Sokak ortasında vuruldu. Cenazesi 7 gün vurulduğu yerde bekletildi. 11 çocuk annesiydi, vücudunda tespit edilen kurşun sayısı ise 10. Katledildiğinde 57 yaşındaydı. Taybet İnan ya da andığımız adıyla Taybet Ana… Katledilişinin üzerinden 4 yıl geçti.
Reyhan Hacıoğlu, Taybet Ana’yı, yaşanan diğer ölümleri, kısaca o günleri bir gazeteci “tanıklığıyla” anlatıyor.
Tanıklığımdır. Hüzünlü bir hikâyedir bu, yaşayanın eskisi gibi kalamadığı, dinleyenin içini yaktığı, duyanın inanamadığı…
5 yıl önce annemi kaybettim ben. Adı Taybet İnan’dı. Siz onu “Taybet Ana” diye tanıdınız tabi.
Annem, Taybet İnan, hani 11 çocuk annesi, 57 yaşında sokak ortasında vurulan ve 7 gün, tamı tamına 7 gün cenazesi sokak ortasında kalan ve yanına yaklaşamadığımız kadın var ya hani.
Onun 150 metre ilerde, bizim yanı başında öldüğümüz ve bir daha hiçbir şeyin ondan öncesi gibi olmadığı zamanlardan bahsedeceğim…
Evet, hepiniz beni “Taybet İnan’ın oğlu” diye bildi. Sorun mu, elbet değil. Çünkü acıyı iliklerime kadar hissetmiş ve geçirmiş olacağım ki okuyanın “Ancak oğlu olabilir” dediği duygular artık herkese geçmiş ve herkes onu görmüş, duymuştu…
Kürt basınında yeniydim, önce Suruç’u yaşamış ardından ise bitmeyen ölümleri görmüştüm. Aklım, inandığım dünyanın elbette kolay kazanılmayacağını bildiği için “savaşı kabul” etmişti bir yere kadar. Savaşlar olur ve ne yazık ki insanlar ölürdü. Zira devrim böyle bir şeydi. Zorbalar sizden aldıklarını kolay vermek istemezdi hiçbir zaman.
Lakin tanık olduklarımız hayli zorlayıcıydı. Ve işte ben ve sanırım binlercesi o günlerde çok şey bıraktık geride… Ve artık hiçbir şey eskisi gibi olamıyor.
O günlerde cenazeler yerlerde sürükleniyor, bedenler teşhir ediliyor, diri diri yakılıyordu insanlar ve kalanlar torbalara konuluyordu. Şanstı(!) kendi torbandan cenazenin çıkması. Zira başka bir cenaze çıkabiliyor ya da ikiye bölünmüş oğlunun yarısı Antep, yarısı Mardin’de olabiliyordu. Ya da kızın diye aldığın cenaze oğlunun çıkabiliyordu…
Evler reyting için bombalanıyor, eşyalar yağmalanıp satılıyordu. Cenazeler “uygun bir şekilde kesilip” yüzleri tanınmaz olabiliyor ya da gözleri oyulabiliyordu. Hatta ve hatta ağaca asılan cenazeler -ki ölmüş olsun diledim- pürümüzle yakılabiliyordu…
Anneler çocuklarının cenazeleri kokmasın diye dondurucuya koyuyor, 3 aylık bebekler kurşunlanıyordu…
Açlığın adını anmak lüks, su ise imkânsızdı. Sokakta ölenlerin üstüne kar yağıyordu. Kürdistan’a kış gelmiş, kar altında can’ım kalmış oluyordu…
Anneler ellerini sürdükleri yanık bodrumlarda çocuklarının izini arıyor, bir doktor bir çocuk çenesi buluyordu küllerin arasında. Dicle’den ise molozların arasında insan kemiği akıyordu…
23 No’lu bodrum toplu mezar oluyor, Şırnak yerle bir ediliyor, Sur bombalanıyordu…
Nereden tutsan kanıyor, nereden baksan dayanamıyordun. Herkes kendi acısıyla sınanıyordu. Acısı olan acısı olanı tez buluyordu da, kimse kimseye bakamıyordu.
“Hacı arkadaşımızdı, öldüğünde ağlamak istemiştik ama öyle bir sessizlik vardı ki. Kuzenimi çağırıyor, parka gidip sessizce ağlıyorduk” diyordu biri. Kast ettiği Hacı Lokman Birlik’ti, hani cenazesi sokaklarda sürüklenen.
“Başında öyle ağladım ki, bir anne geldi, kaldırdı, ‘Ağlama, başımız diktir’ dedi. Meğer Murat’ın annesiymiş” diyordu tanık bir gazeteci, ölen gencin başında ağlamasını anlattığında.
