Bilgiden Bilime Bilimden İşçi Sınıfı Mücadelesi Bilimine Sıçrama
Diyalektiğin açıkladığı veya diyalektik kanun alanında kalan insan ve doğaya ait her şey istisnasız olarak belli bir varlık gerekçesine dayanır ve bu nedenlerden tecrit ele alınamaz. Her şey mutlak biçimde bir araya gelmiş belli sebeplerin ürünüdür ve hiçbir gelişme rastlantı eseri değildir. İnsanın yaşam serüveni tamamen doğanın ve insanın ihtiyaçlarına dönük arayışı ve verdiği emek mücadelesi süreciyle anlamlıdır. İnsan toplumunun sınıf mücadeleleriyle ilerleyen bir tarih olduğu aşikârdır. Tarihsel mücadelelere, ağır bedellere ve büyük çalkantılara tanık olan bu süreç, son tahlilde siyasetten yalıtık değil, bilakis siyasetin hükmünde gelişen bir süreçtir de.
Ekonomik altyapının belirleyiciliği yanında, siyasi üstyapının da belirleyici rol oynadığı eğer doğruysa(ki doğrudur), o halde siyasetin bu tarihsel süreçte rol oynadığı yadsınamaz gerçektir. Somut gerçek de bunu kanıtlamaktadır.
İnsanın vahşi doğaya karşı zorunlu mücadelesinin koşulladığı ortak yaşamın klan-kabile düzeyindeki gruplar halinde olan yaşam pratiğinin açığa çıkardığı tecrübeler giderek topluluğun ortak yaşam kuralları veya sistemini koşulladır. Büyük toplumsal iş bölümlerinin ortaya çıkması toplumsal sistemin biçimlenmesinde büyük bir temelken, ortak yaşamın toplumsal sisteme evrilmesinde de önemli bir göstergedir. Klanın belirli üyeleri avadanlıklar yapıp avlanarak klanın yeme ihtiyacını karşılarken, belirli üyeleri de giderek gelişen tarım ve hayvancılıkla üretim yapmakla görevliydi. Bu, özünde bir toplumsal sistemdi.
Toplumsal sistemlerin gündeme gelmesini bu halkalardan izah etmek genel bir doğru olarak kabul edilebilir. Öte taraftan insan topluluklarının klan-kabile düzeyindeki ortak yaşam ve mücadelesinin gelişmesi sürecinde ortaya çıkan deneyimler ve bilgiler hala bölük pörçük, dağınık ve sistematik değildi. Dinamik olan yaşam ve sürekli bir didinimi takip eden yaşam mücadelesi bu deneyim/tecrübe ve bilgilerin gelişerek büyümesine, giderek sistemli bilgi düzeyine ulaşmasına; sistemli bilgi sürecinin de bilginin bilime dönüşmesi sürecine yol açtığı söylenebilir. Toplumsal yaşamın tecrübe toplamı ve birikimleri bilginin sistemli hale gelerek bilime dönüşmesine tanıklık ettiği gibi, bu ilerleme düzeyinin toplumsal sistemlerin gelişerek oturmasına da belirleyici bir etkide bulundu.
Özcesi, toplumsal sistemlerin belirginleşmesi ve gelişmesi tarihi, klan-kabile yaşamından bağımsız olmadığı gibi, kesinlikle bilginin sistemleşerek bilim düzeyine ilerlemesinden de bağımsız değildir. Bilginin insan yaşamında ve toplumsal sistemlerin kurulmasında tayin edici rolü, doğrudan etkisi vardır. Üstyapı unsurlarından olan siyaset de bu süreçle eşzamanlı bir geçmişe sahiptir. Bilinçsiz ya da kendiliğinden ortaya çıkan toplu/ortak yaşam biçimi ve bu yaşamın kendiliğinden ya da ihtiyaçtan oluşan düzenleyici kuralları, yaşam tecrübesinden bağımsız olmayan bilginin gelişerek sistemli bilgiye ve giderek bilime dönüşmesi süreciyle birlikte, daha sistemli ve daha kombine toplumsal yaşam kurallarına veya toplumsal sistemlere sıçradı.
Kuşkusuz ki bu uzun tarihsel süreç belli aşamalara ilerleme düzeyi itibarıyla sınıflardan, sınıflar arası mücadeleden de ayrı düşünülemez. Bu süreci sınıflardan bağımsız ele alamayacağımıza göre, sınıf çıkarlarından, sınıf egemenliklerinden ve elbette sınıf siyasetinden de bağımsız ele alamayız. İlkel yaşamdan modern yaşam, ilkel toplumun bağrından da modern toplum filizlenirken, ilkel bilgi birikimi modern bilgiye ve bilimin gelişmesine yataklık yapıyordu.
Aynı süreç paralel olarak sınıf zemininde örgütlenmelere de yansıyordu. Kölelerin zaptına dönük çaba, silahlı güçlerin oluşturulmasına, oluşturulan bu silahlı güçler tecrübesi de devlet denen zor ve baskı örgütünün oluşturulmasına temel oluyordu. Bu örgüt ve örgütlenmeler doğrudan siyasi hedef, amaç ve ihtiyaçlara dayanıyordu. Her sınıf kendi siyasetini gütse de, gerici sınıflar egemen olarak oluştuğundan ilerici sınıflara karşı son derece avantajlı durumdaydılar. Egemen oluşları, örgütlenmede olduğu gibi, siyasette de egemen oldukları anlamına geliyordu.
En vahşisinden en modernine kadar, gerici karakterliden ilerici karakterdekine kadar tüm siyaset yelpazesi, sınıflı yapı ve bu yapının çelişki ya da çatışmasında kuluçka tutuyordu. Karakter veya niteliklerini de bu pozisyonundan alıyorlardı. Çatışma ve çelişkinin kaynağı olan sınıfların benimsedikleri ve uyguladıkları siyaset de bu pozisyonlarını yansıtıyor ya da siyasi pozisyonlarını belirliyordu.
İşçi sınıfı mücadelesinin tarihi de farklı aşama ve niteliklerde de olsa aynı yolu izliyor, aynı tarihsel bagajla ilerliyor, gelişiyordu. Rönesans denilen reformcu aydınlanma dönemi ve makinelerin buluşunu takiben yaşanan sanayi devrimleriyle başlayan kapitalizmin doğuşu, işçi sınıfının da doğuşuna ve mücadelelerinin gündeme gelmesine tanıklık eden bir dönem oldu. İşçi sınıfı bilimine sahip olmayan ve henüz kendiliğinden bir sınıf olup kendisi için sınıf olmayan aşamadaki işçi sınıfı, feodalizme karşı burjuvazinin yanında yer alıyor ya da onun peşinden gidiyordu. Tarihsel olarak feodalizme karşı ilerici sınıf olan burjuvazi, feodalizme karşı mücadelede başarılı oldu. Kapitalist burjuvazi bu zaferine paralel olarak, fabrikaların kurulması, kapitalist üretim ve sanayileşmenin gelişmesine paralel olarak, işçi sınıfına korkunç baskı, sömürü ve zulüm uyguladı. İşçi sınıfı buna karşı öfkesini, makinaların parçalanması ve fabrikaların yakılması şeklinde dışa vuruyordu. İşçi sınıfı mücadelesinin Çartist dönemi denilen bu dönemde, henüz tasfiye edilmemiş köylülüğün de mücadeleleri gündemdeydi. Derinleşen sınıf çelişkileri zemininde işçi sınıfı ve köylü savaşları da büyüyerek gelişiyordu.
