Bizimle iletişime geçin

Makale

Tuncay Özdemir yazdı | İki Cihan Aresinde Bir Melez: Fuat Chausson

Beşir Fuat’a bu yakıştırmayı yapan, aynı zamanda onun kitaplarının da yayıncısı olan Mösyö Arakel. Fuat onun sayesinde babası hakkındaki gerçekleri öğreniyor ve böylece huzur bırakmayan düşler gerçek yaşama inerek kara kabuslara dönüşüyor.

Yazan Tuncay Özdemir / tuncayozdemir1977@gmail.com

Türkçe edebiyatta sıkça karşılaştığımız, en çok Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk’un eserlerinde karşımıza çıkan Doğu-Batı meselesinin bu defa Murat Gülsoy’un 2014 yılında Can Yayınları etiketiyle çıkan ve aynı yıl Sedat Simavi Edebiyat Ödülüne layık görülen “Gölgeler ve Hayaller Şehrinde” isimli romanıyla, Fuat isimli melez bir gencin yaşadığı kimlik karmaşası etrafında, müthiş bir özgünlükle işlendiğine tanık oluyoruz.

Söz konusu çalışmanın ilk elden ifade edilmesi gereken en önemli özelliği Post-Modern edebiyatın -ki burada adını anmadan geçemeyeceğim “Gölgesizler/ Hasan Ali Toptaş” ve “Kara Kitap/ Orhan Pamuk” örneğinde muazzam bir yapıda öğelerine tanık olduğumuz – üstkurmaca, metinlerarasılık, tarih ve sembol unsurlarının kullanıldığı bir tarihi roman olarak tarihsel olayları fon edinmekteki başarısıdır.

‘‘Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’’ aslında bir dizi mektuptan oluşuyor. 1968 yılında bir avukat, Sahaflar Çarşısı’nda deri ciltli bir defter bulur. Bu deftere yazılanlar, 2. Meşrutiyet’in ilan edildiği günlerde Fransa’da yayın yapan L’Illustration Dergisi’nin muhabiri olarak gelişmeleri haberleştirmek üzere Marsilya’dan kalkan bir gemi ile İstanbul’a hareket eden genç gazeteci Franck (Fuat) Chausson’un Paris’teki arkadaşı Alex’e yazdığı mektuplardan ibaret. Genç avukatımız bu metinleri Türkçe’ye çevirmeye karar verir ve beş yılın sonunda tercümesini bitirir ancak 1979’da yazıhanesine giren bir hırsızın defteri çalmasıyla avukat daktiloya geçtiği çevirisini bir yayın evine göndermeye karar verir ve böylece ‘’Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’’ romanı hayat bulur.

Mektupların ilki, patronu Mösyö Girard’ın emri ile Osmanlı İmparatorluğu’nda ilan edilen Hürriyet’i takip etmeye görevli olan Fuat’ın gemi seyahati sırasında Sabahattin Bey (Prens Sabahattin) ve sonraları ölümsüz aşkı olarak anısını yanından hiç ayırmayacağı Messina’lı Isabelle ile karşılaşmasıyla başlamaktadır

İki cihan aresinde

İki cihan aresinde diyorum, çünkü; Fuat, Paris ve İstanbul arasında yani Fransızlık ile barbarlık arasında, Isabelle ile Evelyn arasında yani iki aşk arasında, sevgili annesinin barbar bir Türk’ün metresi olmayı kabul etmiş olmasını kabul etmekle etmemek, babasının hayatına son vermesindeki nedeni kabul etmek ile reddetmek arasında… ve son olarak delilik ile ‘’deliliğin soğuk kanlı hali’’ arasında kalmış naçar bir ruh, kor bir yürek olarak karşımıza çıkıyor.

Romanımızın baş kahramanı Fuat, doğduğu ve 9 yaşına kadar annesi, Fransız bir tiyatro oyuncusu olan Mary, ablası Feride ve dadısı müslüman bir kadın olan Halide ile yaşadığı Kuzguncuk’tan ayrılalı uzun yıllar geçmiştir. Varlıklı bir Türk olan babası henüz Fuat dünyaya gelmeden hayatını kaybetmiş olduğu için Fuat’ı Paris yıllarında üvey babası Victor büyütmüş ve onu tam bir fransız olarak yetiştirmiş ona Franck kimliğini vermiştir. Ne var ki Fuat damarlarında dolaşan ‘’barbar’’ kanının farkındadır ve ne tam anlamıyla Fransız ne de Türk olamamanın ona hissettirdiği ‘’köksüzlük’’ duygusuyla boğuşmaktadır.

