emperyalist kapitalist sistemin, bölgesel düzlemde, emperyalizmle ilişkilenmiş gerici burjuva ve türevi “ulusal devlet” iktidarlarının yarattığı derin toplumsal çelişkiler, yakın gelecek için toplumsal bir devinimin yaşanmasını mayalamaktadır. Burjuva sistemin son tarihsel kesitlerde topluma enjekte ettiği “kapitalizmin ebediliği”, yaşanan toplumsal devinim, derinleşen toplumsal ve ekolojik çelişkilerle büyük çıkmazlarla karşı karşıya kalıyor. Sistem krizinin yarattığı fay kırılmalarıyla, toplumsal dinamiklerin hareketinde, kapitalizme karşı önemli tutumlara dönüşüyor.
Sürece uygun devrimci taktikler üretememek, indirgemeci bir doktrindir.
Yani, güncel gelişmeler, bir yanda gerici burjuva ve türevi düzenlerin insanlığı ve doğayı karanlığa sürükleyen eksende yol alırken, diğer yandan ezilenlerin aydınlık bir geleceği yaratacak mücadelesinin yeşeren tohumları eşliğinde yol almaktadır. Bu nesnel gelişmeler sürecinde temel sorun açıktır. Ezilen toplumsal sınıf ve halk katmanlarının, nesnel olarak sistemle yaşadığı çelişkiyi, sisteme yönelen bir mücadele çizgisinde örgütleyip örgütleyememe, devrim ve sosyalizm güçleri açısından net cevabı verilmesi gereken can alıcı sorudur.
Karmaşık bir süreç olan sınıflar mücadelesinde, proletaryanın devrimci eylem kılavuzu olan MLM teori, somut koşulları ve bu somut koşullar üzerinden türeyen her farklılığı hesaba katarak politika belirlemek durumundadır. Sömürülen sınıfların ve ezilen halkların mücadelesi, dönemsel gelişmeleri göz ardı eden hazır reçetelere indirgenemez. Toplumsal süreç ve mücadele ile iç içe gelişen canlı sürecin eylem kılavuzu olan MLM dünya görüşü, sınıflar mücadelesinin tarihsel gelişimleriyle, her somut durumu titizlikle değerlendirmeli, stratejik ve bu stratejiyi güçlendiren her devrimci taktiği ustalıkla tayin etmelidir. Burjuva egemenler sisteminin iktidar niteliği hesaba katılmadan, sabit çözümlemeler donmuş kalıplar halinde ele alınarak, sürece uygun devrimci taktikler üretememek, indirgemeci bir doktrindir.
Strateji, devrimin herhangi bir aşamasını temel kabul ederek, devrimin ana darbesini gerçekleştirmek için planlar yapmak iken, bu stratejik süreç, sınıfların durumu, öznel güçlerin konumlanışı, karşı devrim iktidarının süreci ve iktidar niteliğine göre bin bir devrimci taktiksel politika ile yol alan bir süreçtir. Sınıflar mücadelesinin akışıyla uyuşan bu diyalektik bakış açısı ekseninde, devrimci ve komünistlerin, her sürece uygun politik bir tutum almaları, örgütsel ve siyasal politikasını buna göre tayin etmeleri, devrimci mücadeleye doğru önderlik etme çizgisinin gereğidir. Buda ancak ki, sınıf mücadelesinin her dönemecini doğru analiz ederek, doğru sentezlere ulaşmakla olanaklıdır.
Gerek karşı devrim cephesini ve gerekse de devrimci mücadelenin toplumsal dinamiklerini, içinde bulunduğu nitel süreçle bilimsel kavrayamayan her anlayış, rotasını kaybeder. Özellikle devrimin herhangi bir stratejik sürecinde, karşı devrimin iktidar niteliği farklılaşabilir. Bu farklılaşmayı iktisadi, sosyal zeminiyle tahlil edip, gerek burjuva veya türevi iktidarın niteliğini ortaya koymak ve gerekse de, doğru bilinç taşıyarak kitleleri devrimci mevzilerde harekete geçirmek, bin bir taktik ustalığı gerektirir. Bu genel doğrudan hareketle, özellikle faşizm koşullarında, Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimi özgülünde politik konumlanış nasıl olmalıdır meselesi günceldir.