Bu mücadelelere koşut olarak diyalektik, felsefe, ekonomi, siyaset ve pozitif bilimler gibi alanlarda da gelişmeler derinleşerek ilerliyordu. İşçi sınıfı mücadelesinin bilimi olan Marksizm, bu mücadeleler ve bilimsel gelişmeler üzerine olanaklı oldu. İşçi sınıfı mücadeleleri, köylü savaşları boyutlanırken, felsefe ve diyalektik, politik ekonomi dallarında da muazzam bir ilerleme ve birikim ortaya çıkıyor Marksizm’e temel oluşturuyordu. Nitekim Marksizm, Fransız işçi sınıfının devrimci ruhu, İngiliz ekonomi politiği ve Alman felsefesinden feyz alarak ya da bu birikimler üzerinden kuramsal teori haline geldi. Eğer bu tarihsel bellek, gelişme ve birikim olmasaydı Marksizm doğamazdı. Nasıl ki ilkel bilgiler kaçınılmaz olarak bilimin doğmasına yol açtıysa ve bilim bu bilgilerin giderek sistemli hale gelmesiyle mümkün olduysa, Marksizm de, kapitalist dönemdeki işçi sınıfı ve köylü savaşları pratiğinin ortaya çıkardığı tecrübe ve birikimlerin ve elbette felsefe, ekonomi politik zeminindeki tüm bilimsel gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıktı. Özetle, işçi sınıfı mücadelesinin bilimi 1848 Komünist Manifestosu’yla ilk kurumsal temellerine kavuşan bilimsel bir kuram olarak doğdu. İşçi sınıfı mücadelesinin teorik/pratik bilimi Avrupa’da bir heyula olarak dolaşmaya başladı. İşte bu gelişme 1871 Paris Komünü deneyimiyle başlayan devrimci serüvenin bilimi olarak tüm tarihin en derin çığırını açtı. Marksist doktrin altında yaşanan işçi sınıfı devrimleri ve devrimlerle kurulan siyasi sistemler, insanlık tarihinin en parlak gelişmelerine, en büyük çalkantılarına yol açan sıçramalardı.
İşçi sınıfı kendi mücadeleleri ve devrimiyle birlikte, kendiliğinden sınıf olmaktan çıkıp kendisi için sınıf oldu. Burjuvazi, karşı karşıya olduğu tehdidin işçi sınıfı olduğunu gördü ve bu tarihten sonra ilerici barutunu tüketerek gericileşti; işçi sınıfına karşı mücadelede feodal sınıflarla kol kola girdi. Fakat işçi sınıfı mücadeleleri ve devrimlerinin önü alınamadı. Bu tarih, yeni bir dünyanın kapısını aralarken, aynı zamanda işçi sınıfının en ilerici, en devrimci sınıf olduğunun da açığa çıktığı tarih oldu.
Tarih gibi, ekonomi, üretim, sanayi, üretim araçları, üretici güçler, sınıflar, bilim, felsefe, teori, ideoloji, siyaset, sanat, edebiyat, kültür gibi tüm toplumsal altyapı ve üstyapı unsurları da durmaksızın ilerledi. Bu ilerleme ve gelişme, sınıflar mücadelesi zeminindeki siyasi gelişmelerle, sınıf mücadeleleri sayesinde toplumların/toplumsal sistemlerin ilerlemesiyle at başı gitti. Marksizm, bu gelişmelerden tecrit duramaz, ondan muaf tutulamazdı. Ruhu, somut koşulların somut tahlili olan Marksizm, donuk, ölü değil; yaşayan, gelişen, ilerleyen canlı bir kuramdı. Nitekim gelişip değişen her toplumsal, siyasi ve tarihsel koşulda Marksizm de gelişerek ilerledi. Marksizm’in Leninizm’e, Leninizm’in Maoizm’e ilerlemesi tam da bunu açıklamaktadır. Bu gelişme ve ilerleme anlamsız değil, nesnel temellere dayanan gerekli, önlenemez bilimsel bir gelişmeydi. Şayet, açıklanabilir olan evrende henüz açıklanamamış olanlar varsa (ki öyledir), o halde felsefede, teoride, siyasette gelişme ve ilerleme kaçınılmazdır.
Henüz açıklanamamış ama açıklanabilir olan yaşam ve evrenin “gizemleri” açıklandıkça, yeniliklerin, değişimlerin ve ilerlemelerin yaşanması önlenemeyecektir.
Değişmeyen tek şey değişimim ta kendisiyse, değişime ayak diremek tutucu bağnazlıktan ileri geçmez. Evrensel ölçekte kabul edilir olan bu ilerleme sürecinin, MLM biliminde ve özelde de tek tek toplumsal sistemlerin değişim veya gelişim gerçeğinde fiilen reddedilerek kabul edilmemesi paradokstan başka bir şey değildir. Siyaset açısından da durum farklı değil, tersine siyasetin hızlı döngüsü ve duruma göre pozisyon olma esnekliği, onun her türden muhafazakârlığı çok daha kesin biçimde reddetmesini koşullar. MLM’nin açık öğüdüne ters rota izleyerek ileriye doğru değişimi kâbus gibi gören anlayış MLM’yi temsil edemeyeceği gibi, devrimci siyaset de yürütemez. MLM ampirik değil, her unsuruyla sistematik bir bütündür. Gelişme yasası onun yaşamsal parçası olarak ona değişim dinamizmini katar.
Teoride tutucu ve statik anlayış, siyasette mekanik ve muhafazakâr olmaktan kurtulamaz. Siyasetteki başarı teorideki kafa açıklığından geçer. Her koşula aynı siyaseti sabitleyen anlayış bilimsel olmadığı gibi, devrimci rol ve değişime de öncülük edemez. Tarihin ve siyasi mücadele pratiğinin tecrübelerinden öğrenmek proleter devrimci siyasetin atlanamaz görevidir. Sınıf çelişkileri ve sınıf mücadelesinin şartlarını, siyasi ve toplumsal gelişmeleri, bunların siyaset ve mücadeleye yansımalarını, değişen koşulların gerisinde kalarak eskiyen biçimleri, en önemlisi de yaşanan tarihsel tecrübelerin açığa çıkardığı ders ve öğretileri dikkate alarak gerekli olan her alanda yenilenme yeteneği edinmeli, bunu somut siyasetimizde maddi güce dönüştürmeliyiz. Ne burjuva ideologların tarihi çarpıtan ve sınıf mücadelesini inkâr eden sınıflar üstü siyaset demagojilerine pirim verebiliriz ne de tersinden MLM ilkeler ışığında tarihsel pratik ve somut koşulların aktüel kıldığı devrimci yenilenmeye direnç gösteren dogmatik anlayışlara teslim olabiliriz. MLM korkak değil, çünkü bilimdir. Bilimin tutumu gerçeği bulmaktır. Devrim kitlelere dayanan bir eylemdir. Onu kitlelerden yalıtamaz, zaman ve mekân kavramlarından ayrı ele alamaz, somut çelişki biçimlerinden yalıtarak salt iradeciliğe indirgeyemeyiz. Rutin değil, manevra yeteneği olandır siyaset.
Genel anlamda siyaset (ki buna strateji diyebiliriz), siyasi amaç ve hedeflere ulaşmanın ana görev ya da yönelimlerini saptar. Amacı, amacın teori ve pratiğini, genel çerçevede siyasi hedefi ve bunun ana görevini belirler, açıklar. Geri kalanı esasta somut siyaseti ilgilendirir. Taktik manada siyaset, somut durumu konu alır, ona göre biçimlenir.
Teorinin gelişmesi de tabi olduğu çelişme/gelişme yasası girizgâhından ayrı tasavvur edilemez. Evrensel teorideki gelişme ve ilerleme seyri, Paris Komünü deneyiminden Büyük Ekim Devrimi’yle açılan sosyalizm pratiğinin ilerleyişinde, Marksizm’den Leninizm ve Maoizm aşamasına kadarki nitel gelişmelerle tanıtlı bir ilerleme ve gelişme seyri olarak kanıtlanmış gerçektir. Marksizm’in Marksist ilke ve temeller üzerinde geliştirilmesi gibi, MLM teorinin de MLM ilke ve temeller üzerinde geliştirilmesi zorunludur. Bu bizzat MLM bilimin açıklayarak buyurduğu bir eylemdir.
