Bizimle iletişime geçin

Editörün Seçtikleri

Vildan Tekin yazdı: “İşçi sınıfının ölümü” ya da ölümün sınıfsallığı

Oysa korona günlerinde sıkça tartışıldığı gibi yaşam kadar ölüm de sınıfsaldır. Tüm dünyada “yeni normal”e adapte olmak için yapılan düzenlemelerde korunan sınıf, sermaye sınıfı olmuştur. Hükümetlerin “Evde kalın” çağrılarına işçiler dahil edilmeyip zorunlu ihtiyaç maddeleri ve hizmetleri üreten sektörlerde -sağlık, gıda, enerji, temizlik, lojistik, ulaştırma gibi- işçi ve emekçilerin çalışmasına ara verilmedi. Yine bu gerçeği en açık şekilde gösteren bir istatistik de koronavirüs haritasında İstanbul’da en riskli 3 ilçenin Bağcılar, Esenler ve Bayrampaşa olarak yer almasıdır. Bu üç ilçenin de nüfusu yoğun olan işçi mahalleleri olması bir tesadüf değildir

59 yaşındaki satış müdürü Manoel Moisés Cavalcante, 14 Ağustos’ta Brezilya’nın Recife kentindeki Carrefour mağazasında kalp krizi geçirdi. İlk yardım yapıldı ancak kurtarılamadı. Mağazayı hemen kapatmak yerine, personel müşterileri karşılamaya devam etmeye zorlandı ve Cavalcante’nin vücudu üç şemsiye ve birkaç karton kutu ile kapatıldı.

“Misyonumuz, müşterilerimize tüm dağıtım kanallarında erişilebilen kaliteli hizmetler, ürünler ve yiyecekler sunmaktır. Çalışanlarımızın yetkinliği, sorumlu ve çok kültürlü bir yaklaşım, geniş bölgesel varlığımız ve üretim ve tüketim tarzlarına uyum sağlama becerimiz sayesinde, tutkumuz herkes için gıda gelişinin lideri olmaktır.”

Yukarıdaki ilk alıntı, Brezilya’da bir Carrefour şubesinde, mesai saatinde ölen işçinin cesedinin şemsiyelerle kapatılması ve personelin çalışmaya devam etmeye zorlanması ile ilgili habere ait. İkinci alıntı ise uluslararası hipermarket zinciri olan Carrefour’un kendi internet sitesinde 2022 yılı hedefinin açıklandığı paragrafa ait. Görüldüğü gibi lider olmaya giden yolda şirket, çalışanlarını başarısının bir parçası olarak gördüğünü belirtmekten çekinmiyor ve “insancıl bir şirket” profili çiziyor. Böylece kapitalizmin “Biz kocaman bir aileyiz!” miti Carrefour üzerinden bir kez daha kendini gösteriyor. Oysa gerçeğin görünenden, daha doğrusu gösterilmek istenenden çok daha farklı olduğunu Brezilya’da ölen işçinin cesedinin şemsiyelerle kapatıldığı fotoğraf tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor.

Bu fotoğrafın sosyal medyada tepki çekmesi üzerine Brezilya’da Carrefour bir özür açıklaması yayımladı. “Özrü kabahatinden büyük” olamasa da o minvalde değerlendirilebilecek türde bir açıklamaydı bu. Uygulanan işlemin “saygısızca” olduğunu kabul etmekle birlikte, şirket bunun yönergelere uygun olduğunu söylüyor ve yönergelerin daha fazla “saygı” çerçevesinde güncellendiğini ekliyordu. İşçinin ölümü karşısında yapılması gerekenler teknik bir meseleye indirgeniyordu doğal olarak. “Doğal olarak” çünkü kapitalizmde işçinin yaşamına verilen değer neydi ki ölümüne verilen değer farklı olsun! Kapitalizmin çarkında işçi ancak kârın yeniden üretimine katkı sağlayan bir dişliydi. Ve bu işlevini yerine getirmediğinde, aynı zamanda birer tüketici olma vasfını da yerine getirmediğinde, görülmesin diye üstü örtülerek gizlenmesi gereken bir cesetten ibaretti.