Faşizm, Burjuva Sınıfsal Karakterli Bir Diktatörlüktür!
Dimitrov, Komintern’e sunduğu raporda, faşizmin iktidara gelmesini, burjuva hükümetin diğerini takip ettiği sıradan bir değişim olmadığına, “burjuvazinin sınıfsal tahakkümüne ait bir devlet biçiminin başka bir iktidar biçimiyle yer değiştirmesi” olarak tarif etmiştir. Faşizm olgusunu salt fenomenler düzleminde ele alan, faşizm koşullarında iktidarda olmayan burjuva klik ideologları ve temsilcileri, parlamenterist, reformist, liberal anlayışlar, faşizmi, sadece burjuva devlet erkinde biçimsel, baskı aygıtlarıyla sınırlı değişikliklere indirgemektedirler. Burjuva devleti ve bu devleti baskıcı, otoriter biçimde tahkim eden faşizmin, devlet egemenliğine aslı rengini veren burjuva sınıf karakterinden bağımsız, burjuva anayasal hükümleri askıya alan, iktisadi, demokratik, akademik vb. gibi geniş çerçevede insan haklarını yok sayan, parlamenter burjuva “demokrasisini” ortadan kaldıran tanımlamalarla sınırlı bir faşizm değerlendirmesi, eksikten öte yanlıştır.
Bu ele alış, burjuvazinin başka klik temsilcisi düzen partilerini, faşizme alternatif konumuna getireceği gibi, emperyalist-kapitalist sistemin yıkıcılığını iktidara gelmekte kullanana faşizme anti-kapitalist paye biçmeye zemin yaratır. Faşizme karşı geniş kitlelerin muhalefetini, başka bir burjuva klik ve anlayışın hareket sahası getirilmemesi için, faşizmin sınıfsal niteliğinin doğru ortaya konulması zorunludur.
Faşizme, temsil ettiği sınıfın niteliği rengini verir. Toplumun tüm ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanlarına tüm kanallardan hücum eden faşizm, sermaye kompozisyonundan ve sermayenin egemenlik aracı olan devlet biçimi olarak şekillenmektedir. Bu iktidar biçimi, toplumun tüm hücrelerine, etnik, sınıfsal, politik şiddet uygularken, merkezinde burjuva ve türevi gerici iktidarını koruma ve sürdürme dürtüsü vardır. Burjuva hukuk sistemi dahil, burjuva anayasa ve yürütme, yargı, yasama organlarını şiddet ve militarist uygulamalarla tek merkezde toplarken, burjuvazinin sınıf egemenliğini “garantiye “almak istemektedir.
Burjuvazi ve türevi sınıfların, sahip oldukları iktidarı korumak için, başvurdukları yönetim modelinden biri olan faşizmi, iki ana açıdan ortaya koymak mümkün. İktisadi ve siyasal rejim krizleri döneminde, burjuva devlet egemenliğinin “restorasyonu” ve ezilen, sömürülen sınıf, halk katmanlarının toplumsal muhalefetini ezme tasfiye etme. Daha yalın bir anlatımla, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri başta olmak üzere, toplumsal dinamiklerin muhalefetini bastırma ve gerici sistemin bu dinamiklere karşı gerçekleştirdiği reaksiyonla iktisadi, siyasal ve sosyal olarak egemenlik amacını tesis etmek için, faşizm denen yönetim biçimine başvurmaktadır.
Yani, en temel toplumsal gereksinmelere karşı, kapitalist saldırganlık ve savaşın sertleşmesidir faşizm. Kitlelere karşı, yaratıcısı ve uygulayıcısı olduğu faşizmi “savunamayan” burjuvazi ve türevi gerici iktidarlar, devleti faşizm zihniyetine göre restore ederek, faşist uygulamaları “legalleştirmektedirler”. Tüm bu çarpıtmalara karşın, hakikat açıktır. Faşizm, kapitalizmin gelişiminde ve yaşadığı yapısal krizlerde bir evre olarak gündeme gelmektedir, niteliği burjuva sınıf niteliğidir. Burjuva sınıfsal niteliğin, kurumsal egemenlik biçimi olan faşizm, tarihsel süreç boyunca her ülkede, aynı biçimde iktidara gelmedi. Bu tamamıyla, söz konusu ülkelerde sürecin politik iklimi, iktisadi durumu, toplumsal çelişkilerin niteliği ve toplumsal çatışmaların düzeyi ile alakalı bir durumdur.