Emperyalist dünya sistemi olarak uluslararası tekellerin egemenliği aşamasına ilerlemiş olan emperyalizm ve proleter devrimler çağının vahşi kapitalizmine karşı mücadele, serbest rekabetçi kapitalizm koşullarındaki mücadeleyle bir ve aynı olmadığı gibi, bu mücadelenin önemli bir ayağı olan teorik mücadele cephesinde teorinin geliştirilmesi nesnel bir ihtiyaçtır. Ki bu şartlardaki gelişme ve çelişkilere paralel olarak bilimsel sosyalizm teorisi de, hem bu gelişmeler ve hem de sosyalizm deneyiminin muhasebesi temelinde gelişmiş ve gelişmek durumundadır.
Özcesi, “Proletarya ve Emekçiler Devleti” argümanının benimsenmesi, proletarya devleti argümanının reddi anlamına gelmediği/gelmeyeceği bilincinden hareket etmiş veya bu bilince sahiptir oturumumuz.
Sınıfın Tanımı Üzerine
”Bu durum işçi sınıfının yeni şartlarda sömürülmesi anlamına gelmekle birlikte, sömürünün niteliğini ve özünü değiştirmemektedir. Ancak, işçi sınıfının 1800’lü ve takip eden yakın yıllardaki koşullardan daha farklı koşullarda sömürüldüğü, rol ve pozisyona sahip olduğu gerçeğini yadsımaz. Bu ne sömürünün öz ve niteliğinin değişmesidir ne de kapitalizmin vahşi sömürüye dayalı karakterini hafifleterek ortadan kaldıran bir gelişmedir. Lakin tarihsel akış ve ilerleme açısından 1800’lü yıllar ile 2000’li yıllar bir ve aynı değildir. Gerek sınıf mücadelelerin yarattığı sonuçlar ve burjuvazinin bu baskı altında özellikle sınıf devrimleriyle tarihi değiştiren gelişme koşullarının ve gerekse de bilimsel, teknik/teknolojik gelişmelerin ürünü olarak, tarihsel olarak farklı toplumsal şartlar ve insanlık toplumunun mevcut gelişmişlik düzeyi açısından eskinin ilerisinde bugün yeni şartların hüküm sürdüğü inkâr edilemez gerçeklerdir.”
Teorik tartışma gündemleri çerçevesinde alınan kararlardan biri sınıf tanımına dair bir tartışmanın yürütülüp belirlenmiş süre içinde sonuçlandırılmasına ilişkindir. Sınıf tanımı üzerine uluslararası alanda önemli tartışmalar yaşanmaktadır. Bu tartışmalara proleter sınıf örgütlü hareketi olarak kayıtsız kalamayacağımız gibi, yürütülen tartışmaların belli bir nesnel gerçeği ifade ettiğini de teslim etmek durumundayız. Asırlar öncesi sınıf durumu ve koşullarına uygun olarak yapılmış klasik sınıf tanımının günümüz koşullarındaki işçi sınıfının durumu ve koşullarıyla birebir örtüştüğü iddia edilemez. İşçi sınıfının tarifi, esas itibarıyla özel mülkiyet karşısındaki pozisyonu, üretim araçları karşısındaki pozisyonu, üretici güçlerden biri olarak üretimde ve artık değerin elde edilmesinde oynadığı rol ve bu üretim süreci içinde maruz kaldığı üretim ilişkileri niteliğiyle alakalı bir tahlildir.
Sınıf tarifi bu unsurlar temelinde anlam kazanır, bu ögelerde karşılık bulur. Bu ölçüler temelinde yapılmış klasik işçi sınıfı/ağır sanayi işçisi -proletaryasının tanımı, Marks’ın bilinen ünlü tanımıdır ki, bu tanım o günün koşullarında isabetli olup nesnel gerçeği ifade eden yetenektedir. Bu tanım işçi sınıfının en acımasız, en ağır baskı ve sömürü şartlarında, karın tokluğu karşılığında çalıştığı, yani ertesi gün işe gelebilecek kadar emeğinin karşılığını alan, geri kalan emek sürecinde yarattığı artık değerin gasp edildiği modern kölelik şartlarıdır.
Modern köle, verdiği emeğin karşılığını almak şöyle dursun, emeğiyle yarattığı değerden sadece açlıktan ölmemesi kadar pay alıp, tüm emeği patron tarafından gasp edilendi. Modern köle, en ağır şartlarda emeğini patrona sömürtüyor, kol emeğine dayalı iş gücünü yok pahasına satıyordu. Çalışarak birikim yapmak bugün de mümkün olmasa, o günün şartlarında modern kölenin temel gereksinim ve ihtiyaçlarını karşılaması asla mümkün değildi. Modern kölenin yaşam şartları yoksulluktan değil, açlıktan bahsedilebilir koşullardı. Modern köle için temel yaşam ihtiyaçlarına sahip olmak bir lükstü. İşçi, sattığı iş gücünün karşılığında sadece yaşamını sürdürecek kadar bir ücret alabiliyor, emek süreci kol emeği işçiliğinin ağır koşullarında geçiyordu. Makineler kol emeğinin üretim ve artı-değerin yaratılmasında belirleyici yükünü en azından bugünkü gibi hafifletemiyordu. Uzun çalışma saatleri, çalışma şartlarının ağırlığı, ağır iş/fabrika disiplini, işçi hakları, iş gücünün ucuz satın alınması gibi daha bir dizi aleyhte koşul işçinin sosyal yaşam aktivitesini ortadan kaldıran katı şartlardı.
Mesleki vasfa dayalı işçi kategorisi veya işçi aristokrasisi yoktu, yok denecek kadar cılızdı. İşçi sınıfı içten bölünmemiş eşit şartlara sahip yalın bir yığındı. Açlık ayrımsız olarak bütün işçi sınıfının ortak kaderiydi. Bu durumdaki işçi sınıfı özel mülkiyet anlamına gelecek hiçbir şeye sahip olmadığı gibi çıplak kol gücünden başka satacağı ve kaybedeceği bir şeyi de yoktu. Bu (ve daha fazlası) şartlarda, “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” işçi sınıfı tanımı haklı ve bilimsel bir tanımdı.
Bahis konusu koşullar bugünün koşulları itibarıyla önemli nüanslar barındırmaktadır. Haklı olarak işçi sınıfının durumu, şartları ve tarifi de eskisi gibi değil, bugünün gelişen şartlarıyla izah edilebilir bir noktadadır. Teknolojinin gelişmişlik düzeyi devasa boyutlardadır. Modern teknolojik makina ve araçlar işçinin emek sürecindeki rol ve pozisyonunu önemli oranda etkilemekte, hala geçerli olmasına karşın kol emeğinin rolü ya da belirleyici özelliği gelişmiş makine ve teknoloji karşısında giderek küçülmekte, eski öneminin gerisinde bir rol/pozisyon durumuna gelmektedir. Yeni mesleklerin, yeni iş kollarının, yeni iş alanlarının, yeni üretim araçlarının, yeni üretim ilişkilerinin, yeni üretici güçlerin, yeni üretim ilişkilerinin, yeni sermaye ve üretim dallarının doğuşuna vesile olan bu devasa gelişme düzeyi, üretimde iş gücünün payını düşürmekte, makinelerin payını öne çıkarmaktadır. İşçi sınıfı ve şartlarında da değişimlere yol açmaktadır.