Anlatı fonu olarak 2. Meşrutiyet ve İstanbul

Sokaklarında ‘Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet’ sloganlarının yükseldiği Dersaadet’in çalkantılı politik atmosferini fon edinen‘’Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’’ romanının politik ardalanında İttihat ve Terakki Partisi, Prens Sabahattin ve elbette Abdülhamit gibi önemli figürler yer alıyor. Hikayenin başlangıç sekanslarından birinde, Marsilya’dan İstanbul’a yol aldıkları geminin güvertesinde Prens Sabahattin’in Fuat ile paylaştığı görüşleri romanın politik arka planına yapılan girizgah olması açısından önemli bir rol oynuyor. Keza romanda Abdülhamit ve istibdat döneminden sırası geldikçe bahsediliyor. Ek olarak; olan biteni izlemek için İstanbul’a gelmiş ve sonradan Fuat’a yarenlik edecek macereperest İngiliz Charles ve kadın arkadaşları Margaret ve Evelyn’in, keza Fuat’ın ‘’kurbağa’’ diyerek nitelediği fotoğrafçı arkadaşı Marcel’in de politik anlatıya katkıları elbette var ancak yine de bu romana bir politik roman denebilir mi, hayır! Bu roman ne Ahmet Ümit’in ‘’Elveda Güzel Vatanım’’ı gibi politik bir roman, ne de son yıllarda popüler olan türde, Zülfü Livaneli’nin kaleme aldığı ‘’Kaplanın Sırtında’’gibi bir Abdülhamit romanı. Bu romana, ben dönemin İstanbul’unun resmini çok iyi betimlediği, İstanbul’un müslümanlar tarafından elde edilmesine ve yine İstanbul’un gayrimüslim tarihine dair çok lezzetli mitik hikayeler sunduğu için gönül rahatlığıyla bir “İstanbul Romanı” diyeceğim. Şeytan akıntısı, tavadan fırlayan balık, Fatih’in kanlı elini sürdüğü sütun, Boğaz’ın altında kayıklarla seyahat edilen yer altı şehri, eski hipodrom meydanında yer alan bir gün hristiyanları kurtaracağı kabul edilen kutsal melek heykeli, bu hikayelerden bazıları. Ama tüm bunların ötesinde babasızlığın ve annesinin acılı yaşamının sonunda hayata erken veda edişinin sızısını kalbinin en derinliklerinde hisseden, gördüğü rüyalar ile geçmişin kapılarını aralayan, Paris’teki hasta dostu Alex ile kurduğu güçlü bağdan destek alan, yeni tanıştığı ancak aklından hiç çıkaramadığı Isabelle’e duyduğu aşkla Fuat’ın bu romanın merkezinde durduğu muhakkak. Kesin bir dille söylemek gerekirse bu roman Fuat Chausson’un romanı.

Anlatının nirengi noktaları; melezlik, rüyalar, aşk, delilik ve intihar

Fuat’ın Kuzguncuk’ta geçen çocukluğu anlatıda önemli bir yer tutuyor. Fuat’ın sokak arkadaşları Niko ve Hasan, üzerinden yemek kokusu eksik olmayan Halide ve onları Marsilya limanına hareket eden bir gemiye alelacele bindirerek Türklerin gayrimüslimlere karşı ayaklanmasından zarar görmeden kaçmalarını sağlayan ‘’gizemli’’ Bedros… Kuzguncuk’ta yaşadıkları klasik rum evi ve onun sonradan taş ve toprakla dolacak kuyusu. Fuat’ın çocukluğuna dair zihninde kalmış bu hatıralar- imgeler dönemin İstanbul’una dair sosyal ve politik bir resim sunarken aynı anda onun sonradan İstanbul’a gelişinde gördüğü rüyalar vasıtasıyla ruhsal depresyonunu tetikleyen birer unsur olacaklar.

Fuat’ın Paris’te bir sanatoryumda tedavi gören kadim dostu Alex’le olan mektuplaşmasında izlediğimiz derin duyarlılık gerçekten etkileyici. Roman boyunca Fuat’ın Alex’e yazdığı samimi sözleri okurken böylesi yakın bir dostluğun günümüzde mümkün olmadığı, romandaki gibi, ancak geçtiğimiz yüzyılda hakikat payı taşıyabileceğini düşünüyorum.

Peki ya aşk? Fuat yaşamı boyunca yasak bir aşkın meyvesi olduğunun farkında ancak buna rağmen aşka karşı tutkulu. Gemide tanıştığı ve sadece bir kaç gün birlikte geçirdiği Isabelle’e olan tutkusu bunun ispatı niteliğinde. Bakmayın bazı mektuplarında Evelyn ile ilgili yaşadığını söylediği kafa karışıklığına, her şeye rağmen gerçek gönül bağının Isabelle ile olduğunu düşünmemiz için çok fazla neden var.

Charles ve Marcel ile yakın dostluğu, onlarla İstanbul’u sokak sokak gezerek hikaye avcılığına çıkması, tüm bu arayış sırasında sanattan siyasete pek çok konuda ettikleri sohbetler bize İstanbul’a ve dönemin sosyal ve politik atmosferine dair genç batılıların nasıl bir bakış açısına sahip oldukları, Hürriyet rejimi ve Abdülhamit hakkında neler düşündükleri gibi konularda bilgiler vererek romandaki anlatı fonunu tamamlayan bir özellik gösteriyor.

