Bizimle iletişime geçin

Makale

21. Yüzyılda, sosyalizmin ana çizgileri

“Her şeyin metalaştığı, birikim bunalımının derinleştiği, otomasyonun sınırlarına dayandığı, kültürel yozlaşmanın büyüdüğü koşullarda; kapitalizmin sınırları ufukta gözüküyor. Dünya çapında gelişen süreç ve sürecin verileri ufukta kapitalizmin tarihsel ve fiziksel sınırlarını her açıdan bize gösteriyor. Kapitalizme kesin ömür biçilemez; ama artık önemli olan ufukta sınırlarının görünmesidir. Görmek isteyenler bu sınırları görebilir”

21. yy başında sosyalizme dair tartışma ile birlikte geleceğe dönük sosyalist perspektifi belirlerken bazı ön görüler üzerinden hareket etmeliyiz. Kendi adıma üzerinden hareket ettiğim belli başlı ön görüler olarak şunları birer cümle ile özetleyebilirim.

Birinci ve esas öngörüm; kapitalizmin küresel düzeyde 21. Yüzyılı çıkaramayacağı üzerinedir. Bu öngörümün üzerinde “Kapitalizmin Tarihsel Ve Fiziksel Sınırları” adlı kitabımda durmuş ve bir yerinde de şöyle ifade etmiştim:

“Her şeyin metalaştığı, birikim bunalımının derinleştiği, otomasyonun sınırlarına dayandığı, kültürel yozlaşmanın büyüdüğü koşullarda; kapitalizmin sınırları ufukta gözüküyor. Dünya çapında gelişen süreç ve sürecin verileri ufukta kapitalizmin tarihsel ve fiziksel sınırlarını her açıdan bize gösteriyor. Kapitalizme kesin ömür biçilemez; ama artık önemli olan ufukta sınırlarının görünmesidir. Görmek isteyenler bu sınırları görebilir” (sf; 210 Gün yayıncılık)

İkincisi; küresel çapta kapitalizmin ağırlık merkezi Batıdan Doğuya/Asya ya kaydıkça, Washington-Pekin, Londra-Yeni Delhi işçilerinin sorunları da artan oranda ortaklaşmaktadır. Yanı küresel kapitalizme karşı işçilerin yoksulların direniş de küreselleşerek ortalaşacak. Kuzey Afrika, Avrupa ve Wall Street eylemleri bu ortaklaşmanın ilk işaretlerini verdi.

Üçüncüsü; Çin bir adım geriden Hindistan işçi sınıfı, sırtlarına bindirilen küresel kapitalizmin yükünü sür git taşıyamaz. Er ya da geç Çin işçi sınıfı, iktidarda “komünist partisi”, ekonomik sosyal hayatta ise sürdürülen vahşi kapitalizm uygulamasına isyan edecektir!

Dördüncüsü; Vietnam-Çin-Hindistan-Mısır hattı Batı düzeyinde tüketim kültürüne çözülürse buna bir değil iki üç dünyanın maddi kaynakları dayanamaz! Çünkü Vietnam-Mısır hattında dünya nüfusunun % 50’nin üzerinde bir oranını barındırıyor! Yanı 3.5 milyar insan ABD veya Batı Avrupalı düzeyde tüketmesini küremizin kaynakları kaldıramaz. Kısacası küremizin maddi kaynakları kapitalizmin ayakta kalmak için geliştirdiği tüketim kalıplarını kaldıramaz!

Beşincisi; “kapitalist sitemin insanla, insanlıkla büyüyen çelişkisinin emek sermaye çelişkisinden beslenerek gelişmesi öyle bir noktaya gelmiş bulunuyor ki antikapitalist mücadele, özelde ücretli emek gücünün, genelde ise bir avuç egemenin dışında tüm insanlığın sorunu haline dönüşüyor.” (“21. Yy. Özgürlük ve Sosyalizm Manifestosu sf; 16) Yanı Wall Street’te direnişin sloganı haline gelen “biz % 99”u temsil ed”enlerin, kürsel düzlemde işsizlik, mülksüzleştirme, uzun çalışma saatleri, yoksulluk, tüketici kitle olarak görülmenin ötesinde halka hiçbir değer vermeme ve manevi olarak insanı sakatlama gibi nedenlerle kapitalizmle çelişkilerinin büyümesidir.

Altıncısı: işçilerin, yoksulların yanı % 99’u temsil edenlerin ve elbette siyasal dinamiklerinin 19. Ve 20. Yüzyıl devrimci kalkışmalarından da çıkardıkları deneyimle bu kez kapitalizmle küresel çapta ve nihai olarak hesaplaşmaya hazırlanmalarıdır. Batı özelde de ABD merkezli kapitalizm krizinin küresel nitelik kazanması ağır ekonomik, sosyal sonuçlara yol açtıkça buna işçilerin, yoksulların Kuzey Afrika’dan, Avrupa’ya ve Wall Street’e uzanan isyanlarına şahit olduk, olacağız!