Bu durum işçi sınıfının yeni şartlarda sömürülmesi anlamına gelmekle birlikte, sömürünün niteliğini ve özünü değiştirmemektedir. Ancak, işçi sınıfının 1800’lü ve takip eden yakın yıllardaki koşullardan daha farklı koşullarda sömürüldüğü, rol ve pozisyona sahip olduğu gerçeğini yadsımaz. Bu ne sömürünün öz ve niteliğinin değişmesidir ne de kapitalizmin vahşi sömürüye dayalı karakterini hafifleterek ortadan kaldıran bir gelişmedir. Lakin tarihsel akış ve ilerleme açısından 1800’lü yıllar ile 2000’li yıllar bir ve aynı değildir. Gerek sınıf mücadelelerin yarattığı sonuçlar ve burjuvazinin bu baskı altında özellikle sınıf devrimleriyle tarihi değiştiren gelişme koşullarının ve gerekse de bilimsel, teknik/teknolojik gelişmelerin ürünü olarak, tarihsel olarak farklı toplumsal şartlar ve insanlık toplumunun mevcut gelişmişlik düzeyi açısından eskinin ilerisinde bugün yeni şartların hüküm sürdüğü inkâr edilemez gerçeklerdir.
İşçi sınıfı içinde işçi aristokrasisi ciddi oranda büyüyerek sınıf niteliğini tartışmaya açık hale getirmiş, yeni tanımlamayı gerektirecek boyutlara ulaşmıştır. Homojen bir işçi sınıfından bahsetmek mümkün değildir. İşçi sınıfının bu bölünmüşlüğü, işçi aristokrasisiyle yozlaştırılması yeni tanımlamayı şart koşarken, bu aristokratik gelişme bağlamında olmak kaydıyla işçi sınıfının niteliği ve ideolojik dokusu da etkilenmeye maruzdur. İşçi iş yerinde diğer işçi tarafından baskı altına alınarak sömürülen bir realiteyle yüz yüzedir. İşçi sınıfı içindeki bu imtiyazlı kesimin işçi sınıfından sayılması tartışmalıyken, bu imtiyazlı kesimin modern makina ve teknolojik üretime dayalı olarak giderek büyük bir kesim haline geldiği bir gerçektir.
Uzmanlar, teknik elemanlar, elektronik, bilgisayar ve bilişim teknolojisine sahip elemanlar, üniversiteliler, mesleki vasıflara sahip işçiler modern teknolojiye dayalı makina üretiminde aranır esas üretim unsurları veya işçileri haline gelmiş, kaba kol emeği ortadan kalkmasa da giderek önemini kaybetmiş, azalmış durumdadır.
İşçinin iş/kol gücü üretimdeki yerini eskisi gibi koruyamamaktadır. Kafa emeği, vasıf/meslek, teknik/teknoloji, robot makineler, hatta yapay zekâya dayalı teknolojik çığır işçinin üretimdeki yerini daraltmakta, kaba kol emeğini değersizleştirmektedir. Teknolojik gelişmelere ve teknolojik üretime bağlı olarak yeni iş alanları, yeni meslekler, yeni iş kolları ve artı değerin elde edilmesinin yeni şartları, yeni çalışma ve iş şartları, yeni sınıf katmanları veya sınıfın gövdesini oluşturacak yeni emek güçleri gündeme gelmiştir.
İşçi sınıfı diyalektik tarihsel gelişme bakımından sadece işini kaybedecek veya zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan bir durumda değildir. Tarihsel gelişmenin tabii tezahürü de olsa, işçi sınıfı artık bir eve, evinde kapitalist kullanım araçlarına ve hatta arabaya da sahip olacak düzeyde bir “özel mülkiyete” sahiptir. Öyle ya da böyle sendika ve sigortaya, tazminat hakkına sahiptir. Mücadelelerinin sonucu olarak belli haklara, yasalaşmış çalışma ve iş saati haklarına sahiptir. Bu işçi sınıfının kaybetmekten korkacağı bir şeylere sahiptir denilebilir ki, bu kaybetme korkusu işçi sınıfının ideolojik duruş ve fikir dünyasına da etki yapmaktadır.
Bütün bunlar işçi sınıfının eski şartlarda yapılmış eski tanımı ile bugünkü değişmiş olan şartları ve bu şartlara uygun tanımının yapılması açısından anlam taşımaktadır. Özellikle kapitalist sömürü ve sistemin iyileştiği ve işçi sınıfı üzerindeki sömürü baskı cenderesinin nitelik değiştirdiği anlamına asla gelmemektedir.
Özetlemeye çalıştığımız bu tartışma düzleminde, kolektif oturumumuz uluslararası alanda yaşanan tartışmaları da dikkate alarak işçi sınıfının yeniden tanımlanması bağlamında bir tartışmanın yürütülerek bir sonraki kongrede sonuçlandırılmasını kararlaştırarak kolektifin önüne görev olarak koymuştur.
Ulus ve İnanç Sorunu Üzerine
”Kuzey Kürdistan’ın sömürge ya da ezilen bağımlı ulus olarak değerlendirilmesi, Kürt ulusunun bağımsızlık hakkının tanınması veya bu hakka sahip olmasının kabulü karşısında bir şey değiştirmemektedir. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkı bakidir, değişmez bir sonuç veya reddedilemez bir doğrudur. Kürt ulusunun bağımsız devletini kurma hakkı vardır ve bu hak Kürt ulusuna ait olup kayıtsız şartsız tanınmak durumundadır. Bu zeminde Kürt ulusunun ulusal kurtuluş mücadelesi ve ulusal demokratik haklarına dönük mücadelesi tamamen haklı ve meşrudur. Kürt ulusunun bağımsız devletini kurma hakkını kullanması ya da kullanmaması tamamen Kürt ulusuna aittir. Kürt ulusunun bu hakkını kullanması onun iradesine ait olmakla birlikte, bu hakkını kullanması durumunda komünistler onun önünde hiçbir engel oluşturmazlar. Fakat bu hakkını kullanmasına, ayrılma hakkını kullanmasına komünistler sadece ve sadece devrimin çıkarları açısından yaklaşır, buna bağlı olarak destekler ya da desteklemezler. Ayrılma durumunda devrimi gerileten bir özellik taşırsa, komünistler bu ayrılmayı desteklemez ama önünde fiili engel de oluşturmazlar. Prensip olarak komünistler açısından bir Kürt devletinin kurulması meşrudur, haktır. Bu hak tamamen Kürt ulusunun iradesine aittir. ”
Ulus ve inanç sorunu başlıklı gündem oturumumuzun temel gündemlerinden biriydi. İlgili gündem son derece karmaşık, önemli ve derinlik taşıyan özellikte olup, ciddi olduğu kadar kesinlikle bilimsel ele alışı gerektiren değerdedir. Bugünden yarına, bir demokratikleşme süreciyle ve hatta bir devrim süreciyle halledilecek tasfiye olup ortadan kalkacak basit bir mesele olmadığı tarihsel tecrübelerle kanıtlanmış durumdadır. Öyle ki, sınıf sorunuyla kesin alakası gereği sınıfların ortadan kalkışına endeksli olarak çözülebilir bir karaktere sahiptir.
Bu özelliğine bağlıdır ki, Uluslararası Komünist Hareket’in ezeli konusu olarak büyük tartışmalara vesile olmuş, nazik ve girift yapısı gereği komünist hareketin gündemini işgal etmeye kadir olmuş, çözüldüğü varsayılan en ileri sosyalist toplum koşullarında dahi aşılamamış bir sorun olarak her fırsatta yeniden ve yeniden gündeme gelen baki bir sorun niteliğinde bugüne uzanarak karşımıza çıkmış, önümüzde durmaya devam edecek temel bir mesele durumundadır. Bundan hareketle, ulusal meselenin alelade bir demokratik mesele olmadığı, bilakis derin arka plana sahip büyük bir devrimsel, kültürel, bilimsel ve felsefi değişim süreçlerini barındıran köklü bir meseledir.
Demokratik mesele olarak ele alınıp belli biçimler altında çözüldüğü varsayılan ulus ve inanç meselesinin toplumların belleğinde diri bir duygu olarak kaldığı, bugün inkâr edilemez bir gerçektir. Her fırsatta gündeme gelmesi ve en ölü koşullarda bile büyük savaşlara vesile olan bir çelişki temelinde en geniş ölçekte ortaya çıkması meselenin yaşamsal önemini gösterir. Kolayca çözülüp geride bırakılamayacağını da gösterir.
