Bizimle iletişime geçin

Anı-Anlatı

Siyaset ve Edebiyat- 4

Cezaevinde uzun süreli bir direnme kültürü kurmak zorundaydım. Peki bunu nasıl kuracaktım? Siyasetle mi, edebiyatla mı? Hangisiyle? İçimdeki ses, her ikisiyle ama edebiyat ağırlıklı diyordu.

70 günlük sorgulama sona ermişti. Bayar- Menderes ikilisinin muhaliflerini koymak için yaptırdıkları ama muhaliflerinin değil, kendilerinin  konulduğu Harbiye Hücreleri’ndeydim. Yani avcının kendi kapanına kapıldığı yerde. Karyola, “buraya ben sığmıyorum, sen nasıl sığacaksın,”dercesine karşıladı beni. Koca bir binanın içinde, birbirlerine bitişik bir biçimde çile çeken hücrelerdi bunlar. Herbirini tavanında demir bir ızgara vardı. Oradan hücre içini bir asker, kuş bakışı gözetliyordu.

Karyolanın itirazına aldırmadım. Beş yıldızlı bir otele alınmış gibiydim. Zamanı, varlığıma yapışmış bir katran gibi hissetmiyordum artık. Asmalar, elektrikler, falakalar, coplu tecavüzler, tuzlu su içirmeler, yüze işemeler, akla hayale gelmedik onur kırıcı davranışlar ve diğer odalardan gelen çığlıklar geride kalmıştı. Kendi iç çatışmalarımla, şişkin dilim, tıkalı burnum, beyin uğultum, baş, kalp ve anüs ağrılarımla beraberdim. Kendimi boşlukta, çatlamış bir duygu küpü gibi hissediyordum. Yaprakları ve çiçekleri dibine dökülmüş, gül ağaçları beliriyordu hayalimde. Yarılmış, erozyona uğramış, kalıntılarıma tutunmuş gibiydim. İçine konulduğum zamandan ve mekandan pek emin değildim. Dağlarda çubuğuyla tek başına gezinen şair ruhlu adam gitmiş, onun yerine sürekli kaçan ve yakalanan, ölen ve dirilen, direnen ve yenilen bir adam gelip yerleşmişti içime.

Ne ki, yazma ve yaratma arzum gücünü koruyordu. Konular, metinler, imgeler, metaforlar ve kitaplardan oluşan bir hayal dünyası içinde ancak soluk alabileceğimi düşünüyordum. Koca bir romanın kayışını, tek bir sözcüğüne sımsıkı sarılarak durduran bir yazar gelip yerleşmişti içime. Eğer asılmasam, cezaevinde uzun süreli bir direnme kültürü kurmak zorundaydım. Peki bunu nasıl kuracaktım? Siyasetle mi, edebiyatla mı? Hangisiyle? İçimdeki ses her ikisiyle ama edebiyat ağırlıklı diyordu. Şu an bir şey yapamazdım. Hücrem çıplaktı; kitabın, kalem ve kağıdın ne olduğunu bilmiyordu.

Hücremde, karyolayı saymazsak, iki kişiydik. Tepemdeki ızgaradan bakan asker ve ızgaranın altında olan ben. Karyolama sırtüstü uzandığımda hayalim zenginleşiyor ve göz göze geliyordum askerle. Asker, şartlarımı 12 Mart generallerinin belirlediğini düşünüyor, şartlarımı benim de belirleyebileceğimi aklının ucundan dahi geçirmiyordu. Onun gözünde ben, Allahın ihmal ettiği bir kader mahkumuydum.

Askerden ziyade, hücreyi anlamaya, özellikle de onun yaşamı nasıl anlamlandırdığını anlamaya çalışıyordum. Hücre, acıların ve prangalanan iradenin insana derin düşünme ve yaratma gücü verdiğini telkin ediyordu. Izgaradan bakan asker ile dışardan gelen direktiflerin telkini ise farklıydı: hücredekini yaşamın devindirici gücünden koparmak, haklı ve güzel yanına karşı kuşku ve tiksinme dıygusuyla yüklemek…

Hücredeki yoldaşlar, mors alfabesiyle, duvarları hafif tıklatarak birbirleriyle haberleşiyorlardı. Duvarımda askerin duyamayacağı sessiz tıklamalar vardı. Tıklamaya tıklamayla cevap veriyordum ama onların mors alfabesiyle iletişim kurduklarını bilmediğim gibi mors alfabesini de bilmiyordum. Benden önce, kullanılan ortak tuvalet aracılığıyla öğrenmiş ve iletişimi geliştirmişlerdi. Bu durumdan Selimiye Cezaevi’ne gittiğimde haberdar olacaktım.

İçimdeki ses, yaşamını planla, zamanın sana karşı işlemesine izin verme, gıvır-zıvırı bırak, sıkı çalış, esasa bak diyordu. Kol, kafa, bel, bacak hareketlerini düzenli bir şekilde yapmaya başlamıştım. Verilen karavanaları son damlasına kadar yiyordum. Hücrem bana güç veriyordu. Hücreme minnettardım. Gün geçtikçe acılarımın anlamı daha bir belirginleşiyor, öğretici ve yönlendirici bir gücün tüm benliğime yavaş yavaş yayıldığını, düşüncemi ve duygularımı gülümsettiğini hissediyordum.