Anlatının nirengi noktalarından bir diğeri de kuşkusuz delilik ve intihar meselesi. Delilik ve intihar, bilhassa “intihar” konusu dünya edebiyatının en çok işlediği konulardan birisi, deyim yerindeyse zengin bir pınardır. Yeri gelmişken edebiyatta intihar meselesine ilgi duyanların Notos Edebiyat Dergisinin 37. sayısına göz atmasını muhakkak tavsiye ederim. Konumuza dönelim; Fuat, İstanbul’dan zamansız ayrılışlarının ve devamında yaşadığı köksüzlük duygusuyla iki dünyayı da içinde yaşıyor olmanın getirdiği bulanık ruh halinin getirisi olarak ve elbette İstanbul’a dönmüş olmasının tetiklemesiyle gördüğü rüyalar yüzünden zaten deliliğin sınırlarına doğru itiliyorken Isabelle Fransa’ya dönmek istediğinde onu durdurduğu için duyduğu ağır vicdan azabı, Alex’i yitirişi ve üstüne büyük annesinin deliliğini öğrendikten sonra kendisinin de delireceği korkusuyla ciddi bir sarsılma yaşıyor. Deyim yerindeyse bütün herşey Fuat’ın aklını yitirmesi için sıraya girmişçesine üzerine geliyor. Delilik temasının işlendiği bölümlerde delilik, paranoya ve bunun önemli sonuçlarından olan intihara dair Emile Durkheim’in İntihar adlı yapıtı, Abdülaziz’in intiharı olayı ve elbette en önemlisi Beşir Fuat’ın intiharı çok başarılı şekilde konu ediliyor. Yanı sıra Sultan Murat’ın deliliği, Abdülhamit’in halk arasında ‘burun’ kelimesini dahi yasaklatmaya varan paranoyası ve benzeri.

Beşir Fuat, bir bilim mistiği

Beşir Fuat’a bu yakıştırmayı yapan, aynı zamanda onun kitaplarının da yayıncısı olan Mösyö Arakel. Fuat onun sayesinde babası hakkındaki gerçekleri öğreniyor ve böylece huzur bırakmayan düşler gerçek yaşama inerek kara kabuslara dönüşüyor.

Bu arada, Beşir Fuat fiktif bir karakter değil. Yaşamış ve ölmüş, yaşadığı sürede değil ama ölüm şekli ile çok konuşulmuş asker kökenli bir Osmanlı münevveri. Fransızcadan yaptığı Voltaire ve Hugo çevirilerinin yanında bu ve başka önemli düşünürlerin görüşleri hakkında yazdıkları ile Osmanlı düşün dünyasında izler bırakmış katı bir pozitivist, bir din düşmanı, yakın arkadaşı ve yayımcısı olan Mösyö Arakel’in deyimi ile bir bilim mistiği! Yıllar önce Beşir Fuat’ın hikayesini okuduğumda çok şaşırmıştım, böyle özgün bir kişiliğin Osmanlı coğrafyasında yaşamış olması ilginç gelmişti. Doğru, “Hasta Adam”ın ölüm döşeğinde olduğu o uzun yıllarda Osmanlı düşünce hayatı hiç de çorak değildi. Özellikle Jön Türklerin Fransa’dan ithal ettiği aydınlanmacı görüşler sayesinde Osmanlı topraklarında felsefi ve siyasi modernizm rüzgarları esiyor, politika ve sanat baş döndürücü şekilde gündelik hayattaki yerini çoğaltıyordu ancak yine de intiharını adeta bilimsel bir deney olarak düşünerek bilincini yitirdiği ana kadar yaşadığı fiziksel değişmeyi an be an kaleme alan, naaşını tıp öğrencileri istifade etsin diye tıbbıyeye bağışlayan (bu isteği yerine gelmemiştir) materyalist bir çılgın, bırakın Osmanlı’yı Avrupa için bile dikkate şayan olurdu.

Kısacası bu coğrafyanın kuşkusuz sürdüğü hayat ve bilhassa ölümü ile gördüğü en ilginç karakterlerden biri olan Beşir Fuat’ın ölmeden önce dönemin yine önemli figürlerinden Ahmet Mithat’a gönderdiği mektuptan cımbızladığı bir bilgiden yola çıkarak kusursuz bir roman evreni kurmak herhalde ancak Murat Gülsoy gibi öykü anlatıcılığının zirvelerinde dolaşan bir yazarın maharetine tabî olabilirdi.

Yazımızı Beşir Fuat’ın son anlarında kaleme aldığı cümlelerle sonlandıralım;

“Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. ”Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım.” diyerek geriye savdım. Bereket versin, içeri girmedi. Bundan tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı…”



Eylül 2024
PSÇPCCP
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30 

Daha Fazla Makale Haberler