Nevra’ya ısınamadım ama çok sevdim. Özden yanıyordu, dışı soğuktu. Bir yığın dangalak adam, müzmin sorunları olan, soğuk bir kadın sanıyordu Nevra’yı. Değildi. Sevmenin erbabıydı. Sımsıcaktı.
Kadınlara meftundu. İlk resimlerini, aşık olduğu bir kadının kazuratıyla yapmıştı. Ağaç tutkalı karıştırmış, malayla tuvale sıvamış, renklerin değişik seciyede gülümseyen bilincini yakalamıştı. Kolay değildi tabi. Her rengin aşk dilini bilmek gerekiyordu. Boyaya verecek parası da yoktu. Kesikti. Zamanın esnediği, hayatın da karnını yalan, yokluk ve yalnızlıkla doyurduğu yıllardı. Ben henüz ayıkmamıştım. Gençtim. Bekaretini benden önce kaybetmesine rağmen, Nevra’dan başka kimseye güvenemiyordum. İnsanlardan uzaklaşmak istediğimde kalabalıklara dalıyordum. Yalanlarımla uzun yıllar baş başa, barışık yaşadığım için, başkalarının her dediğini yalana sayıyordum. Babam, “İnsanlara güven,” diyordu. “Böyle oturup durma, herkesi de yalancı sanma, itibarımı merdiven olarak kullan, yükselmeye bak.”
Haklıydı ama babama da güvenemiyordum. Ölüm haberlerine sevinen ve ölü evine gidip sevincinden ağlayan bir adamdı. Yalansız yapamıyordu. İtibarı yoktu. Beni sever görünüyordu, gerçekte sevmiyordu. Saplantıları vardı. Balıkçı Resul’ü, mahallenin hovardası sanıyor, beni de ondan türeme olarak görüyordu. Ben doğmadan, dokuz ay önce, anamı onun takasında görmüş, dövmüş, yüzüklü yumrukla yüzünü parçalamıştı. Bu yüzden zihninin dış kapısında tutuyor, almıyordu beni zihnine. Anamın öyle bir iş yapacağına ihtimal vermiyordum. Hayatın cimdik attığı zavallı bir kadındı anam. Kalça diye bir şey yoktu. İki bacak, bir kafa. Fedakardı. Kendinden başka herkesi tamamladığı için hep eksik kalıyordu. “İnsanları sev oğlum,” diyordu bana, “sevdiğin insan, sevildiğini anlayınca, sevgiye kanat olur,” diyordu. Ayrım yapmadan seviyordu herkesi anam.
Babam, anam gibi değildi. Kendisinden başka kimseyi sevmiyordu. Balıkçı Resul’ün kızı olduğu için Nevra’yı hiç sevmiyordu. “Ayrıl oğlum, bir fayda gelmez sana o cinliden,” diyordu. Nevra, bunun farkındaydı. İplemiyordu. Bazen çok efkarlanıyor, güzel marmara adlı ucuz şaraba vuruyordu kendini. ‘Yapma Nevra, dünyanın derdini kalbine yükleme bu kadar,’ diyordum. “Saçmalama, sikerim dünyanın derdini,” diyordu. Kumsalda dolaşmayı, soyunup sırtüstü yatmayı çok seviyordu. Bacaklarını aralayıp apışarasını güneşe sunduğunda, alev gibi titriyordu yarığı. Yapma Nevra, diyordum, bir gören olur. ‘Görsünler, anlarlar farkı,’ diyordu.
