“Olgunlaşmış Oportünizm ’in Sığınağı Revizyonizm!
Baylarımız çok daha açık konuşsalar ya! şu Marks’ı “savunuyoruz” (!) iddiasının ne değeri var? Üstelik o koşullarda Marks ve Engels’in ilan ettikleri Komünist Manifesto ’ya siz rölativistlere göre, “deliliğinde çıldırmış en azgın hali” olsa gerekmez mi? Sizleri hiçbir şekilde basit suçlama, kolaydan damgalayarak işin içinden çıkma durumunda değiliz. Sizleri böyle konuşturan tarihsel süreci, sınıf çizgisini ve toplumsal sebeplerinizi anlıyoruz. Kautsky gibi öncüllerinizi de anlıyoruz. “Oportünizm bir rastlantıı sonucu tek tek bireylerin günahı, bir düşüncesizliği, bir ihaneti değil, ama bütün bir tarihsel dönemin ürünü” olduğu sentezini ifade eden tahliliyle Lenin, meseleleri bugün de nasıl ele almamız gerektiğinin ölümsüz öğretmenidir. 1848-1851 Fransa’daki iç savaş dönemi gibi, Avrupa’daki çalkantılı› döneme kıyasla 1880’ler sonrası› Avrupa ortamı, nispeten sükûnet içindeydi. “Barışçıl dönem” tanımlaması› bu ortam sonucu olarak kullanılıyordu. 1890-1912’ler arasıı bu “barışçıl” denilen dönemdeki mücadele ve örgütlenme biçimlerine göre ancak partiler onu alışkanlığa, özel bir eğilime dönüştürmüşlerdi. Komünist bilinç ve siyaset bunun böyle bir alışkanlığa dönüştürülmesini maruz görmez, ancak sebeplerin tahlili açısından önemser. Sınıf işbirlikçiliğine götürmede, isçi aristokrasisine dayanma, emekçilerin genel çıkarlarını, dayandıkları› bu sosyal dayanak zemininde, burjuvaziye peşkeş çekme, bunun üzerinden burjuvazi ile proletaryanın uzlaşmaz› zeminin de barışçıl dönüşüm fikrini bayraklaştırmada, objektif durumun rolünü görüyoruz. Böyle yapılmalıydı, çare yoktu demek koşullara kuyruk olmayı teorileştirmektir. Komünist çizgi ve bilim hiç de böyle yapmayı gerektirmezdi. Proleter devrim bilincine sahip olmama, stratejik düşünmeme, dönemin koşullarına kuyruk olup (onu genele hazırlama temelinde, bilinçli ele alma temelinde değil) bir güzergahta yürüyordu.
Devrimi defterlerinden silmiş düz evrimcilerin, üstelik muazzam bir fırtına dönemini de içeren bugün bize sorumlulukları, eski alışkanlıklarının yoludur. 1890-1912 Avrupa koşullarında da beslenerek, hiç de öyle olması› gerekmediği halde teorileştirilen yasalcılığında meyvesiydi oportünizm. Devrimi bu sarhoşlukla unutanlar emperyalist savaş, bunalım koşullarında önceden planlamadıklarına göre, yaşadığı bir örgütlenmeye ve çalışmaya, gerçek devrimci bir mevzilenişle geçemezlerdi. Olan budur. Sonuç, “olgunlaşmış oportünizm” in yeni sığınağı sosyal şovenizm! Bu oportünizme karşı Lenin baştan itibaren (1889’dan itibaren) mücadele etti. Ne Yapmalı› adlı eseri 1901-1902’de yazıldı. Çizgi netti. Nasıl bir parti, nasıl bir devrim, kitle çizgisi nettir. Parti önderliğindeki kitleler bu çizgiyle eğitilip devrime seferber edildiler. Tarih neyi ispatladı? Somut-kuyrukçu oportünizmin burjuvaziye endekslenmiş ihaneti!.. Leninist çizgi önderliğinde Ekim Devrimi’nin zaferini Lenin’in, kitlelere güvenen ve onları seferber etmede, komünist bilinç ve önderliğin rolünü anlatan ve uygulatan teorisi vasat kitle kuyrukçuluğuna tapınmayı örgütleyenlere karşı zafer kazandı. “Soyut ütopya” diye devrimin vakti gelinceye kadar askıya almayı önerenlere soruyoruz; 1914 emperyalist savaşında sizin görüşlerinizi savunan 2. Enternasyonal partileri emperyalizme yamanırken, tek zafer kazanan parti Bolşevik Parti değil miydi? Yeni bir çağ açan Ekim Devrimi değil miydi?