Sosyalist devrim ve özgürlüklerin çözüp tasfiye edemediği bu tarihsel derinliğe sahip sorun bugün çözüm yoluna sokarak baş etmemiz gereken sorun olarak önümüzde durmaktadır. Elbette önemli teorik zemine, hatta pratik tecrübeye de sahibiz. Ancak pratik gerçekte kolayca çözülemeyecek bir meseleyle karşı karşıya olduğumuz da unutulmamalıdır. Mesele böyle okunmadıkça, meselenin ele alınışı ve çözümünde bocalanma derinleşir, zorluklar kırılmalara ve savrulmalara uzanmaktan kurtulamaz.
Milli duygu veya sorun gibi, inanç sorunu veya duygusu da ulus ve inancın mistik dünyasına göre biçimlendirilen ve en geri çağında insan toplumuna oturtularak tüm ruh dünyasına derin olarak yerleştirilmiş ya da işlenmiş en hassas, en nazik, gerici sınıflarca kolayca kışkırtılıp kullanılmaya, kitleleri manipüle etmeye, kitleleri bölüp parçalamaya, uyuşturulup yönetilmelerine müsait, dinamik ve aktüel bir sorun niteliğindedir. Hiç şüphesiz ki, tahakkümcü ve hegemonik gerici dünya şartlarında baskının, zulmün, savaşın, katliam ve kıyımların özellikle konusu ve hedefi olması itibarıyla da ulus ve inanç realitesi bir özgürlük sorunu, bir bağımsızlık sorunu ve bir kurtuluş sorunu olarak, kesinlikle nesnel zemine dayanan dinamik, köklü ve aktüel bir sorun, haklı bir mücadele konusu niteliğindedir.
Çarpıtılmaya müsait din/inanç özgürlüğü, manipüle edilmeye müsait milli/ulusal bağımsızlık! İşte sorunun karmaşık ve zorlu olup kolayca çözülemez olması gerçeği tam da burada yatmakta, bir bakıma bu zeminden kaynaklanmaktadır. Nasıl mı? İşte şöyle; tek dünya ulusuna ulaşma amacı taşıyan bir tarihsel mücadele ama ulus devletlerin kurulmasını savunma/uğruna savaşma zorunluluğu taşıyan ya da somut görevi güden bir mücadele.
Dillerin birliği amacına karşın, dillerin yaşatılmasını haklı olarak benimseyen realite. Millet (ve milliyetçiliğin) burjuva karakterine karşın, boyunduruk altında olan millet ve milliyetlerin bağımsızlığı uğruna haklı olarak savaşma.
Milli duyguların burjuvazi tarafından manivela edilen güçlü bir temel olmasına ve vatan-millet argümanlarıyla halkların gerici emellere alet edilmesine rağmen, haklı olarak milli baskıya karşı çıkma ve milli duyguların diri kalmasına vesile olan milli mücadeleleri tarihsel zorunluluk kapsamında da olsa haklı görüp savunma. Din/inanç unsurunun kitleleri uyuşturma aracı olarak kullanılmasına ve din/inanç meselesinin idealist felsefe olarak kitleleri bilimden uzaklaştıran gerçekliğine rağmen, din, inanç, vicdan özgürlüğünü savunup benimsememiz ve baskı altındaki din/inançların haklı mücadelelerini destekleme ya da haklı olarak mücadelelerini destekleme zorunluluğuyla karşı karşıya olmamız. Daha da ileri giderek baskı altındaki inançların mücadele ve örgütlenmelerini destekleyerek onların gelişmesine yardımcı olma durumuna düşmemizin çelişkisinden sakınamamamız.
Özetle, özünde gerici olan bu unsurları, somut tarihsel zorunluluklar altında savunma durumunda oluşumuzun temsil ettiği çelişki adeta bir handikap olarak önümüzdeki zorluğu ve elbette meselenin diri kalmasının bir kaynağını temsil etmektedir. Bir taraftan uzlaşmaz ideolojik mücadele içinde olduğumuz gerici inanç ve milliyetçilik, diğer taraftan somut tarihsel koşullarda baskıya maruz kalmaları zemininde din/inanç özgürlüğünü savunma ve ezen egemen ulus milliyetçiliğine karşı ezilen ulus milliyetçiliğine ehven yaklaşmamız gerçeği ya da ulus devletlerin kurulması veya ulusal bağımsızlık hakkı uğruna mücadele etmemiz söz konusudur.
Hem burjuva milliyetçiliğine karşı çıkmamız doğrudur hem de tahakküm altındaki ulusların bağımsızlık hakkını savunmamız doğrudur. Hem dine karşı ideolojik mücadele yürütmemiz doğrudur hem de inanç özgürlüğünü ya da baskı altındaki inançların özgürlüğünü savunmamız haklıdır. Evet, her ikisi de bilimsel zeminde doğrudur ama her iki doğru da pratik gerçekte ve son tahlilde çelişendir. Hem çelişen ve hem de doğru olmaları diyalektiğe de tarihsel gerçeklere de uygundur. Ve bu çelişkili uygunluk ya da doğruluk, bahis konusu sorunun nihai anlamda ortadan kaldırılmasına muktedir olmasına karşın, verili gerçekte aynı sorunu besleyen somut bir gerçektir de.
Bundandır ki, mevcut sorunun çözümünün zor olup devam etmesinin temel bir kaynağı bu çelişkili realitedir demekteyiz. Ve bu zeminde hem ulus sorunu hem de inanç sorunu uzun tarihsel dönem boyunca sınıf mücadelesinin temel bir meselesi olmaya, halkların manipüle edilerek uyuşturulmasına, dolayısıyla bu zeminin burjuvazi tarafından manivela edilmesine tanık olacak, ta ki, sınıfların sönümlenmesine evrilen tarihe kadar öyle ya da böyle/açık ya da gizli devam edecektir.
Çok ulus ve azınlıklı Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında Türk-İslam (Sünni İslam) sentezi ekseninde egemen Türk ulusu paradigmasına dayalı tekçi hâkim sınıflar devlet örgütlenmesi ya da siyasi sisteminin ırkçı şoven faşist karakterine bağlı olarak belirgin çelişki temelinde ulus ve inanç sorunu yaşanmaktadır. Özellikle Kürt ulusunun bağımsızlık hakkının gaspıyla anlam bulan Kürt ulusuna dönük milli baskı, zulüm ve kıyım realitesi temelinde keskin bir milli çelişki hüküm sürerek öne çıkmakta, siyasi gündemi işgal etmektedir. Örgütlü bilinçli sınıf hareketi pek tabii olarak bu çelişkinin çözülmesi göreviyle karşı karşıyadır. 4. oturumumuz başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere, azınlıklar ve inançlar üzerindeki baskının temsil ettiği bu sorunu gündemine alarak çözüm politikasını mevcut ihtiyaçlar temelinde yeniden biçimlendirme iradesi ortaya koymuştur.
Somut olarak bir Kürt ulusal sorunu cereyan etmektedir. Bir ulus ve bu ulusa ait bir Kürdistan coğrafyası mevcuttur. Bu zeminden bağımsız olmamak kaydıyla, bir Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi gündemde olup, siyasi boyuta oturmuş keskin bir milli çelişki varlığını sürdürmektedir. Doğrudan mücadelemizi etkileyen veya doğal olarak mücadelemizin konusu olan bir Kuzey Kürdistan sorunu orta yerde durmaktadır. Kuzey Kürdistan ilhak ve işgal altındadır, Kürt ulusunun bağımsızlık hakkı gasp edilmiş, tüm haklarından mahrum bırakılmış durumdadır. Kürt ulusu kıyımlardan geçirilmiş, her türden ulusal demokratik haktan mahrum bırakılmış ve köle bir ulus statüsünde tutulmaktadır. Kürt ulusal kurtuluş hareketinin mücadelesi bağlamında, siyasi boyutta seyreden keskin bir milli çelişki gerçekliğiyle karşı karşıyayız.