Yedincisi; Reel sosyalizmin yıkılmasının hemen ardından, “tarihin sonu” diyerek kapitalizmin nihai zaferini ilan edenlerin; “imparatorluk” tezleriyle ABD’yi dünyanın “imparatoru” ve “tek kutuplu” dünyanın lideri olarak sunanların çok kısa sürede teorik ve politik sefaletlerinin ortaya çıkmasıyla paralel, “yanıldık, halt ettik” diyerek teslim bayrağını kaldırmaları; buna ağırlaşan kriz koşullarında kapitalizmin çelişkilerinin derinleşmesinin neo liberal siyasetin gerçek yüzünün erken teşhirine yol açması ve  kapitalist serbest piyasa savunusu üzerinden sosyalizme saldırılar geliştirmenin artık sürdürülemez hale gelmesi gibi gelişmeler de eklenince genelde solun özelde de sosyalist solun gelişmesinde tetikleyici olmaya başladı ki bu süreç derinleşecektir.

Girilen süreç, küresel çapta siyasetin yeniden bir adım solda kurgulanmasına yol açıyor. Bu süreçte ekonomik krizlerin faturasını kemer sıkma gibi önlemlerle işçi emekçilerin sırtına yıkma siyasetini izleyen liberal, muhafazakâr, sosyal demokrat merkezler zayıflarken radikal uçlar güçlenecektir.

Şimdi ana çizgileriyle 21. Yüzyıl sosyalizmine ilişkin görüşlerimi ifade edebilirim.

 I – Sosyalizm Savunumuza, Teorik-İdeolojik Öngörülerin Yanı Sıra Yaşamın da Katacağı İçerik Olacaktır!

19. ve 20. Yüzyıl komünist hareketinin, devrim ve sosyalist inşaya dair programatik hedefleri vardı ama birde pratik politik mücadelenin daha kapsayıcı vurgu ile yaşamın katmış olduğu  içerik olmuştu. Bu durum, “muhalefetteyken neyi neleri hedefledik iktidarda neyle, nelerle yüzleştik” meselesidir. Her belli başlı devrimin hedeflerinin yanı sıra birde beklenmedik sorunlarla karşılaşmaları olmuştur bundan böyle de olacaktır. Yanı programatik olarak öngörülenin yanı sıra öngörülmeyenle de yüzleşilmiştir, bizde yüzleşeceğiz.

Paris Komünü, Ekim 1917 Devrimi, Çin ve Doğu Avrupa devrimlerinde az çok ama mutlaka öngörülün ile yaşamda yüzleşilenin farklılığı yaşanmıştır. Paris Komününde işçi-köylü ittifakı öngörülmemişti ama Komün yıllarında derinden hissedilen en büyük eksiklik işçilerle köylülerin ittifakının önceden kurulamamış olmasıdır. Ekim Devriminde de benzer sorunlar yaşandı. Devrim öncesinde yanı muhalefet yıllarında sosyalist inşa sürecinde teorik olarak sosyalist devletin güçlendirilmesi diye bir hedef yoktu. Teorik olarak öngörülen sosyalist devletin proletarya diktatörlüğü altında güçlendirilmesi değil adım adım sönümlemesidir ama pratikte sosyalist devleti güçlendirme realitesiyle yüzleştiler. Hakeza, Bolşevikler “iktidara gelirsek sosyalist inşa sürecinde NEP politikasını izleyeceğiz” yanı sosyalist iktidar altında geçici ve sınırlı da olsa bazı alanlarda kapitalizmin geliştirilmesi şeklinde bir politik hedefleri yoktu ama pratikte bununla da yüzleştiler. Benzer örnekleri başka devrimlerde de verebiliriz.

Demek ki biz komünistlerin, 21. Yüzyılda da sosyalizmi savunurken teorik-ideolojik öngörülerimiz (programatik hedeflerimiz) olacaktır ama birde canlı, akışkan yaşamın katacağı içerik ya da önümüze çıkaracağı sorunlar olacaktır! Beklenmedik olana da ön hazırlıklı olalım demek istiyorum! Teorik öngörüyle canlı yaşamın sentezini savunalım ve hayatı teoriye uydurmaya zorlamak yerine değişen hayata uygun teorik yeniden üretimi sürekli kılalım!

Kısacası, “21. yüzyılda sosyalizm arayışında, Marksizm ve bilimsel sosyalizm temelinde teorik üretimin yenilenmesi çözümün birinci adımıdır; ikinci adım ise esas pratik mücadelenin, doğrudan eylemin katacağı yeni içerikle olacaktır.”

 II- Yeni Bir Doğu-Batı sentezi Hedefimiz Olacaktır!

Dostlar, yoldaşlar!

İlk seminerde Ekim Devriminin yeni bir Doğu-Batı sentezleşmesinde önemli bir halka olduğunu ama tıkanıp yarı yolda kaldığını belirtmiştim. Kapitalizmin küresel niteliğinin derinleşmesi başta olmak üzere birden fazla gelişme yeni bir Doğu-Batı sentezini dayatıyor ama önce Doğu-Batı sentezine tarihsel olarak bakalım:

“Dünya kültürünün beşiği ve ilk tanrısal inançların boy verdiği topraklar, genelde Büyük Doğu, özelde “Verimli Hilal”dir…İnsanlığın uygarlık yürüyüşünün birinci halkasını Antik Mezopotamya-Mısır; ikinci halkasını Antik Hint-Çin ve Maya-Aztek; üçüncü halkasını ise Yunan-Roma temsil eder.