Gerek direk üstten askeri, sivil darbelerle ve gerekse de, alttan “kitle desteği ile”, burjuvazinin hakimiyet biçimi olarak gündeme gelen faşizmde, öncelikle şu hususu yeniden açıklamak gerekmektedir. Bonapartların, Führerlerin, Franco’ların, Mussolini’lerin, Pinoche veya Evren’lerin, bugün Erdoğan’lar örneğinde gerici iktidara gelmelerinin nedeni, başka burjuva aktörlerin yapamadıklarını yapma gibi kişilik özellikleriyle açıklanır bir durum değildir. Asıl neden siyasal, iktisadi, hukuksal ve yapısal olarak gerici sistemin içine düştüğü olağandışı koşullarda, burjuva sistemin ihtiyaç duyduğu “normal dışı” hakimiyet biçimi için “normal olmayan” kişiliklere duyduğu ihtiyaçtır ve aktörler bu duruma göre mevzilendirilmektedir.
Derinleşen toplumsal krizler, sistemin iktisadi, siyasal bunalımı, iç ve dış politik sahada süren savaş ve çatışma halleri, toplumsal, sosyal, ulusal çelişkilerin sarsıcı dalgasının yarattığı devrimci toplumsal muhalefet ve mücadelesi, burjuva egemenliğin parlamenter biçimle sürdürülmesini zorladığında, devlet egemenliği ve kurumlarının tek kişide toplandığı olağanüstü rejimlere ihtiyaç duyar. Burjuvazinin çıkarları gereği, tarihsel olarak bu ihtiyacı en net karşılayan biçim faşizmdir.
Faşizm, açık faşizm, ya da başka bir otoriter biçim olarak gündeme gelen burjuva düzenin “olağandışı” siyasal egemenlik tarzları arasında uçurumlar olmasa da her durumun farklı özelliklerini kavrama ve buna uygun devrimci tutum alma açısından, “olağan üstü” burjuva rejimlerin farklılıklarını analiz etmek gerekir. Örneğin, parlamento maskesi ile örtülen faşizm koşullarının aksine, açık faşizm koşullarında, burjuva ve türevi rejimi sembolü olan tek adamın varlığında somutlaşan yürütme tekeli, burjuva “muhalefet” dahil, her türlü toplumsal muhalefete, potansiyel toplumsal kaynağı ile birlikte tahammülsüzce saldırırken, kuralsız baskılarla devlet şiddetini boyutlandırmaktadır.
Faşist iktidar, hiçbir toplumsal odağa siyasal hak tanımadan, kendi özel ve resmi militarist güçlerini seferber ederek totaliter baskıcı rejimini pekiştirmek için, her süreci cebir-baskı ve şiddetle yönetir. Bu genellemeden öte, “askeri faşizm” ile “sivil faşizm” arasındaki önemli bir farka dikkat çekmek gerekmektedir. Burjuva rejim niteliği açısından özünde büyük farklılıklar olmasa da siyasal ve toplumsal yaşamda yarattıkları sonuçlar bağlamında, özgünlükler bağlamında incelenmeye değerdir. Kısaca, “Askeri Faşizm”, sistemin içinde bulunduğu derin iktisadi siyasal krizleri ve yönetememe durumuna, tepeden yapılan müdahaledir. Gerek egemen burjuvazi açısından ve gerekse de toplum açısından genel kabulü,” bir sürecin görevi gereği müdahale etti ve görevi süresi tamamlanınca gider” biçimindeki bir algıdır. Yani tepeden yapılan bu “olağandışı” rejim müdahalesi, yine tepeden bir müdahale ile, burjuva parlamenter sisteme geçişi, belirli tarihsel süreç babında daha olasıdır. Güncelliği anlamında daha da önem arz eden “sivil faşizm” de ise, toplumsal süreç daha karmaşık ve uzun süreli bir çatışmayı içermektedir.