Her şey gibi ölüm de sınıfsaldır 

Oysa korona günlerinde sıkça tartışıldığı gibi yaşam kadar ölüm de sınıfsaldır. Tüm dünyada “yeni normal”e adapte olmak için yapılan düzenlemelerde korunan sınıf, sermaye sınıfı olmuştur. Hükümetlerin “Evde kalın” çağrılarına işçiler dahil edilmeyip zorunlu ihtiyaç maddeleri ve hizmetleri üreten sektörlerde -sağlık, gıda, enerji, temizlik, lojistik, ulaştırma gibi- işçi ve emekçilerin çalışmasına ara verilmedi. Yine bu gerçeği en açık şekilde gösteren bir istatistik de koronavirüs haritasında İstanbul’da en riskli 3 ilçenin Bağcılar, Esenler ve Bayrampaşa olarak yer almasıdır. Bu üç ilçenin de nüfusu yoğun olan işçi mahalleleri olması bir tesadüf değildir. Virüsün ortaya çıkışından (doğa talanı) tanı ve tedavi sürecindeki eşitsizliklere, her şey ile ilişkili olan kapitalizmin ve onun savunucularının “Virüs sınıf tanımıyor”, “Koronaya ideolojik yaklaşmayın” nidalarının ve bu gerçekleri görmek istememelerinin bir nedeni daha var elbette. Onlara göre ideolojiler çoktan öldü, işçi sınıfı mı? O zaten tarihin tozlu sayfalarında kaldı. Çoktandır bilgi ve enformasyon çağında yaşıyoruz!

İşçi sınıfının ölümü

Kapitalizmin 1970’li yıllarda içine düştüğü krizi aşmak için bulduğu çare neoliberal uygulamalar ve postfordist üretim süreci olmuştur. Bu dönemde Post-Marksizm’in teorik alanda yükselişe geçmesiyle birlikte “işçi sınıfının ölümü” ilan edilmiştir. Artık bambaşka dinamikler söz konusudur! Mesela kimi kuramcılar açısından bu yeni dönemde belirleyici olan enformasyondur. Bu kuramcılara göre artık post-endüstriyel bir çağda enformasyon toplumunda yaşanmaktadır. Sanayi toplumundan enformasyon ve ağ toplumuna doğru bir dönüşüm yaşandığı argümanını dile getiren ilk isimlerden biri olan ve bu topluma ‘enformasyon toplumu’ adını veren sosyolog Daniel Bell (1973), bilgi ve enformasyonun ekonomik ve toplumsal gelişmede başlıca etmenler haline geldiğini öne sürer. Bell, günümüz ileri toplumlarında sanayi toplumunun temel yapısını değiştiren karmaşık değişiklikler oluştuğunu, toplumun kültürel ve yapısal temelinin değiştiğini iddia eder. Bu değişiklikleri ise; Ekonomik alanda; mal ve eşya üreten bir ekonomiden hizmet üreten bir yapıya, daha az bilgi gerektiren bir yapıdan daha çok bilgi temelli bir yapıya ve sanayilere geçiş, Mesleki açıdan; el işçiliğinin değer kaybetmesi, profesyoneller ile teknik işçilerin önem kazanması, örgütler ve kurumlar açısından; mülkiyetin en önemli faktör olmaktan çıkıp teorik bilginin siyasa oluşturma ile yenilik kaynağı oluşturmada merkezi yer tutması, yeni ilgi alanı olarak da; teknolojik gelişmeleri öngörme teknikleriyle  yeni teknolojilerin uygulama sonuçlarının değerlendirilme faaliyetlerinin gelişmesi, teknoloji temeline dayalı ve entelektüellerin etkin oldu��u yeni karar verme biçimlerinin gelişmesi, olarak belirtir (Stevenson, 2015, s. 297; Kumar, 2013, s. 164-65; Yılmaz, 1996, s. 93). Callinicos ise (2001, s. 189-190), “ekonomileşme”den “toplumsallaşma” tarzına doğru olduğu iddia edilen kaymanın, 1970’lerin sonlarındaki sanayide var olan işçilerin ortadan kalktığı, 1980’lerin ortalarındaki, ayrıcalıkların, borçlanma yoluyla hisse senetleri satın alınmasını, özelleştirmenin ve fiyatları şişirilmiş hisse senetleri satın alımının geçerli olduğu spekülatif nitelikteki borsanın egemen olduğu bir dönemde ciddiye alınmasını eleştirir. 20. yüzyıl kapitalizminde, hizmet sektörünün üretim ve istihdamındaki artışta tarımın gerilemesinin de payı olduğunu belirten Callinicos, işçi sınıfının niçin ölmediğini şu paragraf ile açıklamış olur:

İmalat sektöründeki istihdamın azalmasının toplumsal sonuçları, Bell’in öngördüğü türden değildir. Beyaz yakalı işçiler olarak sınıflandırılan iş gücünün oranının artması, hizmet sanayilerinin genişlemesi ile karıştırılmaktadır; ne ki, doğal olarak ona eşdeğer değildir. Hizmet sektörü, hastane temizlikçileri ve garsonlar kadar, banka memurları ve borsa temsilcilerini, teknik ressamlar ve sekreterler kadar fabrikalarda çalışan makine işletmeleri ile işçileri de istihdam eder. Her durumda, beyaz yakalılar en az üç belirgin sınıf konumunu kapsar: Aslında burjuvazinin maaşlı üyeleri olan “yönetici kapitalistler”, yüksek kademeli prfoesyonel, yönetici ve idari çalışanlardan oluşan “yeni orta sınıf” ve iş güvencelerinin yokluğunun, görece düşük ücretlerinin ve iş üzerinde denetimlerinin olmayışının onları kol gücüyle çalışan işçilerle aynı temel konuma getirdiği, rutin beyaz yakalı işçiler. (2001, s. 192).

Görüldüğü gibi Callinicos’a göre hizmet sektöründeki gerçek istihdam Bell’in “bilgi toplumu”nun elit profili argümanı ile pek örtüşmemektedir. Ayrıca sanayideki kol işçilerinin artık ücretli emekçilerin çoğunluğunu oluşturmaması olgusu, bunun “çalışmaya dayanan toplum”un sonunun başlangıcı olduğu anlamına gelmez. Giderek daha az sayıda insanın maddi üretimde istihdam edilmesi olgusu, her koşulda hiç kimsenin bu insanların imal ettiği endüstriyel mallar olmaksızın yaşayamayacağı gerçeğini değiştirmez (Callinicos, 2001, s. 197). Callinicos’un bu son cümlesi bugün yaşananların özeti gibidir. “Her koşulda hiç kimsenin bu insanların imal ettiği endüstriyel mallar olmaksızın yaşayamayacağı gerçeği” pandemi sürecinde bir kez daha kendini göstermiştir. “Evde kal” çağrıları bu insanları kapsamamış, yukarıda belirttiğimiz gibi zorunlu ihtiyaç maddeleri ve hizmetleri üreten sektörlerde -sağlık, gıda, enerji, temizlik, lojistik, ulaştırma gibi- işçi ve emekçilerin çalışmasına ara verilmemiştir. Yani yıllardır öldüğü savunulan işçi sınıfı koronaya rağmen çalış(tırıl)makta ve sınıfının gücünün farkına varmaması için cesetleri şemsiyelerle gizlenmektedir.

Lüks cenaze arabasıyla son yolculuk

İşçiye reva görülen yaşam da, ölüm de ortadayken egemen sınıf, kimi zaman ölümü ve ölüm sonrası ritüelleri “zenginleştirmeyi” bir lütuf olarak sunabilmekte ve aslında yazı boyunca anlatmaya çalıştığımız sınıfsal ayrımı birinci ağızdan onaylamaktadır. Bunun en açık örneklerinden biri, 19 Haziran 2005 tarihinde, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Hoşdere’deki Mercedes Benz fabrikasının açılışında yapmış olduğu konuşmadır:

Niçin otomobilleri de artık Türkiye’de üretmeye başlamıyorsunuz? Otobüsü hallettik, kamyonu hallettik (burada üretiyorsunuz), iyi de gidiyor. Gelin şu otomobilleri de Türkiye’de üretelim. Gülüyorsunuz, neticeyi bekliyoruz.

Erdoğan’ın bu çağrısı, kendisini dinleyen Mercedes-Benz’in üst kademe yöneticileri tarafından gülerek karşılansa da o buna aldırmaz ve İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı olduğu dönemde toplu taşımada kullanılan otobüslerin Mercedes’ten alınmaya başlandığını hatırlattıktan sonra “Demek ki bu da yetmiyor. Bir adım daha atalım. Artık hayatlarında Mercedes otomobil kullanmayanlar, hiç olmazsa şu cenazelerini Mercedes araçlarla taşıyalım. Mercedes araçlardan cenaze araçları da yapmaya başladık” diye devam eder (Taşbaşı & Şen Taşbaşı, 2015, s. 151, 152). İşçinin, emekçinin Mercedes almaya gücü yetmez ama olsun cenazesi son yolculuğuna lüks bir araba ile çıkabilir! Yaşarken mi? Yaşarken kendi ürettiği Mercedes’e binmeyiversin ne olacak! Hem zaten işçi sınıfı çoktan ölmedi mi!