Posası çıkmış 2. Enternasyonal revizyonizmi-oportünizmi bayrağınız olmasına rağmen açıkça kaldıramıyor, proletarya biliminin kurucuları, büyük ustaları Mark ve Engels’te çeşitli dönemler itibarıyla söylenmiş, tartışılabilecek ve tartıştığımız ve Maoizm ile ilerleyerek bilincimizi daha da keskinleştirdiğimiz siyasetlere sözde dayanıp, oportünist çıkarlarınız için kullanmanıza ilişkin de bir-iki şey söylemek isteriz: Marks’ın “Fransa’da İç Savaş” kitabına 1880’lerde yazdığı bir önsözde bizce hiç de teorileştirilmeyecek, dönemin objektif koşullarının izlerini taşıyan, hatalı anlayışlara yol açan ama hiç bir zaman Engels’in büyük ustalığına gölge düşüremeyecek olan şu sözlerine bazıları atıfta bulunarak reformizmini boş yere aklamaya çalışmaktadırlar. Engels, o önsözde, biz “devrimciler, illegal metotlar ve devirmeye nazaran, legal metotlarda çok daha başarılı iş yürütüyor durumdayız (…) düzenin partileri (…) legal koşullar altında geberiyorlar-yok oluyorlar (…) şayet biz onları memnun etmek için, kendimizi sokak çatışmalarına izin verecek kadar delilik gösteremeyecek olursak, o zaman, eninde sonunda bu ölümcül legaliteden kendilerini yarıp çakmaktan başka çareleri kalmayacak.” diyordu.
”Mücadele biçimleri objektiftir. Keyfi icat edilemezler. İnsan, parti ve grupların iradesinden bağımsız ortaya çıkan biçimler yok sayılamazlar. Kabul edilir, bilinçli ele alınıp örgütlenmeleri gerekir. Dolaysıyla o günün objektif koşullarında legal mücadelenin ele alınmasını suçluyor değiliz. Onun yarattığı geçici başarıları abartma, genele-esasa dikkat çekmeme zayıflığını eleştiriyoruz. Nitekim oportünizmin bunu kullandıklarını gördüğünde kullanılan mektubundan hemen iki gün sonra (Kautsky’e ve Lafarque’ye) mektuplarında durumu şöyle düzeltiyor; “Tamam da biraz fazla söyledik, hatalı› söyledik.” Kautsky’e mektubunda Engels Liebknecht’e şöyle diyordu: “Liebknecht beni barışçıll mücadelenin tapıcısı haline getirdi (…) kazık attı bana.”
Paul Lafataque’ye mektubunda da Engels aynı› kazığa işaret eder. “Liebknecht bana güzel bir kazık attı. Benim Marks’ın Fransa’daki 1848-1850 yazısındaki önsözünde işine yarayan her şeyi aldı. Ona hizmet eden her şeyi aldı ve kendi taktiklerini, yani ne fiyata olursa olsun şiddet ve şiddetle güç zorun kullanılışına karşı (…) barışçıl taktiklerini kendi taktiklerini iyi göstermek için eline ne geçerse ondan aldı kullandı. Bu, kendisini çok memnun etti. Bunları vaaz edebilmesi için bilhassa Berlin’deki baskı kanunları olduğu dönemde, yani sosyalistlere karşı baskı, anti-sosyalistlerin olduğu dönemde. Fakat ben bu taktikleri sadece Almanya’nın bugününe söylüyordum. Fransa, Belçika, Avusturya ve ‹İtalya’da bu taktikler bütünüyle kullanılamazlar; yarın Almanya’da bunların hiçbiri kullanılabilir olamaz.”