İstisnasız kendine insan diyen herkes kanıyordu bir yerlerinden. Kimi 3 aylık Miray bebeğe, kimi Cemile’ye, kimi 35 günlük Muhammed bebeğe, kimi kapısında vurula Selamet’e, kimi Taybet Ana’ya, kimi oğlunu göremeyen Orhan Tunç’a ya da sofrasına bomba düşen Amedli aileye…
Biz Kürt basıncıları ise tanık olmanın “sanıklığını” yaşayacaktık sonradan ama olsun, tarihe not düşüyorduk…
Tahir Elçi katledildiği gün misal… Önce haber geldi. Bir arkadaş sosyal medyadan görmüş. “Yok ya” sesleri yükseldi herkesten. Sonra sesi kısık TV’de alt yazı geçti. Tabi inanamadık yine, sonra şimdi tutuklu olan gazeteci Sadık Topaloğlu fotoğrafı gösterdi. Uzanmıştı Diyarbakır ortasına ve kanıyordu yarası Kürtlerin… Sonra bir sessizlik, ama ne sessizlik, ben ölüm deyim sen “kader” de. Kimse konuşamadı, konuşmadı.
Sonra bir arkadaş -ki “ölümlere alışık” yaşı itibariyle- “hadi bir toplanalım da yeni bir planlama yapalım” dedi. Sonra, bir masası vardı Özgür Gündem’in o vakit, henüz basılmamış, masa ve TV parçalanmamıştı, masa etrafında toplandık. Ama ne toplanma… Kimse kimsenin yüzüne bakamıyor. Herkes ağlıyor, kimi içine, kimi kimse görmesin diye başını çevirip… Sadık’la göz göze geliyoruz, gözlüğünü düzeltiyor, gözlerini hemen kaçırıp… Çok da söze gerek yok tabi. Arkadaş yapıyor planlamayı: “Haberi göbeğe çekiyoruz, görüş düşer, takip ettiği dosyalar, tepkiler…”
O sayfa bunu alsın, bu sayfa onu alsın diye, ama herkes kendi kaderine yol almıştı çoktan. Misal benim için, ailemden de kayıplar olan Digor Katliamı’nın avukatıydı. Gerçi fark etmiyordu. Faili belli bir cinayet işleniyordu, yine ve yeniden…
Sonra Sur, sonra Cizre, sonra Şırnak; yasaklar, yıkımlar, ölümler; ve arada resimlerden eksilen lise arkadaşları, kuzenler, çocukluk arkadaşları, kardeşler, ablalar, ağabeyler.
Bir arkadaş gece nöbetinde arkadaşının ölüm haberini yapıyor, diğer arkadaş sayfasında ölen arkadaşının en güzel resmini yerleştiriyordu.
“Geçmiyordu” ama “alışıyorduk” zamanla kayıplara… Artık okuduğumuz tarih, bizdik ve biz birer tanığa dönüşüyorduk gün geçtikçe. Kürt basını haberleri yaşıyordu nihayetinde. Ve o günlerde işte ben bu acıyı iliklerime kadar yaşadım. Hayli zamandır, hayatlarını verdiğimiz “kayıpların” çoktan arkadaşı olmuştum. Anlatılan benim hikâyemdi. Kimi üniversite öğrencisi kimi anne kimi babaydı ama istinasız hepsi özgür bir dünya isteyendi…
19 Aralık’ta düşen “annem” böylece her gün işliyordu içime; orada yatan tarih, orada yatan bendim. “Kuşkusuz herkes acıyı yaşadı lakin benim ciğerim gitti” diyor ya şair ya da ona benzer bir şeydi. İşte öyle yaşadım/yaşadık o günleri. Ve hala yaşıyoruz.
Misal geçen hafta Emine Aslan Aydoğan diye bir anne öldü. Cezaevinde üstelik ve üstelik 64 yaşında ve üstelik yine bir kış vakti. Ailesi başvurmuştu üstelik “Hastadır, bırakılsın” diye ama… 10 günde 4 defa ameliyat olmuş. Bilirim zordur cezaevinde doktor, revir, hastane. Götürmezler, götürdüklerinde ise “her şey olacağına varmıştır.”
Ve ben… “Onu da mı yaşadın” diyeceksiniz, hem de ne fena ne fena. Bilirim cezaevini. Orda kışlar çok soğuk, doktor ise anca “ölünce”! Bir hasta tutsakla kaldım, Fatma Tokmak, bilen bilir, bilmeyen de bir öğrensin lütfen. Revire, sadece revire çıkmak için 7 defa o kapıyı çaldı da kapı ona açılmadı! Kalp hastasıydı ve 3 gün kullanması gereken ilaçtan sonra hemen doktora çıkmalıydı, lakin takvimin azizliği olsa gerek(!) hemşire Perşembe vermiş, Pazartesi ancak doktora çıkacak demiş gardiyan, diğer ilaçları ise yoktu Tokmak’ın. Bir çare bulmalıydı, zira araya hafta sonu girmesi ve ilaçlarının olmaması ölmesi demekti. Güçlü kadındır, öyle eğilip bükülmez, meramını anlatır lakin sözünü de sakınmaz. Üşenmedi 7 defa, tamı tamına 7 defa çaldı o kapıyı. “Sağlık hakkımı gasp ediyorsunuz” dedi. Lakin gelmedi kimse… Velhasıl sonraki gün tabi ki buna göz yumulamazdı, 7 defa gelmiyorsa o kapı kırılsa da bir çare bulunacaktı. Böylece bir şekilde çözüm bulundu.