Bitirirken Brezilya’da yaşanan olayın ve sonrası yapılan açıklamanın Carrefour’un Brezilya’daki yerel ortaklarından dolayı ya da o ülkenin kendine özgü dinamiklerinden dolayı gerçekleştiğini düşünenler varsa diye Türkiye’de Sabancı Holding ortaklığı ile faaliyet yürüten Carrefour’da durum farklı mı birkaç örnekle hatırlatmak isteriz. Örneğin, bir buçuk yıllık bir CarrefourSA işçisi Ekim 2007 tarihli mektubunda çalışma koşullarını şöyle anlatmaktadır:

Siz gelir sepetlerinizi doldururken, bizi pek fark etmezsiniz, ama zor şartlarda çalışırız. Yediğimiz yemek, yemek değil, yemdir. Size rica ederiz bazen, Havalandırmanın çalışmasını isteyebilir misiniz’ diye. Hem sizden, hem şeften, hem patrondan azar işitiriz. Baktığımız reyonda günde 180 milyarlık alışveriş yapılır, ama biz asgari ücrete talim ederiz. (…) Kurumsallaşmanın bizim değil, onların lehine olduğunu anladım. Burada inanılmaz disiplinli bir sistem var ve işçi bu sistemin en önemsiz parçası. Raflardaki ürünler bizden daha değerli. Yapılan en ufak yanlışlıklarda dahi yaptırımla karşılaşıyoruz. (…) Carrefour’un ‘Kaynağından kalite’ sloganı, bizim yemekhaneye pek uğramıyor. Yemekler bazen o kadar kötü oluyor ki, para verip dışarıda yemek zorunda kalıyoruz.

Peki o tarihten bu yana değişen bir şey oldu mu? Bunun cevabını da oturduğu yalının denize bakan tarafından bisiklet ile kardio yaptığı bir fotoğrafını Instagram hesabından paylaşan Hacı Sabancı’nın, bir takipçisinin evde kalması yönündeki uyarısına “Sakin ol champ… Evdeyim” şeklinde yanıtlamasında bulabiliriz. Hacı Sabancı, “Evde kal” çağrılarına-yalısında tüm konforu ile- uymuştu. O sırada  Sabancı Holding’in bir şirketi olan Teknosa kapanmak zorunda kalınca ise orada çalışanlar Holding’in bir başka şirketinde, CarrefourSA marketlerinde,çalıştırılmaya devam ettirildi. İşçi, emekçi “Evde kal”mamalıydı! Yine aynı tarihlerde Carrefour mağazalarında çalışanların maske ve eldiven takmasına izin verilmedi. Çalışanlar, ücretli izin hakları gasp edilerek yıllık izine zorlandı.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama bu birkaç örnek bile arka arkaya sıralandığında yaşamın ve ölümün sınıfsallığını ortaya koymaya yetmekte. Bitirirken kapitalizmin neden olduğu sorunlara kapitalizmin çözüm olamayacağını bir kez daha belirtelim. En büyük kapitalist kurumların başında gelen Dünya Bankası’nın girişindeki duvarda yazan (aktaran Taşbaşı&Şen Taşbaşı, a.g.e) “Bir Hayalimiz var: Yoksulluğun olmadığı bir dünya!” yazısının altına François Houtart’ın düştüğü notu hatırlayalım: “… ve Dünya Bankası sayesinde de yalnızca bir hayal olmaya devam ediyor!”

Kaynakça;

Callinicos, A. (2001). PostmodernizmeHayır. (Ş. Pala, Çev.) Ankara: Ayraç.

Kumar, K. (2013). Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları. (M. Küçük, Çev.) Ankara: Dost.

Stevenson, N. (2015). Medya Kültürleri Sosyal Teori ve Kitle İletişimi. (B. E. Göze Orhon, Çev.) Ankara: Ütopya.

Taşbaşı, K., Şen Taşbaşı, A. (2015). Lüks Cenaze Arabasıyla Son Yolculuk: AKP İktidarında Yoksulluk ve Yoksulluğun Medyadaki Temsiline Genel Bir Bakış, U. Aydın (Der).içinde,Neoliberal Muhafazakar Medya.İstanbul:Ayrıntı.

Yılmaz, A. (1996). Modernden Postmoderne Siyasal Arayışlar. Ankara: Vadi.

Kaan Taşbaşı ve Aslı Şen Taşbaşı’nın makalesinin başlığı ödünç alınmıştır.

Bu makale ilk olarak Sendika Org’da yayınlanmıştır



Aralık 2024
PSÇPCCP
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
3031 

Daha Fazla Editörün Seçtikleri Haberler