Bir başka açıdan bakıldığında ana uygarlığı Mezopotamya-Mısır; Büyük Doğu ve Güney uygarlığınıMezopotamya-Mısır, Hint-Çin, Maya-Aztek; Antik Batı uygarlığını ise Grek-Roma simgeler.” (21. YY’da Özgürlük Ve Sosyalizm Manifestosu, sf;  43)

Demek ki; büyük Doğu ile Batı uygarlığı öncelikle Mezopotamya-Mısır’dan etkilenip beslenmiş, sonra ikinci adımda karşılıklı geçişlerle birbirlerini etkileyip inşa etmişlerdir.”

Demek ki; gerek Dicle-Fırat havzası gerekse Nil’in de aktığı Akdeniz havzası, “tarihte halklar/toplumlar arası ortak kültür ve sentezin önemli odaklarıdır.”

Demek ki, “Kültürler, uygarlıklar tarih içerisinde geçişlidir, iç içe geçmiştir. Bakıldığında, hiçbiri homojen, katışıksız değil, hepsinin orijinal dokusu karşılıklı geçişlerle farklılaşarak, yekpare olmaktan çıkarak melezleşmiştir.

Dinler de bu geçişin dışında kalamazlardı. Üç büyük semavi din olan Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık da Verimli Hilal’de doğup geliştiler ve birbirinin devamı olarak geçişli olup üçü de tek tanrılı dine ilk geçişi temsil eden Zerdüşt’ten beslendiler.”

Demek ki; “Doğu-Batı uygarlıklarının ‘karşıt’” olduğu ve ‘uygarlıklar arası çatışma’ iddialarını, uygarlıklar sorununda Avrupa merkezli şekillenen çarpık tarih bilincinin ve demagojik, yanıltıcı propagandanın ürünü”dür! Öncelikle bunu reddetmeliyiz.

Yeni bir Doğu-Batı sentezinde komünistler olarak 21. Yüzyıl başına sosyalizm adına neleri öne çıkaracağımız ise yukarıda aktardıklarımda içkindir ama özetlemek gerekirse;

Doğu dinamikleri içine kapanmadan ve Batı karşısında dışlayıcı davranmadan hareket etmeli.  Ekim Devrimi, “sosyalizmi sadece gelişmiş kapitalist ülkeler kurabilir” iddiasına rağmen devrimlerin, özellikle de politik devrimlerin ağırlık merkezini Doğu’ya taşıyarak Avrupa merkezciliğini yıkıp Batı merkezciliğini aşarken, Batı’nın dünya devrimindeki rolünü küçümseyen ya da Doğu-Batı karşıtlığına prim veren bir yönelişe girmeden yaptı. Lenin, Ekim Devrimi’yle Batı merkezciliğini aşarken, Doğu merkezciliğini doğuracak, Doğu’yu kutsayacak bir ideolojik-politik yönelime asla girmedi. Tersine Doğu ile Batı’nın devrimci dinamiklerinin ellerini tutarak kenetlemeyi hedefledi.” (age sf; 35) Bu yaklaşım günümüz siyaset sosyolojisinde yeniden üretilmeli.  Yeni bir uygarlık mücadelesinde Doğu ile Batı toplumlarının karşılıklı girdilerle kuruculuk rollerini geliştirebilmeliyiz. Doğu, Batı’dan alacağını alarak kendisi olabilsin, bu yaklaşım tersinden de Batı için geçerlidir.

 III- Daha Az Devlet Daha Çok Özgürlük!

21. yüzyılda sosyalizm mücadelesinin içeriği bir yanıyla bu ara başlıkta saklıdır. Daha az devlet daha çok bireysel ve toplumsal özgürlük! Sosyalist yönelimimizin temel hedeflerinden biri bu olmalıdır. Siyasal alanda bu tamda devletten devletsizliğe geçiş sürecinin başarılması meselesidir. Kurucu iradenin hedef ve niyeti önemlidir fakat mesele niyetin çok ötesinde olarak sosyalist inşa altında devletten devletsizliğe ne oranda geçilebilinirse o oranda toplumsal ve bireysel özgürlükler alanının genişleyeceği meselesidir!

Yoksa teorik olarak Marksizm özgürlükler meselesini, devlet olmayan devlet’ yanı geçiş devleti perspektifiyle sınırları çok daha geniş bir ufukla ele aldı fakat pratik politika da reel sosyalizm politik özgürlükler alanında tam anlamıyla sınıfta kaldı.

Biliyoruz, 20. yüzyıl komünist hareketi de “yola çıkarken ‘her şey insan, insanın özgürlüğü  için’ dedi; fakat sosyalist rejimler altında birey ve bireyin özgürlüğü kolektivizm, toplumsallık ve güçlü devlet kütlesi altında unutuldu, ezildi. Bireyin sosyalist rejime yabancılaşması derinleşti, rejim sahipsiz ve savunmasız kalarak yıkıldı. Çünkü her toplumsal dönüşüm; teknik ilerleme, iktisadi ve siyasal sorun olduğu kadar ruhsal, zihinsel bir sorundur da. Özgür ve manevi olarak zengin bireyin yaratılamaması yıkımın başka nedeni.” (age sf; 32)

Demek ki, “İnsanın kurtuluşu yalnızca iş, aş, barınma -salt bunlar olsa reel sosyalizm gerçekleştirmişti- değil, özgürlük, estetik, manevi zenginlik vb. daha fazla şeyi içerdiği bilinerek kavga geliştirilmeli.”

