Savcılıktan sonra aynı yere getirildim. Soluğunu minnacık penceresinden kuş cıvıltılarına doğru yayan kuru bir odaya aldılar beni. Merakın ve cıvıltıların içimde mayaladığı şiire yöneldi dikkatim. Soyutlamanın, hayal kurmanın ve belirsizlik duygularının akla hayale gelmez biçimleri içindeydim. Mahkumluk neye mahsustu, şiire mi romana mı? Nazım’ı anımsadım. Yaşar Kemal ile Fakir Baykurt’un hangi gerekçelerle tutuklandıklarını merak ettim. Az sonra kapı açıldı, gözümü bağladılar. Hikaye, kaldığı yerden başlamıştı. Sunay, Tağmaç ve Faik Türün kliğine bağlı olan Kontrgerilla’nın güçlü adamı Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ün karşısındaydım. General’in tehditkar siyasi konuşmalarını dinliyordum. Makatımın, husyelerimin ve kalbimin sancısındaydı aklım. Sesinde mağrur bir hava vardı generalin. Diksiyonu iyiydi. Kendi kudretine ram olmanın yarattığı bir körlükle konuşuyor gibiydi. Duyarsız bir et yığını haline gelmiş olduğumu düşünmüş olmalı ki çok uzatmadı. Vaazdan sonra, başka bir odaya aldılar beni. Şiddet ekibinin başı, bilinç akışına kapılmış ayyaş bir zihin gibi mırıldanıyordu. “Yatırın bu iti!” diye bağırdı birden. Yatırdılar. Falaka, tuzlu su içirme, dil, kulak ve anüsten elektrik… Zorlayıcı, çıplak bir siyasetti bu. Mülk dünyasına ait siyasetin bir parçasıydı. Fasıl bittikten sonra, sidik, kan ve küf kokan asıl odama getirildim. Arkadaşım örümcekle beraberdim yine. Duygum, kendi dilinin dışında geziniyor, değişime uğruyordu. İşkence anlarında güçlü, işkencesiz anlarda ise zayıf hissediyordum kendimi. Her zaman yaptıkları gibi çırılçıplak soydular. Köşe duvarlarına karşılıklı olarak çakılmış demir halkalardan sarkan zincirlerin ucundaki tokalı kayışa geçirdiler bileklerimi. Zincirleri çekerek yavaş yavaş germe tarzına başladılar. Ayaklarım göllenmiş betondan kesildi. Bir kova su boşalttılar tepemden ve gövdemin her yerini copla dövmeye giriştiler. Aynı şey. Tekrar. Siyasetin ve edebiyatın baş belası.
Acısı derin, sisli ve şeffaf bir tarz olduğu için sorgucular çok sık uyguluyorlardı asmayı. Çeneleri durmuyor, dil ahlakının ırzına geçiyor, haşin bir propaganda salvosuyla işliyordu. Asma süresi uzayınca eller şişiyordu. O zaman çevirip ayakbileklerinden asıyorlardı. Bu pozisyon, hem apış arasının copla dövülmesine, hem de bir moral yıkma biçimi olarak makata cop sokulmasına yol açıyordu. Husyeleri ezip şişiren, insanı hemeroid eden, kanamalı, ziyankar bir tarzdı bu. Bu kanlı ve sidikli melcede kadınlara da uygulanmıştı bu tarz. Bu tarza ilişkin açıklamalar vardı dönemin askeri mahkemeleri önünde. Şikayetlerden bazılarını 1977’de yazmakta olduğum sorgulama kitabına almıştım. Birini aktarayım: “Bir sorgucu, ‘senden bir iki gün önce Banu Ergüder buradaydı. Onun kıçına cop sokuldu. Yerler kan içinde kaldı. Aç bakayım donunu, sana sokmuşlar mı?’ dedi.” (N. Ülkü)
Bu bir siyasettir. Egemen sınıfların en çok cunta dönemlerinde uyguladıkları bir moral çökertme siyasetidir. Sadece makata değil, vajinaya da yönelen bir siyasettir. Aynı kitapta bir başka kadın: “Komutan denen kişi beni soymalarını emretti. Yine çırılçıplak soydular. Gözlerimi açtıklarında, karşımda üzerime doğru eğilen yarı çıplak bir adam gördüm….” (S. Güvenç)
Bu tip tarzlara karşı koyuş en çok iki alanda gerçekleşiyor. Bu alanlardan birisi siyaset, diğeri de edebiyattır. Siyaset alanında en etkin karşı koyuşları İbrahim Kaypakkaya, Gökhan Harmandalıoğlu, Fatih Mehmet Öktülmüş gibi komünistler gerçekleştirdi. Edebiyat alanında ise en dikkate değer şekliyle Nazım Hikmet gerçekleştirdi. Şeyh Bedrettin Destanı başta olmak üzere, en güzel eserlerinin bir bölümünü cezaevinde yaratarak gerçekleştirdi.