19 Aralık’ta düşen “annem” böylece her gün işliyordu içime; orada yatan tarih, orada yatan bendim. “Kuşkusuz herkes acıyı yaşadı lakin benim ciğerim gitti” diyor ya şair ya da ona benzer bir şeydi. İşte öyle yaşadım/yaşadık o günleri. Ve hala yaşıyoruz.
Misal geçen hafta Emine Aslan Aydoğan diye bir anne öldü. Cezaevinde üstelik ve üstelik 64 yaşında ve üstelik yine bir kış vakti. Ailesi başvurmuştu üstelik “Hastadır, bırakılsın” diye ama… 10 günde 4 defa ameliyat olmuş. Bilirim zordur cezaevinde doktor, revir, hastane. Götürmezler, götürdüklerinde ise “her şey olacağına varmıştır.”
Ve ben… “Onu da mı yaşadın” diyeceksiniz, hem de ne fena ne fena. Bilirim cezaevini. Orda kışlar çok soğuk, doktor ise anca “ölünce”! Bir hasta tutsakla kaldım, Fatma Tokmak, bilen bilir, bilmeyen de bir öğrensin lütfen. Revire, sadece revire çıkmak için 7 defa o kapıyı çaldı da kapı ona açılmadı! Kalp hastasıydı ve 3 gün kullanması gereken ilaçtan sonra hemen doktora çıkmalıydı, lakin takvimin azizliği olsa gerek(!) hemşire Perşembe vermiş, Pazartesi ancak doktora çıkacak demiş gardiyan, diğer ilaçları ise yoktu Tokmak’ın. Bir çare bulmalıydı, zira araya hafta sonu girmesi ve ilaçlarının olmaması ölmesi demekti. Güçlü kadındır, öyle eğilip bükülmez, meramını anlatır lakin sözünü de sakınmaz. Üşenmedi 7 defa, tamı tamına 7 defa çaldı o kapıyı. “Sağlık hakkımı gasp ediyorsunuz” dedi. Lakin gelmedi kimse… Velhasıl sonraki gün tabi ki buna göz yumulamazdı, 7 defa gelmiyorsa o kapı kırılsa da bir çare bulunacaktı. Böylece bir şekilde çözüm bulundu.
İşte ben, bunu gören biri olarak ya da tanık olan herkes gibi, cezaevinde elleri kelepçede ölmek ne demektir bilir, bilmeyen de bunca acıya tanık olmaktan hissediyordur artık. Çok düşündüm ne hisseti, en son çocuklarını ne zaman gördü, ne zaman sarıldı, ne zaman kokladı çocuklarını, ne zaman çıkacaktı, çıktığında ne yapacaktı, canı ne istedi (cezaevinde öyle her şey yoktur!), son sözleri ne oldu ve öldüğünde yani artık bittiğini anladığında ne, en son ne geçti gözlerinden.
Ağır geliyor düşünmek lakin olmuyor, olmuyor işte düşünmeden de. Taybet Ana, gözlerinin önünde öldü çocuklarının, Emine ana ise uzakta, çocuklarının sesini bile duyamadan. Elleri kelepçeli üstelik ve üstelik imam da vermediler ve üstelik cenaze arabasını bile çok gördüler. Bir kamyonla getirdiler kapıya. Bir vedayı çok görenler, bir helallik almayı da çok görmüşlerdi. Herkes yaşar yasını muhakkak ama kimi yaslar bitmiyor.
Nedim (Türfent), hani bir video çıkarttı ya, yani haberini yaptı diye şimdi tutuklu bir Kürt gazeteci ya, o videoda asker diyordu ya, “Bu devlet ne yaptı lan size?” Ve şimdi mevsim kışa geçerken, cezaevleri insanlarla doluyken, kentler yasak ve abluka altındayken, anneler ölüme terk ediliyorken, insan diyor: Kardeş, daha ne yapmadı ki…
Yazdıklarım tanıklıklarımdır. İnsan bazen hissettiklerini dile getirirken, “Acaba” diyor, “Acaba çok mu duygu yüklü, çok mu gözyaşı!” Ama diyorsun ki, bunlar yaşandı ve ne yazık ki yaşanıyor.
Yeni bir yıla girerken, herkes özgür olsun ama en çok da Kürtler olmasın mı? Çok bedel vermediler mi bunun için. Cezaevleri yıkılsın misal, oyun parkları olsun ve şeker de yiyebilsin güzel coğrafyanın aç çocukları…
Ve yine bitirmeden bir şey, öyle bir şey güç verdi ki bana ve binlercesine, bilinsin isterim: Hani her şey bitti dediler ya, işte Cizre’de o yıkıntıların, o ölümlerin arasında 21 Mart 2016’da yıkık bir binada Newroz ateşinin dumanı yükseldi.
Evet, “acısı derin bedeli ağır” bir süreç yaşandı lakin “Biz buradayız” diyordu Kürt halkı belki de…
Kaynak/ Gazete Karınca–Reyhan Hacıoğlu