“TC” Egemenler Sisteminin Rejim Krizi, AKP-Erdoğan Diktatörlüğü ile Aşılmaya Çalışılmaktadır!
“Sivil” faşizm örneklerinde, faşizmin aktörleri iktidara gelme demagojilerini, tarihsel-toplumsal-sosyal dokuları topluma işleyerek önemli bir kitle desteği yaratarak iktidara yerleşmektedirler. Mevcut sistemin yarattığı derin çelişkileri, hoşnutsuzluk, yoksulluk, adaletsizlik ve anti demokratik ögeleri, nabza göre şerbet kıvamına getirilmiş yalanlarla kendisini “alternatif” olarak sunmakta ve özellikle geri yığınları sürecine yedeklemektedir. Yani “sivil” faşizm, burjuva ve türevi düzenin kriz koşullarını kullanarak, burjuva egemenliğin bir biçimi olan parlamenter işleyişin içinde konumlanarak, sistemin çelişkilerini büyütüp iktidara tırmanmaktadır. Bu süreçte, burjuva klik dalaşının bir sonucu olarak, parlamento vb. kurumlarda ve toplumda kendisine karşı gelişen muhalefeti bastırarak, parça parça parlamenter sürecin “hukukunu” tasfiye ederek kendi “hukukunun” kurallarını iktidarda kurumsallaştırarak sürecini tamamlamaya çalışır.
Bu süreç askeri faşizm gibi ani bir darbe ile gerçekleşmediği için, toplumda, devlet egemenliğinde ve devletin askeri-bürokratik kurumlarında yarattığı etki daha farklıdır. Faşist iktidarın kurumsallaşıp tüm toplumu kasıp kavurduğu döneme kadar, geniş yığınlarda, toplumun dinamik örgütlenmelerinde burjuva rejimin faşist nitelikle iktidara yerleştiği algısı son derece zayıf kalmaktadır ve bu algı oluşmaya başladığında, faşizm iktidarda kurumsallaşma sürecinde önemli taktiksel üstünlük elde etmiş olmaktadır.
AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, iktidara geliş ve açık faşizm koşullarına geçiş süreci buna son derece çarpıcı bir örnektir. Tarihsel ve güncel olarak “TC” sisteminin kan ve vahşetten beslenen niteliğiyle “hesaplaşarak” toplumda beklenti yaratan AKP-Erdoğan iktidarı, açık faşist rejimi kurumsallaştırma dönemecine kadar, toplumsal dinamikler ve devrimci, demokrat birçok kesim tarafından bu niteliği görülemedi.
“Bazı Avrupa ülkelerinde faşist partiler belirli düzeylerde yükseliş kaydediyor olsalar da faşizmin bu ülkelerde henüz güncel bir tehdit boyutuna ulaşmadığı doğrudur. Ama yarın neler olacağı belli mi olur? Ekonomik krizlerin, yeniden paylaşım savaşlarının sarsıntılarıyla dönen, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın tırmandırıldığı günümüz dünyasında, başı fena halde sıkıştığında kapitalist sistemin içinden yine faşizm belâsını çıkartabileceği gerçeği asla küçümsenemez.” (Bonapartizmden Faşizme Evriliş eserinin 2004 önsözünden)Bu satırlardaki genel doğrunun bir yansıması olarak, “TC” egemenler sistemi, içinde bulunduğu derin iktisadi ve siyasal krizin bir sonucu olarak, AKP-Erdoğan diktatörlüğü özgülünde, Türkiye-Kuzey Kürdistan, açık faşizm koşulları ile yüz yüze gelmiştir.
12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğünden farklı olarak, tek adam otoriter diktatörlüğü biçiminde siyasal, ideolojik, politik eksenini oluşturan ve yaşanan her toplumsal süreci, iç ve dış politika zeminini, faşizmi kurumsallaştırmanın aracı haline getiren AKP-Erdoğan-MHP bloğu, Hitler ve Mussolini örneklerindeki bir faşizm örneğini hatırlatmaktadır. Bugün “TC” hakim sınıflarının iktidarı bağlamında AKP-Erdoğan-MHP blok iktidarını kavrayabilmek için, iktidara geliş ve sürdürme süreçlerini doğru analiz etmek gerekir.