Devletten devletsizliğe geçişe, hem tarihsel olarak hem de özelde AB pratiği üzerinden Avrupa dünde bugünde bir adım daha yakın duruyor. Ulus devlet olgusunun tarihte ilk şekillendiği ve tabir uygunsa doya, doya yaşanarak aşılma zeminin birkaç adım önde olgunlaşan coğrafya AB’dir. Elbette başta SSCB olmak üzere eski sosyalist rejimler coğrafyası da yaşanmış zengin pratik nedeniyle yine diğer coğrafyalar özellikle Asya, Afrika’ya oranla daha yakın duruyor! Kürdistan somutunda ise, iki temel alanda sorunlarla yüz yüze geleceğimizi şimdiden bilmemiz gerekiyor.

Birincisi; ulusal özgürlüğünü (ulusal devletini) bağımsız ya da federatif olarak yaşamamış bir halkın devletten devletsizliğe geçişi bir hayli güçlükleri barındıracaktır. Bir nevi arkadan gelen sorunlar durmaksızın ileriye adım atılmasını yanı geleceği çelmeleyecektir. Tıpkı Ekim Devriminde Leninizm zafer kazanırken kaybetmenin sorunlarını yaşadığı gibi!

İkincisi; genelde Doğu özelde de Asya toplumlarında sermayenin sivil toplum yapısının güçlü yaşanmamış olmasının, siyasal söylemle burjuva parlamenter demokrasiyi yaşayarak aşmanın sınırlı yaşanmış olmasının yaratacağı kimi sorunlar da olacaktır.

20. Yüzyıl ile kıyaslandığında, 21. Yüzyılda “daha az devlet daha çok özgürlük” hedef i genelde doğru ve kararlılıkla savunulması gerekir ama özgülümüzde belirttiğim geç kalmış uluslaşma ve geç kalmış çözüm gibi nedenlerle bu alanda da sorunlarla yüzleşeceğiz. Bu ön uyarıyla birlikte şunun üzerinde durmalıyız: 20. yy reel sosyalizminin “belirgin özelliği olan kolektivizm ve toplumsallıkla özgür bireyin organik bütünlüğünü” nasıl gerçekleştirebiliriz?

 IV- Daha Az İktisadi Çalışma Daha Çok Özgürleşmiş Zaman!

Daha az iktisadi çalışma ile vurgulamak istediğim, kâr ve sömürü amaçlı iktisadi çalışmadır yoksa çalışmamak yanı teral, teral (tembel tembel) boş gezmek söz etmiyorum. 21. Yüzyıl da sosyalizmi tartışırken teknolojik gelişmelerin vardırıldığı boyut, bunun üretim süreçlerine uyarlanmasının sonuçlar, insan zamanının iktisadi amaçlı çalışmadan özgürleşmesinde sunduğu imkânlar meselesini bağlantılı ele almamız gerekiyor. Çünkü kapitalist toplum altında teknoloji olağanüstü gelişti. Gelişmenin seyri uzayda “arazi kiralamaya”, insansız savaş araçları üretmeye, bir saniyede dünyanın öbür ucuna elektronik mektup ulaştırmaya ve 7-8 bin kişilik savaş gemileri üretme düzeyine vardırıldı. Bu gelişmeler çoktandır sanayi, ticaret, tarım, hizmet sektöründen ulaşıma varana kadar her alanda uyarlanır hale getirildi.

Üretimin tüm sektörlerinde teknolojik girdilerle paralel olarak toplam sermaye bileşiminde, sabit (değişmeyen) sermaye oranı büyüdü, değişen sermaye (canlı emek) yanı ücretli işçi oranı ise küçüldü, küçülüyor. Çünkü teknoloji, sermaye gruplarınca kâr amaçlı kullanılıyor.

Bu teknolojik gelişmelere dayanarak, kapitalizm altında bile 12, 10, 8 saat ücretli iş günü yerine özgün koşullara bağlı olarak 8, 6 hatta 4 saat çalışma imkânı sunuyor. Patronlar teknolojik gelişmeden hareketle iş saatlerini düşürmek yerine daha az işçi ile daha fazla üretimi hedefleyerek işçiyi sokağa, işsizliğe atmaktadır. Bu nedenle kapitalizm altında çalışma saatlerinin düşürülmesini demokratik reformlar olarak savunabilmeliyiz.

Sosyalist inşa altında ise, insanı iktisadi çalışmanın kölesi olmaktan kurtaracak adımların geliştirilmesi mümkündür, bu perspektif korunmalıdır. Nesnelleşmiş (birikmiş) emek olarak üretimdeki makineleşmenin “emekçilerin varlığını genişletme, zenginleştirme, geliştirme aracı” haline getirilmesi programlanmalıdır. İnsan ancak bu koşulda kendine ve üretimine yabancılaşmaktan kurtulur, iç parçalanmasını aşar, manevi dünyası zenginleşir, bütüncül ve özgür insan haline gelerek” (age sf; 18) kültürel etkinliklere daha fazla zaman ayırabilir.