Mevcut politika ve yaklaşımlarımız önemli bir teorik temeli temsil etse de Kuzey Kürdistan ve Kürt ulusunun statüsü bağlamında hüküm süren mevcut sorun ya da çelişkiye uygunluk açısından önemli yetersizlikler ve pratik politika yetersizliklerimizin olduğu inkâr edilemez. Bu zeminde tartışılması gereken temel meseleler, özünde Kuzey Kürdistan coğrafyası ve Kürt ulusunun statüsüne dönük gerçeğe uygun bilimsel değerlendirme ve tespitlerin yapılması meselesidir.
Kuzey Kürdistan’ın sömürge ya da ezilen bağımlı ulus olarak değerlendirilmesi, Kürt ulusunun bağımsızlık hakkının tanınması veya bu hakka sahip olmasının kabulü karşısında bir şey değiştirmemektedir. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkı bakidir, değişmez bir sonuç veya reddedilemez bir doğrudur. Kürt ulusunun bağımsız devletini kurma hakkı vardır ve bu hak Kürt ulusuna ait olup kayıtsız şartsız tanınmak durumundadır. Bu zeminde Kürt ulusunun ulusal kurtuluş mücadelesi ve ulusal demokratik haklarına dönük mücadelesi tamamen haklı ve meşrudur. Kürt ulusunun bağımsız devletini kurma hakkını kullanması ya da kullanmaması tamamen Kürt ulusuna aittir. Kürt ulusunun bu hakkını kullanması onun iradesine ait olmakla birlikte, bu hakkını kullanması durumunda komünistler onun önünde hiçbir engel oluşturmazlar. Fakat bu hakkını kullanmasına, ayrılma hakkını kullanmasına komünistler sadece ve sadece devrimin çıkarları açısından yaklaşır, buna bağlı olarak destekler ya da desteklemezler. Ayrılma durumunda devrimi gerileten bir özellik taşırsa, komünistler bu ayrılmayı desteklemez ama önünde fiili engel de oluşturmazlar. Prensip olarak komünistler açısından bir Kürt devletinin kurulması meşrudur, haktır. Bu hak tamamen Kürt ulusunun iradesine aittir.
Ancak bir ulusun köleleştirilmesi, bağımsızlık hakkının gasp edilmesi, milli baskı, zulüm ve kıyıma uğraması zemininde cereyan eden herhangi bir ulusal sorun karşısında komünistler doğrudan alakadar ve sorumluluk sahibidir, bu sorunun, çelişkinin çözülmesinde görevlidir. Bu bağlamda somut mücadelelerinin konusu olan ulusal sorunda kayıtsız olmamakla birlikte, soruna dıştan bakan, yaklaşan değil, doğrudan sorunun muhatabı durumundadırlar. Soruna dönük çözüm politika ve planlarının olmasının zorunluluğu ile birlikte, sorunu objektif ve bilimsel temelde değerlendirip gerekli tahlil ve tespitleri yapmakla yükümlüdürler. Aynı biçimde Kürt ulusal sorunu dışındaki azınlıklar ve inanç sorunlarına dönük de tahlil ve tespitleri, çözüm politikaları olmak durumundadır. İnanç eksenli Alevi inancına dönük, Sünni-İslam inancı temelinde devlet olarak örgütlenen hâkim sınıfların uyguladığı baskı ve katliamlar ya da gayrimüslim olarak adlandırılan diğer inanç grupları ve azınlıklara uygulanan baskı ve katliamlar da önemli çelişki ve sorun durumundadırlar. Komünistlerin kuşkusuz ki, bu sorunlarda somut plan ve pratik politikaları olmak durumundadır.
Tekrar etmekte fayda var ki, Kürt ulusal sorunu bütün bu sorunlar içinde en boyutlusu olup, siyasi olarak öne çıkmış başlıca gündemler arasındaki bir sorundur. Öyle ki, Kürt ulusal sorunu diğer azınlık ve inanç sorunları arasında öne çıkarak, çözülmesi durumunda bu sorunların da çözüm yoluna girmesini etkileyen bir pozisyondadır. Fakat, sınıf çelişkisi veya sorunu anlamında durum daha da farklıdır. Yani Kürt ulusal sorununun öyle ya da böyle çözülmesi, sınıf çelişkisini sorununu ortadan kaldıracak, onun üzerinde belirleyici etkide bulunacak veya sınıf çelişkilerinin çözüm yoluna girmesini sağlayacak bir gerçekliğe sahip değildir. Bugün coğrafyamız sınıf hareketi içinde yaşanan önemli yanılgılardan biri milli çelişkinin öne çıkarak sınıf çelişkisinin çözümünde tayin edici yere oturduğu yanılgısıdır.
Ulusal kurtuluş mücadeleleri, proleter devrimlerin birer yedeği de olsalar, proleter devrimlerin görevlerine, hedeflerine ve içeriğine asla sahip değildirler. Temelden iki farklı çelişkiden söz edildiği özellikle bilince çıkarılmak durumundadır. Biri sınıf çelişkisi, diğeri milli çelişki. Yani, biri proletarya ve emekçi sınıfların burjuvaziyle yaşadığı çelişki, diğeri ise pazarı talan edilen burjuvaziyle talancı egemen burjuvazi (veya emperyalizmle)arasındaki çelişkidir. Biri sınıf karakterli, diğeri milli karakterli/biri kesin devrimci karakterli, diğeri son tahlilde burjuva karakterlidir.
Egemen burjuvazi ile egemen olmayan (milli baskı altındaki) burjuvazinin (ve bu burjuvazi mücadelesi açısından isterse demokratik pozisyondaki burjuvazi olsun) arasındaki çelişkisinin çözülmesi, sadece mevcut pozisyonda demokratik haklı olan burjuvazi ile haksız egemen olan burjuvazinin arasındaki sorunu/çelişkiyi çözer; ama sınıf çelişkisini asla… Fakat diğer yandan, ulusal sorunun çözümünün, milliyetçi baskılanma altında kalan ulusal-halkların sürekli ötelenen ve üstü örtülen sınıfsal çelişki ve sorunlarıyla yüzleşmelerini, karşı karşıya gelmelerinin önünü de açacağı muhakkaktır. Ulusal burjuvazi önderliğindeki ulusal “çıkarlar” mücadelesi yaşandığı her yerde komünist devrimci önderliklerin zayıflıklarına koşut olarak sınıfsal mücadelenin önüne geçer ve sınıfsal çelişkilerin görünmesini baskılar. Bu yalnız ve yalnız, komünist devrimci hareketlerin ulusal soruna ilişkin çözüm önerileri ve bunların örgütlenmesi veya örgütlenememesiyle ilgili, daha özcesi ise bu meseleye pratik önderlik edip edememesiyle ilgili bir durumdur.
Bu durumda, ulusal sorunun çözümü, sınıf çelişkisini çözmeyecek, ulusal baskının, ulusal mücadelenin gölgesinde kalan sınıf çelişkisinin bu baskıdan kurtularak ortaya çıkmasına yarayacaktır veya görünmesini sağlayacaktır.