AKP-Erdoğan diktatörlüğünün genel niteliğini faşizm başlığı altında toplamak doğru olsa da her rejim niteliğinin özgünlüklerini anlamında ortaya koymak gerekmektedir. İdeolojik, siyasal kaynağı, burjuva sınıfsal nitelik ve İtalya, Almanya gibi faşist önceller olsa da AKP-Erdoğan diktatörlüğünü kendi özgünlükleriyle ele alınmalıdır. “TC” hâkim sınıfları “tek adam” diktatörlüğü, burjuva egemenlik biçimi olan ve sürekli faşizmi bir peçe gibi örten burjuva parlamenter sistemin olağan işleyişi içinde kendisini var etmiş ve “olağandışı” yöntemlerle iktidara yerleşmiştir. Haziran 2015 seçim sonuçlarıyla oluşan burjuva parlamenter dengeyi darbeleyerek önünü açtığı 1 Kasım “seçimleri”, bugüne gelinen iktidarın köşe taşlarını döşemiştir.
AKP-Erdoğan rejimi, tarihteki “sivil” faşizm örneklerinden olduğu gibi, yedeğine aldığı geri kitlelerce kabul gören ve yaşamın içinde “olağan” “hukuki” görülen temalar eşliğinde toplumun tüm dokularına ideolojisini, siyasetini nüfuz ettirmektedir. Ulusal devletçi, milliyetçi, ırkçı, mukaddesatçı bir kuram olarak tırmandırılan ve Türk ırkçılığı-Sünni İslam sentezli bir öğreti ile ideolojik temeli atılan bir çizgide, geri kitleler iktidar yedeğine alınıyor. Bu eksende yaratılan toplumsal kutuplaşma ile, totaliter, faşist rejimin yedeğine alınan kitleler, toplumun diğer yanındaki kitlelere karşı düşmanlaştırılıyor, çatıştırılıyor. Burada geniş kitlelerin dini duyguları tartışma konumuz değildir. Sorun, AKP-Erdoğan-MHP faşist bloğunun, din faktörünü, tek adam diktatörlüğünü kurumsallaştırma, iktidara gelme ve iktidar sürecini sürdürme konusunda geri kitleleri etkilemede anahtar olarak kullanmasıdır.
Tarihsel anlamda insanlığın kendini ve var oluşu açıklayamadığı, mevcut sömürücü, sınıflı toplumlarda yoksulluk ve açlık bataklığında ömür tüketen yoksul kitlelerin acılarını “dindiren” bir ilaç, bir “deva” arayışı olan din, iktidarını kurma ve yıkılmaz kılmaya çalışan bir diktatörün elinde kitleleri aldatma aracına dönüştüğünde siyasallaşmıştır ve gerici iktidarların destekçisi olarak kitleleri zehirlemiştir. Marks’ın “din bir afyondur” tespitinin içeriği budur. İşte AKP-MHP-Erdoğan faşizmi, iktidarını esas olarak, toplumun tüm gözeneklerine uygulanan kuralsız şiddet ve iktisadi, siyasal, sosyal kuşatmalarla sürdürürken, ideolojik olarak toplumun derinliklerine inen, dini, “milli”, “vatani” kavramları kullanarak uzun dönem tehlikeli olacak bir toplumsal doku inşa etmektedir.
Geniş toplumsal sınıf ve katmanları korkutup sindirmeyi, sınıfsal, ulusal, etnik, inançsal kamplaşmalarla birleştirip, toplumun bir kesiminin gözünü kör ederek kendisine yedeklemek, diğer kesimini düşmanlaştırarak toplumsal potansiyeli denetim altına almak, ayaklarını bu zemine basarak, devrimci-demokrat muhalefet odaklarından sosyal, ulusal kurtuluş mücadelelerini boğmak, faşizmin genel politik yönelimidir.