Demek ki, 21. Yy.da ana sorun insanı özelde de ücretli emeği iktisadi çalışmanın kölesi olmaktan kurtarmaktır. Teknolojik gelişmeler sayesinde bu mümkündür, hedeflenmelidir.

 V- Partinin Değil Halkın İktidarı!

Neden son yıllarda sosyalizme dair tartışmalarda sıkça partinin değil halkın iktidarı diyoruz? Teorik olarak kimse sosyalizm adına parti iktidarından söz etmemişken böyle bir vurguya niye ihtiyaç duyuluyor? Çünkü fiiliyatta adına ister proletarya diktatörlüğü denilsin, ister vatan cephesi, halk cephesi iktidarları denilsin başlangıç yıllarındaki bu halk iktidarları süreçte hepsi o ülkenin komünist partisi iktidarına dönüştüler. Hatta komünist partisi içerisinde de dar bir kadronun iktidarına yanı Lenin’in iktidar yıllarında kendi partisi için dediği “oligarşik” yönetimine dönüştüler. Diğer konularda olduğu gibi bu konuda da epeyce tartıştık yazdık, yazdım. Burada bir cümle ile özetleyeceğim:

İktidarın parti diktatörlüğüne dönüşmeden halkın iktidarı niteliğini sosyalizm altında koruyup süreçte eriyecek olması, yukarıda ele aldıklarımızdan ve devamında üzerinde duracağımız diğer ana konulardan bağımsız ele alınamaz. Dolaysıyla “partinin değil halkın iktidarını, parti işleyişinde doğrudan demokrasiyi ve kadrolardan öteye yapının demokratik işleyişini, merkezin yukarıdan aşağıya yerelleşmesi yerine, yerelin merkezileşmesini, disiplin içerisinde özgürlük yerine özgürlük içerisinde disiplini ve bunların organik birliği olarak merkezde değil gövdede güçlü örgüt/örgütlenme modelini evrensel ve özgün çizgileri” ile düşünmeliyiz.

Günümüzde sosyalizm meselesi ele alınırken tek komünist partisi dışında diğer tüm partiler yasaklanacak mı yoksa sosyalizm içi demokratik yarış içerisinde başka komünist partilere yaşam hakkı tanınacak mı? Yanıt aranması gereken değir önemli mesele budur.

U konuda ya RSDİP gibi aynı partide birden fazla hizbin veya Bolşevik parti gibi Lenin sağ olduğu sürece birden fazla Marksizm içi farklı ideolojik eğilimlerin varlığına kabul edip parti içi dinamizminin unsurları olarak göreceğiz! Ya da buna partide izin verilmeyecek o zaman da birden fazla komünist partinin varlığına kapı aralanacak veyahut zorla farklı eğilimlerin hem parti içerisinde hem de ayrı parti olarak varlıkları yasaklanacak! Kendi adıma Lenin’in sağlığında Bolşevik parti içerisinde Marksizm içi farklı ideolojik eğilimlerin dinamik varlığı ve mücadelesinin önemine inanırım. Yanı sosyalist inşa sürecinde parti içerisinde birden fazla ideolojik eğilimlerin dinamik varlığı ve mücadelesini, birden fazla komünist partinin varlığına tercih ederim. Bununla birlikte Marksizm içi hiçbir eğilim, farklı yönelimi nedeniyle zorla engellenmemelidir. Marksizm, komünizm içi ayrılıklar zor ve yasak konusu olamazlar!

 VI- Daha Çıplak, Daha Doğrudan Antikapitalizm!

21. yüzyılda yeni bir faşist örgütlenme ya da iktidar saldırısı karşısında antifaşist cepheler,  özgülümüzde çözümlenmemiş ulusal özgürlük talebi nedeniyle geniş ulusal demokratik cephe, kongre benzeri yapılanmaların kendini dayatması gibi özgün durumlar hariç tutulursa, küresel çapta doğrudan antikapitalist mücadele hedefleri belirlenmelidir. 20.yüzyılda olduğu gibi yer yer anti feodal programlar zorunluluğu, dolaysıyla burjuvazi ile geçici ittifaklar gündeme gelmeyecektir. Çünkü kapitalizmin Asya ve Afrika dahil dünya çapında yatay ve dikey olarak gelişmesiyle paralel köylülük bir bütün olmaktan çıkarak kendi içerisinde katmanlara bölünmüştür. Yanı Lenin’in Çarlık Rusya’sı Otokrasisine karşı burjuvaziyi de yedeğine alan genel işçi köylü ittifakı (Şubat Devrimi) istisnalar hariç artık aşılmıştır.

Kapitalist toplum düzeni mülkiyeti biryandan kutsayıp tanrı katına oturturken diğer yandan halkın ezici çoğunluğunu mülksüzleştirdi. Zaten üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin, yani üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkilerin derinleşmesi de buradan gelir. Öyle ki;

“Kapitalist sistemin insanla, insanlıkla büyüyen çelişkilerinin emek-sermaye çelişkisinden beslenerek gelişmesi öyle bir noktaya gelmiş bulunuyor ki anti-kapitalist mücadele, özelde ücretli emek gücünün, genelde ise bir avuç egemenin dışında tüm insanlığın sorunu haline dönüşüyor.”(age sf;16)

Demek ki küresel çapta kapitalizmin doğrudan hedeflenmesi gerekir ki Avrupa’da, Wall Street’te ve Kuzey Afrika’da hedeflenen de sadece vahşi yüzü neo liberal uygulamaları değil kapitalizmin kendisidir. Sıkça belirttiğim gibi ezilenler, özelde de işçi sınıfı bu kez kapitalizm ağacını kökünden sökmek istiyor derken kastettiğim budur. Kısacası21. Yüzyıl, özelde ücretli emeğin genelde halkların kapitalizmle nihai hesaplaşma yüzyılı olacaktır!