Birinci savcılık ifademden sonra kırk gün daha direndim. Toplam 55 gün olmuştu. Burada anlatılacak gibi değil. Ağıza cop sokma, elektiriğin etkili olması için tuzlu su içirme, dil ve dudaktan elektirik verme yüzü yumruklama, sünger takıp kafayı zaman zaman duvara vurmadan dolayı pelteleşmiş, bilincimin kıyısına atılmış gibiydim. Bu sürede odamı bir Amerikalı da ziyaret etmiş, yatağımda zincirliyken çubukla bazı yerlerime dokunularak İngilizce bir sohbet de gerçekleştirilmişti. Sorgucular zaten sorgulama eğitimini Panama’daki Amerikan askeri üssünde almışlardı. 55 günün kısa bir kesitini, ilk baskısı 1980’de ve diğer gözden geçirilmiş baskıları da sonraki yıllarda yayınlanan Mengene adlı kitabımda anlattım.
55 günün sonunda Psikolojik ekip, bana isnat edilen suçlar ile dava sanıklarının beyan ettiklerini kabul edersem sorgulamayı sonlandırıp cezaevine gönderileceğimi söylediler.. Yani benden parti malzemelerini, iki yıl içinde ilişki kurduğum ve evlerinde kaldığım köylülerin isimlerini, sınır geçiş komitesinin kimlerden oluştuğunu, parti ve ordu kuruluşlarını vb. istemeyeceklerdi. 55 gündür durmadan önüme sürdükleri eylemleri ve benzeri bilgileri kabul etmem yetecekti. Düşünme fırsatı verdiler.
Yaşam, biçimini ve boyutlarını yitirmiş, uğuldayan çapraşık bir ses yığını halini almıştı. Adamlar öldürmüyor ama her gün ölümden çok daha acı şeyler yaşatıyorlardı. Biri kadın, dört arkadaşıma, konuşmam için gözlerimin önünde işkence yapmışlardı. İradem güç yitimine uğramış, takatsiz kalmıştı; çelik bilyeli tazikli su ile demiri paslarından arındıran bir işçi gibi çalışmıyor, arındırmıyordu duygularımı artık. İçimde iki güç çarpışıyordu. Direnmeyi sürdürmek veya onaylanmasını istedikleri şeyleri onaylayıp cezaevine gitmek. İkinciye güçlükle karar verdim. Sevinçlerini anlatamam. Sevinçleri, onlarda benim direnmeyi sürdüreceğim kanısının oluştuğunu gösteriyordu. Yoksa bu kadar sevinmezlerdi.
15 gün, önüme bir yığın ifade ve tek tek olay ya da ilişkilere dair notlar kondu. Benden önce yakalananların bu ifadelerinde, yalanlar gerçeklerle iç içeydi. Onlara baktım, hikaye tarzı içinde el yazması ifademi yazmaya başladım. Gerçek hayatta olmayan komik şeyler vardı. Mesela hayali insanlar vardı. Parti İbo’nun, benim ve iki sempatizanın (Süleyman Yeşil ve Ziya) bulunduğu bir mağarada kurulmuştu. Gerçekle hiç ilişkisi olmayan bir durum. Dersim’de kurulan ordu, Malatya’da kurulmuştu, İbo Dersim’e gelip beni orduya almıştı. Vartinik baskını sırasında da Ali Haydar Yıldız nöbetçiymiş. Mazgirt Köprü karakol baskını gibi gerçek hayatta olmayan bilgiler de vardı. Farklı ifadeler de vardı. Gerçek olmayan bu bilgileri de kabul ettim. Karşılıklı bir komedi oynuyorduk. Örgüte dair birçok şeyi bilmedikleri belli oluyordu. İşkencenin yarattığı yalanlar ve hayali bilgiler sorgucuların da kafasını karıştırmıştı. Buna rağmen örgüte dair geniş bilgi sahibiydiler. Bu durumu Mengene adlı kitabımda genişçe anlattığım için geçiyorum.
Yetmişinci güne yaklaşırken ifadem daktiloya geçirildi. On beş günlük yasal süreyi aşan her hazırlık soruşturması mahkemede geçerliliğini yitirdiği için sorgucular sahtekarlığa baş vurup çok önceki bir tarihi yazdılar. Kontrgerilla çetesinin yapmayacağı hiçbir şey yoktu. Yetmiş gün sonra ikinci kez savcılığa çıkarıldım. Bu sefer karşımda iyi huylu Gültekin değil, İbrahim’i bizzat öldüren, Amed dava sanıklarına yapılan işkencelerin de bizzat başında bulunan Askeri Savcı ve MİT elemanı Yaşar Değerli vardı. Kan, kir ve sidik karışımı bir koku yaydığım için beni uzağa oturttu. İfadenin giriş bölümüne konuşamaz durumda olduğumu belirten bir ibare koydu. Başladı, sekreter kadına yazdırmaya. Zeki bir insan değildi. Tüm sorgulamaları yaptığı için dava dosyasını biliyor ama yazdırırken sık sık unutuyordu. Söylemeyi unuttum diye başlayarak geri dönüşler, ekler yapıyordu. Baş, karın ve mesane ağrılarından dolayı bir şeyi beş dakika dinleyecek gücüm yoktu. Bitirdi, önüme koydu imzaladım. Burada Yaşar Değerli dikkat etmemiş, daktilocu kadın sekreter doğru tarihi, 1 temmuzu yani yakalandığımdan 70 gün sonraki tarihi yazmıştı. Yenilmiştim. Bükülen direnme gücümü doğrultmak, yeniden ayağa kaldırmak, bunu siyaset ve edebiyat alanında tüm bir ömre yaymak gibi devasa bir görev bekliyordu beni.