Bir insanın içi çiçek bahçesiyse, işi çiçektir. Ben, Nevra’yı böyle bildim. Hep kendi gövdesini çizdi. Yalansız, yalın çizdi. Envaiçeşit renklerle çizdi. Gövdesine hürmeti derindi. Duygularını gövdesine yayarak düşünmeyi severdi. Ben öyle değildim. Kafam bilgi doluydu. Duygularımı okutmamış, cahil bırakmıştım. Nevra okutmuştu. Benim teferruatlarımı, siktiriboktan gerçeklerimi bile dikkate alıyordu. Ben de onunkileri dikkate alıyordum. Kızınca bağırıyordu. Tarihe, topluma, herkese bağırıyordu. Ünlemleri kazık gibiydi, bağırışlarından fırlayıp, kıçıma saplandığı duygusuna kapılıyordum. Bu onun gerçeğiydi. Boşuna bağırmıyordu. Anlıyordum. İnsan, anladığı zaman insana yaklaşır. Nevra yaklaşan bir insandı. Benim erlik aletimden kaçtığını biliyordum. Sezdirmeden kaçıyordu. Kaçıyordu ama, bakış açımı da açıyordu. Ben en çok bir kadının, bakış açıma oturmasından korkarım; kadın, bakış açına oturdu mu hayatı göremez olursun. Hele kadının arka coğrafyası genişse, kendine ait zamanı hep arkaya yedirmiş, arkayı şişirmişse, zor kalkar, istese de kalkamaz; seni hayata, hayatı da sana kör eder.
Nevra, çok güzel bir kadındı. Güzelliğine saygı duyar, sergilemezdi. Beni seviyordu, ama dedim ya, ruhsat vermiyordu. “Erkeklerden nefret ediyorum, bana çok tecavüz ettiler,” diyordu. “Tamam da, herkesi niye erkek yerine koyuyorsun Nevra, ben senin kocanım,” diyordum. Dinlemiyordu. Dinlemeyince de bağrıma taş basıyor, susuyordum. Susmak, muhterem bir olaydır. Benimle evlendikten bir ay sonra hiç yanaşmadı zaten. Sırt sırta, zırt zırta yattık hep. Nedenini anlattı defalarca. Anladım. Üstelemedim. Üstelesem de yapamazdım. Hayattır, dedim. Kendi kendimi yedim. Nevra’yı ister istemez, yarığını yaraya sayan kadınların hanesine yazdım.
Evliliğimizden üç yıl sonra, eve bir kadın getirdi. Resim ve heykel akademisinden, doçent bir kadın. Kafaca Nevra’ya benziyordu. Çenesi sivri, gözleri büyük, alnı dardı. Billurlaşmış kireç taşı gibi memeleri vardı. Gayet güzel konuşuyor, kendi dili üzerinde, düşünce yaratan imgelerle yüklü bir resim dili kurmak istiyordu. Gizemliydi. Gülümsüyor, hiçbir şeyi ciddiye almıyordu. Mekanı boş vermiş, kafayı zamana ve zamanın, sonsuz devinim karşısındaki duruşuna ve anlamına takmıştı. Boş bir iş. Sağ cebinde sürekli bir kitap taşıyordu. Sürekli okuyordu. Neresine okuyordu bilemiyorum. Bildiğim tek şey, onun da Nevra gibi kesik olmasıydı. Malı, mülkü, mevkiyi sallayıp atmıştı. Filozof olmak istiyordu; sistemini, s*kilmiş düşünce dilimleriyle kurduğu için olamıyordu.
Kıştı. Dışarda kar çalığı vardı. Sobayı yakmıştım. Yemek içmek, hoş beş derken, yatma vakti geldi. Beni tek kişilik yan odaya aldı Nevra:
“Bu gece sen burda yat canım,” dedi, “Her insan, cinsiyetiyle doğar. Doğduktan sonra onu, hiç gereği yokken, organlarına bakarak kız veya erkek diye ayırırlar. Sen görünene değil, görünmeyene; yüzeye değil, derine bakan bir insansın. Anlayacağını umuyorum.”
Anladım tabi, üstelemedim. Ailesini çevre baskısından kurtarmak için benimle evlendiğini biliyordum. O gece uyuyamadım ama. Yan odadan gelen sesleri tasnif ettim, tahlile vurdum, günüme ve geleceğime dair sonuçlar çıkarmaya çalıştım.
O geceden sonra, ummadığım güzel şeyler oldu. Doçentin, kılı kırk yaran ince duygulara sahip birisi olduğu açığa çıktı. Kadın, hem benimle hem de Nevra ile sıcak ilişkiler kurdu. Er suyuma cemre düştü. Bağrım yeşillendi. Her aşkın, yeni bir dil olduğunu ve insana ana dilini öğrettiğini o zaman anladım.