 VII- Doğa Ve Çevre İle Barışık Sosyalizm!

21.yüzyıl başında sosyalizmi tartışırken “doğa ve çevreyle daha barışık bir sosyalizm savunusunu geliştirelim” diyoruz. Ne demek bu? Zaten sosyalizm doğası gereği doğa ve çevre ile barışık olmak zorunda değil mi? Teorik, felsefi olarak öyle ama pratik politikada farklı bir realiteyle yüzleştik. Batı kapitalizmi düzeyinde olmasa da sosyalist rejimlerde ekonomik politikalarında doğa ve çevreyi gözetmediler. Sanayileşme ve kalkınmada kapitalist Batıyı yakalamak hatta geçmek hesaplarına dayalı yarışa girmeleri doğa ve çevrenin tahribine yol açtı. Orta Asya’nın yaşam kaynağı olan Aral Gölü’nün başına sosyalist rejim altında gelenler bilinir. Aral Gölü’nün koruması beraberinde Orta Asya’da ciddi bir çevre felaketine yol açtığı az çok herkes bilir. Kısacası reel sosyalizm doğa ve çevre meselesinde de kapitalist sanayi uygarlığıyla köklü kopuşu başaramadı.

Sermaye, teknolojiye dayanarak doğa yasaları karşısında ele geçirdiği üstünlükle doğa ve çevreye düşmanca davranışını beklenmedik doğa felaketlerine rağmen sürdürüyor. Engels yıllar önce uyarmıştı:

“Fakat insanın doğa üzerindeki zaferlerini abartarak kendimizi pohpohlamayalım. Doğa bu türden her zaferin intikamını alır. Doğrudur, her zafer önce beklediğimiz sonuçlar doğurur; ama daha sonraları oldukça farklı, öngörülemeyen etkileri olan ve sıklıkla ilk sonuçları ortadan kaldıran etkiler yaratır. Mezopotamya, Yunanistan, Anadolu ve başka yerlerde tarım arazisi elde etmek için ormanları yok eden halklar, ormanları yok ederken onlarla birlikte bu ülkelerin şimdiki umutsuz halinin temelinde yatan nem toplanma merkezleri ve haznelerini de yok ettiklerini bilmiyorlardı… Dolayısıyla her adımımızda, doğanın dışındaymışız gibi onun üzerinde asla bir fatihin yabancı bir halk üzerindeki hakimiyetini kuramayacağımız -ama etimizle, kanımızla, beynimizle doğaya ait olduğumuz ve onun tam ortasında durduğumuz, onun üzerindeki üstünlüğümüzün aslında sadece onun kurallarını öğrenme ve doğru bir biçimde uygulama becerisi konusunda diğer yaratıklardan daha avantajlı olmamızdan ibaret olduğu- anımsatılıyor bize.” (Aktaran Alex Callinicos, Anti-Kapitalist Manifesto, sy. 49)

 VIII- Tarıma Stratejik Öncelik Veren Sosyalizm!

“Küresel düzeyde tarım, gerek insanlar gerekse hayvanlar için zorunlu ihtiyaçları üreten niteliği nedeniyle yeniden stratejik duruma geliyor, gelecektir. Ayrıca, tarım sadece tarımsal alanda çalışan, yaşamını tarıma bağlı sürdürenler için değil, kentlerde yaşayanlar için de vazgeçilmez öneme sahiptir. Bilgi, teknoloji, bilişim teknolojisi insan ve toplum yaşamında önemlidirler; ama bunlar yenilmez, içilmez. İnsanlar, toplumlar otomobil, cep telefonu, savaş araçları olmadan yaşayabilir ama gıdasız yaşayamaz. Bu nedenle buğday başta olmak üzere buğdaygillerin ve tatlı su kaynaklarının önemi dünya çapında büyüyor.” .” (21. YY’da Özgürlük Ve Sosyalizm Manifestosu, sf; 66)

Yukarıdaki tespit üzerinde köklü düşünerek yönelim belirlememiz gerekiyor. Tarımın küresel çapta stratejik önem kazanmaya başladığının en belirgin kanıtı, Çin, ABD hatta Türkiye dahil  (Türkiye Sudan’da 99 yıllığına 5 milyon dönüm arazi kiralamış!) onlarca devletin Afrika’da büyük çapta tarım toprağı kiralamış olmalarıdır. Yanı ilerleyen teknolojiyi elinde bulunduran Batı teknoloji yenilir, içilir olsaydı Afrika tarımında yeni bir işgal hareketine girişmezlerdi!

Özetle günümüzde sosyalizmi tartışırken tarıma stratejik bakışla meseleleri ele almalıyız.

 IX – Ekonomide Merkezi Ve Yerel Planlamayı Uyumlu Geliştiren Sosyalizm!