Bir müddet sonra bizleri alıp Selimiye Kışlası’na götürdüler. Beni kışla hücresinde bir gece beklettikten sonra kışlanın dehlizlerinde yan yana dizilen ve eskiden katır ahırları olarak kullanılan koğuşlardan birine verdiler. Koğuşlar, havayı koridora yerleştirilen vantilatörler aracılığıyla alıyordu. Hava önce koridora, sonra da koridora bakan demir parmaklıklı kapılardan koğuşlara giriyordu.

Beni ilkin, koridordan koğuşa giren dolaylı havanın nefes, osuruk ve sigara dumanıyla çiftleşmesinden oluşan habis bir esinti karşıladı. Koğuş doluydu. Çoğunu tanıyordum. Ragıp Zarakol, Osman Bahadır, Yavuz Yıldırımtürk, Emin Karaca, Sina Çıladır, Zülfü Dicleli, Yavuz Gökmen, Sarp Kuray, Hasan Yalçın ve THKP-C ile Bomba Davası’ndan diğer tutuklular vardı. Koğuş, bir banyo ile bir tuvalete ve iki katlı, birbirine bitişik tahta ranza sistemine sahipti. 

Osman Bahadır’ın yanındaki boş yere yerleştim. Silivri, Keşan ve Edirne cezaevlerinde de aynı tip ranzalarda yatmıştım. Ranzalar beni tanıyorlardı. Osman Bahadır çok sevinmişti aynı koğuşta olmamıza. Soruları savdıktan sonra ilk işim, kitaplara yönelmek oldu. Kitaplar işte oradaydı. Düşünce ve duygu katmanları halinde, köşedeki masanın üstünde, naylon bardakların, tabakların yanında. Tarih, iktisat, din ve edebiyat. Oh ne güzel. Bunları tek tek, sayfa sayfa varlığımın çırasına tutup okuyacak, notlar alacak, kendimi ve yaşamı biçimlendirme gayreti içine girecektim. Bundan daha büyük bir nimet olamazdı.

Bir müddet sonra, diğer cezaevlerinden getirilen yoldaşlar, Selimiye’nin alt ve üst koğuşlarına verildi. Üst katta Yılmaz Güney ve THKP-C’li subaylar vardı. Alt kat, yani katır ahırları, ağır mahkumlara ayrılmıştı. Kaldığım koğuşa Hüseyin Tekin, Musa Söğüt verildi. Birlikte sohbet edip, okuduğumuz kitaplar üzerine değerlendirmeler yapmaya başladık. 

1974’ün başlarında koğuş kapıları açıldı. Bizim davadan yargılanan arkadaşlarla hemen ilişkiye geçtik. Eğitim toplantıları ve her gün toplu spor yapma kararı aldık. Hikmet Şenses, Güner alkoç, İrfan Çelik ve Ali Taşyapan’dan oluşan bir mahkeme kurduk. Mahkeme üyelerinden Hikmet ile Güner poliste ifade vermemişlerdi. Mahkeme başkanı Hikmet Şenses’ti. Mahkeme bütün sanıkları, polis sorgulaması sürecindeki tavırlarını esas alarak ve tek tek sorguladı. İfadelerini okudu, sorular sordu. Kritik noktalarda polise yeni bilgi verenlerle, polisin bildiği bilgileri kabul edenleri hassasiyetle ayırdı. Önemli noktalarda polise bilmediği bilgiler verenler ile işkenceye dayanamayarak ev gösteren yoldaşlar hakkında disiplin kararları aldı. Mahkemenin hakkımdaki görüşü, bölgemdeki eylem yoğunluğundan ve bunlardan birinci derecede sorumlu olduğumdan dolayı çok ağır işkence gördüğüm, işkenceye 55 gün direndiğim ve sonrasında direnişi sürdüremediğim, önemli noktalarda polisin diktelerini kabul edip yazılı hale getirdiğim şeklindeydi. 55 günlük direnme çizgisini yaşam çizgisi haline getirmemi, onu takip eden 15 günlük kabullenme ve yenilme çizgisinden de dersler çıkarmamı salık verdi.

Katır ahırlarında muhasebe yapılmış, toparlanma başlamıştı. Bu toparlanma, etkisini 1974 affından sonra dışarda, özellikle de Dersim’de gösterecekti. Dersimde, 1972-73’te, yani bir yıllık süreçte gerçekleştirdiğimiz sekiz askeri eylemin yankılarını biliyordum. Bu eylemlerin bir miras, bir zemin olduğu, sonraki çalışmaların da etkisiyle kitlesel uyanışa ve güce dönüşeceği açıktı. O askeri eylemlere, ne tür bir örgütlenme ve savaş anlayışıyla baş vurduğumuzu anlatmam gerekiyordu. İçerde ısrarla izleyeceğim siyaset ve edebiyat hattının siyaset bölümüne giriyordu bu. Siyaset ve edebiyat hattına, Rize Öğretmen Okulu Resim Atölyesi’nde öğrendiğim resim de eklenecekti daha sonra.



Ekim 2024
PSÇPCCP
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031 

Daha Fazla Anı-Anlatı Haberler