Birincisi; Almanya’nın sadece bir dönemi için ve geçici bir taktik olarak söylenen şeyler, taktik olarak dahi genelleştirilemezler. Teori seviyesine çıkarılarak diğer ülkelere aktarılamazlar. Engels ’de buna dikkat çekiyor.
İkincisi; sözlerinin nasıl bozulduğunu Engels de söylemektedir. Üçüncüsü; daha yukarıda ifade ettiğimiz gibi “biraz fazla söyledik, hatalı söyledik” sözleriyle, bir bakıma geri çekme durumundadır. Tüm bu olgulara rağmen, Engels’e sözde dayanmaya çalışıp, legalist-reformculuklarını üstelik Türkiye gibi ülkelerde haklı çıkarmaya (!) çalışanların çabası son derece çürüktür. Marks- Engels-Lenin-Stalin’i temel alarak, Mao, bilimimizi her alanda ilerletmişti. Devrimci savaş konusunda da evrensel-nitel katıklarla zenginleştirmişti. “Iktidar namlunun ucundadır” sentezi, devrimci zorun, her devrimin istisnasız kanunu olduğu gerçeğini anlatır. Yukarıda Engels’le tartıştığımız mesele bile, Maoist nitel ilerlemeyi görmeyi fevkalade gerektirir.
Yoldaş Lenin’de mesele üzerinde durmuştu. Engels’in 1895 önsözünü, Bernstein’in ihtilalin reddi şeklinde yorumladığı tez bir kitabında bu pasajı tam üç defa aktarıyor (!!!) (Lenin, Marks’ın Devlet Üzerine, Sf. 8) sözleri birinci olarak hem Bernsteinci çarpıtmayı deşifre ederek devam ediyor ve hem de Engels’in 18. Brumaire Kitabı’na yazdığı önsözlerde ve yine kendisinin “Konut Sorunu Üzerine” yazısında, burjuva devlet cihazının devrimci zor ile parçalanması ve proletarya diktatörlüğünü ortaya koyan teorisini hatırlatarak Bernstein’e adeta “çek elini Engels’ten” diyordu.
Lenin yoldaşında dediği gibi;
“Engels ‘barışçıl bir dönüşümden, Fransa ve ABD gibi (…) ve ‹İngiltere gibi ‘hanedan, modeli tazminat karşılığı yakında olması muhtemel tahttan feragatının başlarında her gün tartışıldığı ve hanedanın halkın iradesine karşı güçsüz olduğu, monarşiler için söz konusu olabileceğini bunun akla yatkın olduğunu daha zayıf ve daha ihtiyatlı bir deyim: Sadece (akla yatkın) söyleyerek devam ediyor.” (Lenin Marksizm Devlet ve Devrim Sf.16)
Özellikle hakkın iradesi karşısındaki monarşilerin zayıflığı noktasında “zayıf bir ihtimal” olarak dikkate alınan hususun üzerine Bernstein balıklama dalıp, kendi revizyonist teorisine dayanak yapmaya çalıştı. Almanya milliyetçi iktidarını kendi revizyonist kurtarma teorisi ile kutsadı. Engels’in teorisi, revizyonizme kökten karşıydı. Onun 1891 sosyal demokrasinin siyasal Programı’nı değerlendiren görüşü, oportünizme karşı kesin mücadele, proletarya diktatörlüğü, proletarya diktatörlüğünün özgül biçimi olarak Cumhuriyet, mahalli-özerk idarelerde devlet tarafından atanmış görevlilerin iptali, sade barışçıl, sadece legal yol aldatmacasına kesin karşı duruşunu (age Sf. 22) yoldaş Lenin, izah etmeye çalıştı. Ve Lenin bu izahatta, “Teorik olarak özellikle proletarya diktatörlüğünün en mükemmel mahalli özerklikle bir araya getirilmesine dikkat ediniz.” der. Feodal mutlak monarşiden Almanya’da devralınan “bürokratik-askari’’ devlet mekanizmasının ‘yeni’ sahibi burjuvazi ile bütünleşen oportünizme Engels ‘de, Lenin’de köküne kadar karşıydı.