Ekonomi siyasetinde tıpkı 20.yüzyıl komünist hareketi gibi piyasaya, “sosyal piyasaya”,  “hayır” diyeceğiz. Piyasayı “sosyal” ön takısı ile esnetme, sempatik hale getirme çabalarına rağmen özünde vahşi piyasa işleyişi ile aynıdır reddedilmelidir.

Ekonomi siyasetinde üzerinde duracağımız ikinci önemli konu merkezi ve yerel planlamanın ilişkisidir ki özgülümüzde daha ince ayar üzerinde çalışılmış bir yönelim gerekiyor.

Üçüncüsü, reel sosyalizmden çıkarılmış derslerle Batı kapitalizmi ile özdeşleşen ilerleme, kalkınma,  merkezileştirme, standartlaştırma gibi uygulamalarla köklü olarak yollarını ayıran bir sosyalist perspektifi bütünlüklü geliştirmeliyiz.

Genelde ise şunları belirtelim: Sosyalist inşanın başlangıç yıllarında merkezi ve yerel planlamanın uyumlu birliğini geliştirirken süreçte yanı sosyalist inşanın derinleşmesine paralel yerel planlamaya ağırlık veren bir politikanın izlenmesinin doğruluğuna inanıyorum. Sosyalist inşa sürecinde Lenin’in belirttiği gibi tepedeki 5 kişinin her şeye karar verdiği bir oligarşi ile ekonomik sosyal alanda yol alınamaz.

Son bir noktayı belirteyim; nüfus artık ağırlıkla kentleşmiştir. Kentlerde çok yaygın çok çeşitli ara tabakalar oluşmuştur ki bunların önemli bir kısmını yoksul kitleler oluşturuyor ve büyük sermaye gruplarının basıncı altında ekonomik, sosyal olarak nefes almakta zorlanıyorlar! Burada karmaşık bir sorun olan kent küçük üreticileri (ara katmanları) ile yüz yüzeyiz. Geniş yoksul kitleleri barındıran ama eğilim olarak zengin olmayı da hayal eden bir ara tabakadan söz ediyoruz. Bugünden ancak şunu söyleyebiliriz: sosyalist inşa sürecinde kentler başta olmak üzere küçük üretimde özel mülkiyetin tasfiyesinde aceleci olunmamalıdır! Diğer sorunlara ilişkin şimdiden bir şey öngörmek yerine hayatın katacağı içeriği önemseyelim.

 X- Modernist Disiplinle yollarını Ayıran Sosyalizm!

Bu konuda daha önce söylediklerimi sizlere özetleyeceğim. “20.yy başından farklı olarak 21.yy başında komünist hareket modernizm sorununda da ciddi ve köklü sorunlarla yüz yüzedir. Bu çok ayrıntılı uzun bir felsefi, ideolojik ve politik tartışma konusu olup, burada ayrıntısına giremeden bazı ön kayıtları düşeceğim.

Birincisi, emek rejiminde komünistlerin alternatifi fordizme karşı postfordizm değil, olamaz. Benzer bir yaklaşımla felsefede de modernizme alternatif post modernizm değil, olamaz. Komünistlerin tarihsel perspektifi ve hedefi ekonomi ya da siyaset egemen toplumun değil, kültür egemen komünist toplumdur. İkincisi, Marksizm-Leninizm, burjuva aydınlanmasının ve modernizminin her alanda derinlikli bir eleştirel sorgulanmasını da içerir ki Marksizm’in bu yönünü derinleştirmeliyiz.

Üçüncüsü; halen kendi ulusal devletini kuramamış olan Kürt halkının ve benzer süreçleri yaşayacak halkların modern politik, ekonomik sosyal kurum ve disiplinden alacağı epeyce şey olduğu yanı yaşayıp aşacağı evreler olacağını bilmemiz gerekiyor.

Dördüncüsü; Moda, modern yani çağdaş, çağa uygun içeriğiyle insanlığın ilk uygarlaşma adımından günümüze değin ileriye doğru atılan her adım ya da hamle insanlığın kültürel havuzuna akıtılmış zenginliktir, sahiplenilmesi gerekir. Fakat 18.yy aydınlanması, kapitalizmin şafağı, ulus devlet ve onun politik kurumlarıyla giderek belirginleşen bir disipline bürünerek şekillenen modernist doku-disiplin-felsefeyle insanlığın sorunu giderek büyüyor.

Beşincisi; Özellikle 20.yy boyunca komünistlerden faşistlere, liberallerden muhafazakârlara, SSCB’den ABD’ye, Çin’den Türkiye’ye, Irak’a, Sosyalist Küba’dan Faşist Şili’ye kadar bütün rejimler ve kurumları modernistti. Enternasyonalisti de milliyetçisi de hatta muhafazakarı da modernistti. Felsefi açıdan bakıldığında fütürist de nihilisti de romantisti de devrimcisi de muhafazakarı da hatta kısmen klasizmi de dahil herkes ama herkes modernizmden beslendi. Uzatmadan belirteyim: Burada yüzleştiğimiz sorun modernizm, bu karmaşık ve hatta karşıt felsefi politik dokusuyla 21.yy’da da insanlığın yükünü taşıyabilir mi? Hayır taşıyamaz, taşıyamıyor da. Taşıyamadığından dolayı eski ve yeninin yamalı bohçası olarak post modernizmi doğuruyor; taşıyamadığından dolayı modernizm devinimini kaybediyor; taşıyamadığından ve kültür egemen komünist topluma geçemediğinden SSCB ve diğer sosyalist rejimler dönüp dolaşıp Batı modernizminin ve kalkınmacı siyasetinin ufkuyla sınırlandılar ve giderek yıkıldılar.