Türkiye-Kuzey Kürdistan’da faşist iktidar, toplumun tüm ulusal, sosyal dinamiklerini kuşatmaya almaya çalıştığı karanlık bir dönem yaşanıyor. İç ve dış politikada sürdürülen şiddet, savaş, işgal ve kaos sarmalı, her kesitte derinleşerek sürdürülüyor. Bölgesel düzeyde kızışan paylaşım savaşları, “TC’nin’’ Osmanlıcı yayılmacı hayallerle bu paylaşım denkleminde askeri işgallerle var olma hedefi, iç politikada her politik gelişmeyi faşist iktidarı için kurumsallaşma zemini haline getirme çabasıyla paralel işliyor. Bunun somut karşılığı kuralsız, hukuksuz baskı ve şiddet olarak tahkim edilen gerici silaha dönüşüyor. Özcesi iç ve dış siyasette, ekonomik ve demokratik düzlemde, hukuk, adalet, yargı, askeri vb. gibi iktidarın tüm kurumsal egemenlik mercilerinde, iktidar kendi varlık zemininde dinamitleyen bir kaos sürecine yelken açmış durumdadır.
İç ve dış politikada girdiği her süreç, rejimin çıkmazlarını büyütmekte ve daha farklı politikalarla manevra niteliğini yitirdiğinden, şiddet, işgal, baskı zemininde sürdürdüğü politikalarını derinleştirmektedir. Suriye, Trablus, Doğu Akdeniz çıkmazı orta yerde dururken, Azerbaycan-Ermenistan çatışmasına savaşın tarafı olarak dahil olması, keskinleşen çelişkiler içinde manevra alanının daralmasından kaynaklı emperyalist güçlerin arasındaki rekabetin bindirdiği basınç ve işgalci güç olarak konumlandığı alanlardaki yenilgi trendidir.
Dış politikadaki bu tıkanıklık, iç politikadaki baskı ve şiddeti arttırarak ömrüne soluk yaratmaya çalışmaktadır. İşçi ve emekçilere rejimin uyguladığı ekstra ekonomik, baskılar, derinleşen yoksulluk ve işsizlik durumunun yarattığı hoşnutsuzluklara uygulanan militarize şiddet, son HDP’ye gerçekleştirilen operasyonlar örneğinde görüldüğü gibi, burjuva hukukun “kemiklerini sızlatan” devrimci, demokrat, sosyalist güçlere karşı geliştirilen gerici savaş konsepti, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da iktidarın vahşi uygulama tablosunun birkaç başlığıdır sadece.
En Zor Koşullar, Basitten Karmaşığa Devrimci Mücadele ve Eylem Çizgisi ile Aşılır!
Mevcut durumda, “TC” hakim sınıfları “olağanüstü” iktidarına karşı, geçmiş bazı tarihsel momentlerde olduğu gibi, toplumsal dinamiklerin güçlü bir karşı koyuşu gerçekleşmiş değildir. Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan ve özünde bu mücadelenin ana dinamiği olan işçi sınıfı, lokal anlamda bazı demokratik, ekonomik mücadeleler sürdürse de esasta dağınıktır, örgütsüzdür. Dar anlamda devrimci, komünist siyasal örgütlülüklerin varlığı dışında, işçi sınıfı, yerle yeksan olmuş sendikal anlayışların suskunluğuna hapsedilmiş durumdadır. Zaten AKP-Erdoğan iktidarının bazı “sendikalar” üzerinden bu durumu “avantaja” dönüştürmesinin temel nedeni, bugün esası tayin eden bu “sendikal” anlayıştır.
Faşist “TC” hakim sınıfları iktidarına karşı, toplumun önemli bir kesiminde derin hoşnutsuzluklar mevcuttur. AKP-Erdoğan iktidarını bu kadar hırçınlaştıran bu hoşnutsuzluğun “kemik” tabanında yarattığı erimedir. “Güçlü” görüntünün altında stratejik olarak güçsüzlüğünün toplumda somut bir olguya dönüşmesinin pratik karşılığı vardır. Ama mevcut faşist kuşatmadan kaynaklı, bu geniş toplumsal hoşnutsuzluk kitlesel mücadeleye dönüşmemektedir ve devrimci, sosyalist güçler mevcut konumu ile bu mücadelenin önünü açamamaktadır. Bu bir karamsarlık değil, devrimci ve komünist güçler açısından bir yetersizliğin tespitidir.