İşgal ve ilhak durumu, sadece ve sadece işgal altındaki ulus açısından milli çelişkinin baş çelişki olmasını doğurur. Şüphesiz ki, işgal ilhak koşullarında, aynı ulus sınırları içindeki proleter hareket açısından da milli çelişki baş çelişki haline gelir. Milli Demokratik Devrim bu şartlarda geçerli olan devrim haline gelir. Fakat, sadece bir ulus coğrafyasında değil de tarihsel haksızlıkların ürünü de olsa zorla bir devlet sınırlarına dahil edilmiş olup bu siyasi coğrafyada hem Türkiye ve hem de Kuzey Kürdistan devrimiyle görevli olan komünist hareketin, bir ulus coğrafyasındaki çelişkinin görece öne çıkmasından hareketle iki coğrafya (Türkiye ve Kuzey Kürdistan) devrimi veya çelişkisi için milli çelişkiyi baş çelişki olarak değerlendirmesi doğru olamaz. Bu, Türkiye’deki sınıf çelişkisi ve mücadelesini Kuzey Kürdistan’daki çelişkiye feda etmesi ya da ona tabi kılarak sınıf perspektifi ve devriminden uzaklaşılması, bu devrimin ertelenmesi ya da ötelenmesi anlamına gelir. Somut pratikte, proleter devrim perspektifinden burjuva devrim perspektifine geri düşülmüş olur ki, bu proleter siyaset açısından kabul edilemez. Ne var ki proleter devrimci siyaset, Kuzey Kürdistan’da siyasi bir gerçek olarak öne çıkan milli çelişkiyi dikkate alarak, bu çelişkiye uygun gerekli tüm saptamaları yapıp Kuzey Kürdistan’a dönük yaklaşımını somut tahlil, tespitler ışığında bir program ve plan çıkarma göreviyle de karşı karşıyadır.
Türk hâkim sınıfları nazarında Kuzey Kürdistan’ın bir statüsü yoktur. Birleşik Kürdistan’ın parçası olan Kuzey Kürdistan emperyalist gerici anlaşmalar maharetiyle “TC” devleti sınırlarına dahil edilmiş, Kürt ulusu Misak-ı Milli denen bu sınırlar içinde zorla egemenlik altında tutulmaktadır. Bir ulus var ve bu ulusa ait bir coğrafya/toprak var ama Kuzey Kürdistan ve Kürt ulusu ve iradesi yok sayılmaktadır. İmha, inkâr ve yok sayma politikaları temelinde Kürt ulusu ve toprakları ilhak edilmiş ya da sömürgenin alt kategorilerinde bir statüde tutulması reva görülmektedir. Kısacası statüsüzlüğün statüsü Kürt ulusu ve Kuzey Kürdistan’ın mevcut gerçekliğidir.
Ne emperyalist paylaşım savaşlarının sonucunda yapılan gerici anlaşmaların ne de ırkçı şoven Türk hâkim sınıflarının Kürt ulusu ve Kuzey Kürdistan’a reva görerek biçtiği kader kabul edilemez. Dolayısıyla milli baskı ve zulme yönelmiş her mücadeleyi veya ulusal hareketin bu zemindeki mücadelesini meşru görerek destekler. Desteklemenin ötesinde bu mücadeleyi görevleri arasında sayar. Kürt ulusunun bağımsızlık hakkı başta olmak üzere, ileriye dönük her statüsü kazanılması ve uğruna mücadele edilmesi gereken haktır.
Komünistlerin temel yaklaşımı Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkının tanınmasında özetlenir. Fakat mevcut statünün ulusal demokratik kazanımlar temelinde ilerletilmesine dönük her kazanım için de mücadeleyi doğru bulur. Komünistler, ulusal hareketin ya da ulusal burjuvazinin burjuva imtiyazlar uğruna mücadelesini desteklemez ama ulusal demokratik hakların kazanılması temelinde gelişen her mücadelesini/ulusal hareketin bu zemindeki tüm mücadelesini haklı ilerici görerek destekler. Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı ve tüm ulusların eşitliği ilkelerinden hareket eden komünistler, her türden ulusal eşitsizliğe, tek yanlı imtiyaza, ulusal baskı ve zulme ilkesel olarak karşı çıkarak mücadele eder; ulusların bağımsızlık hakkı için savaşım verirler.
Komünistlerin bu tavrı, ulusal mücadele yürüten ulusal hareketi ya da ulusal burjuvaziyi komünistlere yaklaştırır. Komünistlerle ulusal hareket arasındaki somut bağ bu zeminde oluşur. Fakat bu yakınlaşma veya ilişkide, ulusal burjuvazi çoğu kez yansıtmasa da esasta kendi burjuva imtiyaz ya da menfaatlerini gözeterek hareket eder. Komünistler ise, ulusal burjuvazinin bu burjuva imtiyazlar uğruna mücadelesine ödün vermez, yalnızca onun ulusal demokratik haklar uğruna mücadelesini destekler. Nasıl ki, egemen ulus burjuvazisinin milli baskı ve tahakkümüne karşı mücadele eder, benzer şekilde ezilen ulus burjuvazisinin burjuva imtiyazlar uğruna mücadelesiyle de birleşmez, o yanına karşı çıkar.
Bu anlamda komünistler, bağımsız, demokratik, sosyalist bir Kuzey Kürdistan’ın kurulması mücadelesini esas alır, benimser. Ulusal hareket önderliğinde Kuzey Kürdistan’ın ulusal bağımsızlık hakkı uğruna verilen mücadeleyi şartsız olarak desteklerken, ayrılma tavrını ise, birleşik devrime etkileri zeminindeki somut şartlara göre destekler ya da desteklemez.
Bugün ulusal hareketin bağımsız bir Kuzey Kürdistan perspektifine sahip olmadığı görülmektedir. Her ulusal hareketin açık gizli özlemi ya da istemi bağımsızlık olsa da somut siyasi şartlarda bu istem geri plana düşebilir veya bu istem belli burjuva imtiyazlar temelinde feda edilebilir. Ki mevcut Kürt Ulusal Hareketi bugün açısından bağımsızlık hedefinden, tek tek anlaşmalar siyasetinden kopmuş, anlaşma siyaseti stratejisine oturmuş ve kimi ulusal hakların elde edilmesi talepleriyle mücadele eden silahlı reformist kulvarda yürüyen bir harekete dönüşmüş durumdadır. Buna rağmen mevcut durumda politik olarak demokratik devrimci bir rol oynamaktadır. Bu zeminde Kürt Ulusal Hareketi genel olarak ittifak edilebilir ve ittifak edilmesi gereken bir güçtür. Ki bu ittifak politikası Kürt Ulusal Hareketi’nin somut mücadele ve pratiklerde izleyeceği pratik yaklaşım ve izleyeceği hatta bağlıdır; her somutta birebir mutlak geçerliliğe sahip değildir.
”Ulusal harekete karşı yaklaşım ile ulusal soruna yaklaşım ve sorumluluk bir ve aynı şeyler değildir. Ulusal hareketin izleyeceği politika ve pratiklere bağlı olarak onunla ittifak politikası pratikleştirilebilir ya da tersi. Fakat ulusal sorun karşısındaki sorumluluklarımız değişmez. Ulusa dönük tüm baskı ve tahakküme ilkesel olarak karşı çıkar mücadele ederiz, ulusal hareketin somut yaklaşımlarındaki olumsuzluklar bunu değiştirmez. Ulusal baskının her türüne karşı çıkmak, ulusal eşitsizlik ve tek taraflı imtiyaz ya da üstünlüğe karşı mücadele etmek, ulusun bağımsızlık hakkının tanınması, ulus üzerindeki sömürgeci, ilhakçı, işgalci, her türden egemen tahakküme karşı çıkmak komünistlerin ilkesel yaklaşımı ve es geçemeyeceği görevleridir. Ezilen bağımlı ulus durumundaki Kürt ulusu ve dolayısıyla Kuzey Kürdistan’ın bağımsızlığı ve bağımsızlık hakkı için mücadele ve elbette ulusal baskıya karşı mücadelesi biz komünistlerin görmezden gelemeyeceği, bilakis önemle ele alması gereken bir görevdir. Bundan sonraki mesele ise, bu görevin hangi teorik çerçevede değerlendirileceği, pratik mücadelede nasıl biçimleneceği ve nasıl örgütlenerek başarılacağı meselesidir.”