Kısacası, 20. yüzyıl komünist hareketi modernizmi eleştirel sorgulayarak aşmak istedi ama aşamadı. 21.yüzyılda sosyalizm bu açıdan da reel sosyalizm pratiğiyle yollarını ayırmalıdır!

 XI- A Ya da B Merkezli Enternasyonalizmi Reddeden Sosyalizm!

Bu meseleyi epeyce tartıştık ve önemli sonuçlara vardık uzatmadan bizim Manifesto’dan yine uzun bir alıntıyı aktarayım:

“21.yy başında x ya da y komünist partisi merkezli komünist enternasyonal kurulamaz, kurulsa dahi geçmiş III. Enternasyonal’in karikatürü bile olamayacaktır. Günümüz komünist partileri fikren yani ideolojik-teorik olarak dünyasal/evrensel, fakat politik kalkış noktası olarak yerel-ülkesel-bölgesel zeminlerde yeniden kurulmalı. Böylece x, y partisinin ya da x, y   komünist hareketin oluşturacağı merkezin etrafında şekillenen onun sadece birer alt seksiyonu olan partilerden oluşan enternasyonal yerine, herkesin merkeze akış sağladığı ve merkezin organik bir parçası olarak davranacağı yeni bir Dünya Komünist Partisi hedeflenmeli.

Sonuç olarak; I. II. ve III. Enternasyonalleri, üzerinde şekillenip büyüdükleri ideolojik, siyasal, kültürel ve ekonomik ilişkiler toplamındaki iklimi anlıyoruz ama değişen koşullarda yeniden ve aynen tekrarlanamayacaklarına da inanıyoruz.” (age sf;37)

Günümüzde dünya komünist hareketinin bir parçası olarak hepimiz yeni bir enternasyonalin yaratılması için mücadele etmeliyiz. Bu yönde var olan çabaları ortaklaştıralım, özellikle her komünist partiyi bulunduğu yerel coğrafyada somut pratik adımlar geliştirerek Dünya Komünist Partisi’ne kendi rengini taşımak için mücadele etmelidir.  Bu alanda da 20. yy zengin birikimini irdeleyelim, kavrayalım ama kendimiz olalım diyoruz!

 XII- Dini İnanca Yeni Yaklaşım Gerekir!

“Din de bütün bilinç biçimleri gibi maddi dünyanın insan bilincindeki yansıması” ise, ‘öteki dünya’ bu dünyanın (maddi dünyanın) bir yansımasının ürünü olduğundan, maddi dünyadaki değişen ekonomik, sosyal, kültürel koşullara paralel din/dinler de açık ya da örtük olarak değişime” uğruyorlarsa ve din, “Sınıflı toplumlarda ağır yaşam koşulları altında çaresizleşen, yalnızlaşan bireyin güvenli liman olarak görüp kavradığı göğe (tanrıya) sığınması” ise;

Öncelikle dini inanç üzerindeki her türlü ekonomik ve siyasal baskıyı dahası koşullandırmayı kaldırmayı hedeflemeliyiz. İnanç, maddi ve siyasi girdilerden özgürleştirilerek özgür birey ile sema arasındaki ilişkiye bürünsün.

Dini inancı kendisi ile tanrı arasındaki ilişkiyle sınırlı tutan başkasının üzerinde sömürü ya da egemenlik aracı olarak kullanmayan bir yaklaşımı geliştirmeliyiz. Biz komünistlerin hedefi, bireyi yalnızlığa iten, çaresizleştiren ekonomik, siyasal kuşatmayı kaldırmak olmalıdır. Daha özgün olarak hedefimiz, dini inanca sahip geniş halk yığınlarını, şoven rejime ve sömürü düzenine karşı talep ve hedeflerinin dinamik öznesi haline getirebilmek olmalıdır.

Günümüz Dünya komünist hareketi yarın kendi iktidarında,  20. Yüzyıl deneyiminden çıkarılan derslerle küremizde yaşayan 7 milyar insanı (ki bunun bir buçuk milyara yakını hali hazırda ateist diğerleri semavi veya yerel ama belli bir inanca sahip) siyasal veya ekonomik zor araçlarıyla ateist yapmaya kalkarsa olmaz. Birincisi bu doğru değil. Çünkü böyle bir yönelim bir başka açıdan bizi modernist tek tipleştirmeye götürür! İkincisi, dünyada bugün yaşayan ve farklı dini inançlara sahip olan herkesi ateist yapamayacağımızı da bilelim.

*Not: Özgürlük ve Sosyalizm Partisi İstanbul İl örgütü tarafından 10- 02 2013 tarihinde düzenlenen “Sosyalizm Seminerleri” dizisinin ikincisinde Sinan Çiftyürek’in konuşma notlarından derlenmiştir.



Aralık 2024
PSÇPCCP
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
3031 

Daha Fazla Makale Haberler