Rejimin derinleştirdiği, ulusal, sosyal, sınıfsal, ekolojik, akademik, demokratik tüm çelişkileri, toplumsal potansiyeli ile, müzmin hoşnutsuzluktan kurtarıp, faşizme karşı aktif mücadeleye dönüştürmenin koşulları son derece mevcuttur. Faşist rejim, ulusal, sosyal tüm ilerici, devrimci, demokrat, komünist örgütlenmelere ne kadar darbeler indirirse indirsin ne toplumsal sınıfsal çelişkileri ne de baskı altındaki Kürt ulusunun çelişkilerini ortadan kaldıramaz. Aksine, rejimin faşist uygulamaları, çelişkileri ve bu çelişkilerin toplumsal potansiyelini genişletmektedir.
Sorun somut politikalarla, derinleşen çelişkiler ekseninde toplumsal muhalefeti örgütleme harekete geçirme sorunudur. Bu basitten karmaşığa, iradi-devrimci bir müdahale sorunudur. Faşizm, devrimci, demokrat, sosyalist tüm kurumları dağıtmak istemektedir. Sürecinin bekası için, bu saldırıları, ulusal-sosyal devrimci komünist güçleri tasfiye etmekle bu planını birleştirmektedir. Ve bunu bir savaş konsepti olarak sürdürmektedir. Kendi varlığını tehdit eden her toplumsal muhalefet, her örgütlü odak, faşizmin azgın saldırılarının hedefindedir. Ve bu hedefi için, seçimler dahil, her türlü burjuva araç, iktidarın “keyfi” tutumlarına göre biçimlendirilmektedir. Olası seçimlerde iktidarı kaybetmesi, AKP-Erdoğan güruhunun tası tarağı toplayarak gideceği anlamına gelmez. Faşizmin iktidarı kanlıdır ve düşürülmesi de kanlı olacaktır. Bu gerçeklikle süreci örgütlemek esastır.
Bu bağlamda, dağıtılmaya çalışılan devrimci, sosyalist, demokrasi güçlerinin kurumsal örgütlülüklerini koruması, derinleştirmesi ana halkadır. Özellikle stratejik merkezlerin korunması, güçlendirilmesi ve buradan taktik araçlara yön verilmesi bağlamında bu daha öne çıkmaktadır.
Geniş toplumsal, sınıfsal, ulusal, sosyal muhalif kitle tabanının, devrimci blok çizgisinde örgütlenmesi bu sürecin acil ihtiyacıdır. Bu anlamıyla, devrimci-demokrasi güçlerinin birliği son derece elzemdir. Bu birlik, toplumsal muhalefeti yan yana getirmekle kalmayacak, toplumsal muhalefetin hareket planı olacak somut politikalarla süreci bir üst aşamaya sıçratmanın zeminin yaratacaktır. Her çatışma, her toplumsal talep, ona uygun sınıfsal, ulusal ittifak ilişkileri yaratacaktır. Temel ayrım çizgisi açıktır. Burjuva kliklerin siyasal temsilcileri ile her zeminde ayrım çizgisini korumak, bu gericiliği, faşizme karşı mücadelede alternatif hale getirmemek, mücadele eksenimizin bir başka halkasıdır.
Devrimin mevzilerini ve devrimci muhalefetin kurumlarını korumak, sürece karşı kayıtsızlık, suskunluk değildir. Parçadaki her muhalif ses, bütüne etki eden birleşik bir muhalefete dönüştürülmeli, somut güncel politikalarla, yaratılmaya çalışılan korku imparatorluğunun kara bulutları dağıtılmalıdır. Toplumsal çelişkiler, olası seçimler süreci, iç ve dış politikada yaşanan saldırganlık, sistemin iktisadi krizi, ekolojik tahribat, anti-faşist mücadele eksenine güçlü bir dinamik sunmaktadır. Devrimci mücadelenin taktik-somut politikalarla gelişeceği, faşizm başta olmak üzere, burjuva egemenliği yıkacak devrimin mayalanacağı bu süreci, basitten karmaşığa ele alarak örgütlemek, bunca kuşatılmışlıklara rağmen, her zamanki kadar olanaklıdır. Sorun devrimci tarzda ve ısrarcı bir müdahaledir.
Bu makale ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesinde yayınlanmıştır.