Yukarıdaki paragraflarda sıklıkla işaret edildiği gibi, Türk hâkim sınıflarının ırkçı şoven faşist ideolojisine bağlı tekçi paradigmalarla ulusal irade ve varlığı yok sayılmış, imha inkâr politikaları ekseninde kıyıma tabi tutularak her türden baskı ve barbarca zulme maruz bırakılmış, adeta köleleştirilmiş ve kaderini tayin hakkı gasp edilmiş bir Kürt ulusu gerçekliğiyle yüz yüzeyiz. Buna paralel olarak, derin asimilasyon ve jenosit eksenli vahşi saldırganlığa karşın, ulusal mücadele içinde ulusal bilinci gelişmiş, dinamik bir Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve Kürt ulusunun haklı mücadele zemininde ayağa kalkışına da tanığız. Her türden kuşatma ve kıyıma karşın, siyasi zeminde “Burası Kürdistan’dır ve Kürt ulusuna/bizlere aittir” diyerek ayağa kalkmış bir ulus iradesinin meşru, demokratik, haklı ve aktüel mücadelesine şahidiz. Bu mücadelenin baskılanması sayesindedir ki, Türk hâkim sınıfları tarafından ulusal varlık ve kimliği göstermelik de olsa kabullenilmek zorunda kalınmış ama hiçbir ulusal demokratik hakkı yasal zeminde tanınmamış, en önemlisi de bağımsızlık hakkına dönük inkâr devam edip genel çerçevedeki ırkçı faşist katliamlar en acımasız biçimde ensesinden eksik edilmemiş bir ulus/Kürt ulusu realitesiyle yüz yüzeyiz.
Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında en diri mücadele dinamiklerinin başında Kürt ulusal kitleleri ve halkı yer almaktadır. Ne yazık ki diri olan bu mücadele potansiyeliyle birleşmekte ciddi sorunlar ve açmazlar yaşamaktayız. Açık ki bu diri dinamik kitlelerle birleşmek için, 2. ve 3. oturumun atığı adımlar önemli bir yer tutmasına rağmen, pratik zeminde bunların karşılığı olan çabayı sarf etmemiştir.
İkinci oturumda bir eğilim olarak kabul edilen “ezilen ulus ve azınlıkların maruz kaldığı baskılara karşı çıkılarak bu kesimlerin sorunlarına ilişkin özgül politikalar oluşturulmalı, şoven anlayışlara karşı halkların birliği ve kardeşliği temelinde mücadele bayrağı yükseltilmelidir. Yeni demokratik devrim programının her özgülde alacağı biçime ve bu biçimin gerektirdiği özgül politikalara” önem verilmesi yönündeki perspektif, ne de üçüncü oturumun “ulusal sorun ve azınlıklar ve ezilen inanç kesimleri hakkında somut bir yönelime girerek bu konuda özel ve özgün programın yaratılmasını karar altına almıştır. Bu anlamda genel sosyalist programımız çerçevesinde ulusal soruna ilişkin özel programımız olacaktır. Kolektifimiz Kürt ulusal sorunu ekseninde pratik faaliyetini bu özel program çerçevesinde sürdürecektir” karar ve perspektifine rağmen bu konuda edilgen kalınmış ve üçüncü oturum karar ve perspektifi karşılıksız bırakılmıştır.
Kuzey Kürdistan’da ulusal çelişkiyi esas alarak örgütlenmek ve salt sınıfçı yaklaşım perspektifine dayanan teorik dogmatizmden kurtularak objektif gerçek ve çelişkilere göre bir politika belirlemek ihtiyaçtır. Kürt ulusunun öyle ya da böyle öncelikle hissettiği, refleks gösterdiği, mücadele gerekçesi yaptığı, acil olarak talep ettiği, ulusal kimliği, onuru ve iradesi ile ilgili gerçek sorunlar, bu sorunların giderilmesine dönük bir mücadele ve gasp edilmiş ulusal hakların kazanılmasıdır. Ulusal hak ve özgürlüklerin kazanılmasıdır birincil gördüğü sorun.
Kürt ulusu gerçek yaşamda bunu hissedip bunu isterken, bizlerin bu gerçekliği görmezden gelerek, “senin sorunun öncelikle sınıf sorunu ve sınıf çelişkisidir” diyerek salt teorik gerçeklere dayalı yaklaşımlarla Kürt ulusal kitleleri veya halkını örgütlememiz elbette pek kolay ve hatta mümkün olmayacaktır. Gerçekçi ve bilimsel de olmamaktadır. Özerklik, özyönetim için ayakta olup mücadele eden (halkı da kapsayan) Kürt ulusal kitlelerinin ne için ayaklandıkları, hangi çelişki ve baskıya karşı ayakta oldukları, mevcut reflekslerinin hangi çelişki üzerinde yükseldikleri aslında apaçıktır.
Kuzey Kürdistan’daki milli baskı veya çelişkinin mevcut boyutu ve uyanmış olan ulusal bilincin mevcut durumu, sınıf çelişkisini geride bırakarak gizleyen düzeydedir. İlhak ve işgal gerçekliği sınıf çelişkisini gizleyerek arka plana atan keskin zemindedir. Sınıf çelişkisinin açığa çıkarak öne çıkması ancak işgal ilhak zeminindeki milli çelişki ve baskının çözülmesi, ortadan kaldırılması veya hafifletilerek geriletilmesiyle olanaklıdır. Bundandır ki, sınıf hareketi/komünistler, Kuzey Kürdistan’da en diri olan milli çelişkiyi değerlendirmek ve bu çelişki temelinde örgütlenmeye girişmek durumundadırlar. PKK’nin Kuzey Kürdistan’daki gelişmesi de bu zeminde okunmak durumundadır.
Birinci oturumda milli çelişkinin başlıca çelişmeler arasına alınması anlamsız olmamakla birlikte, yeterli bir ilerleme değildir. Ulusal sorundaki güçlü teorik temelimizi somut gerçekler temelinde derinleştirerek daha nesnel belirlemelere gitmeli, Kuzey Kürdistan ve Kürt ulusunun statüsünü daha güçlü argümanlar ışığında objektif olarak tespit etmeli, buna uygun örgütlenmelere zaman yitirmeden girişmeliyiz. Kolektifimizin gelişmesinin önemli halkalarından biri Kuzey Kürdistan ve Kürt ulusuna dönük tahlil, tespit ve yaklaşımlarımızın değerlendirmeler temelinde yeni politikalarla geliştirilmesidir. Kuşkusuz ki bu adım ve gelişmeler bugünden yarına kısa sürede sonuç vermeyecektir. Kürt ulusal kitleleri ve halkının büyük bölümünü kavrayarak etkisine almış ulusal hareketin küçümsenemez örgütlülüğü ve gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Bu durum Kuzey Kürdistan’daki örgütlenme ve gelişmemizi zorluklarla karşı karşıya getiren bir realitedir. Ancak uzun vadeli ve gerçek çelişkilere oturan isabetli değerlendirme ve yaklaşımlarla Kürt halkıyla birleşmemiz tamamen mümkündür.
Kuzey Kürdistan ve Kürt ulusunun statüsü, buradaki çelişkinin tahlili, buranın ele alınması ve buradaki örgütlenmemiz önemli bir tartışma konusu olarak gündemimizdedir. Oturumumuzun önemli gündemlerinden biri olan bu kapsamlı sorun, belli boyutlarıyla tartışılmış fakat yürütülen tartışmalar ve yapılan hazırlıklar konunun ciddiyeti gereği yetersiz görülmüştür. Kolektif, bu sorunun daha derinlikli tartışılarak sağlıklı bilimsel sonuçlara varılması için, sorunun bir süre daha tartışılarak gerekli çalışma ve hazırlıkların yapılarak sonuca gidilmesini daha sağlıklı bulmuştur.
Bu makale ilk olarak Halkın Günlüğü’nde yayınlanmıştır