“Proletarya ihtilalinin görevi bu mekanizmayı parçalamak, kırmak ve onu mahalli bölgelerde en kusursuz örnek idareler ile, merkezde ise, silahlanmış proletaryanın doğrudan iktidarı, proletarya diktatörlüğü ile değiştirmektir.” Engels’in de Lenin’in de görüşü buydu. (Bkz. age. Sf. 22) Konuya ilişkin Engels’in öğretisi, revizyonizmin güçlü bir teshiri, Marksizm’in savunulmasıdır. Bu savunma uygulama yoluyla diğerleri gibi bu konularda ilerlemeye devam etmiş, ikinci kilometre taşı Leninizm, üçüncü kilometre taşı Maoizm ile, MLM aşamasına ulaşmıştır. Bu ilerleme her şey gibi mücadele yoluyla olmuştur. Sömürge-yar sömürge-yarı feodal ülkelerde, Yeni Demokratik Devrim genel stratejik siyasal çizginin görevlerinin kır merkezli devrimci savaşla ve Kızıl Siyasi İktidarlar perspektifi ve giderek tüm iktidarın fethi yönelimiyle yerine getirilmesini ifade eden Halk Savaşı çizgisini çeşitli vesilelerle dergimizde ele alınmıştır.
Bundan sonra da alınacaktır. Biz, evrimci-reformist birikimci revizyonist teoriyi sadece ezilen ülkeler açısından değil, evrensel revizyonist niteliği gereği her yerde reddediyoruz. Ekonomizm eksenli genişleme, sendikalist çerçeveye hapsedilmiş “ilerleme” (!), avaraj kitleye dayanan siyaset tarzı, stratejik başarıyı pekiştiren taktik başarılar geneli yadsıyan, onu ilerleten değil, ne olursa olsun şeklindeki acil talepler, devrimin bir yan ürünü olarak değil, devrimi rafa kaldıran reformlar hiçbir yerde esas alınamaz. MLM kitle çizgisi bunu reddeder. İleri-orta-geri ayrımını yadsıyarak, üstelik en geriye adapte olma zeminindeki sözde “çoğunluk” aşkı peşindeki avaraj siyaset ve öncü-önder partiyi kitle temeli ve niteliği anlamında değil, herkesin örgütü gören “kitle partisi” söylemli menşevizmi reddettik, reddediyoruz. UKH tarihinde de karşılaşılmış bu problemlerle bugün savaşmak görevdir. Biz nasıl olursa olsun değil, kitlelerle doğru temelde birleşmeyi, bunun için onları proleter devrimci bilinçle, bizzat onların mücadeleleri içerisinde yer alarak birleştirmek durumundayız. Şimdiki liberallerimiz de buna “işte marjinallik’ ’diyorlar, dünde diyorlardı.
Peki Lenin ne diyordu?
“Raboçeye Dyelo’da dahil olmak üzere, ekonomistlerimiz başarılıydılar, çünkü geri isçilere ayak uydurdular, ama sosyal-demokrat isçi, devrimci isçi ‘elle tutulur sonuçlar vaat eden” (…) eski türkünün rubleye bir kopek ekleme türküsünün yeni biçimde ifade edilmesinden başka bir şey olmadığını anlayacaktır.”
”Yasal örgütlenme ve barışçıl mücadeleyi esas alarak, devrim değil, reform paketleriyle, devrimci savaş değil, sınıflar arası barış çığlıklarıyla 1 liraya 1 kuruş ekleme yönelimini temel alan “elle tutulur sonuçlar” maharetiyle geriliğe yaslanıp çoğalmanın, özünde emekçileri yozlaştırıp burjuvaziye bağlamak olduğunu bir kez daha belirtelim. Kaypakkaya’nın da yaptığı buydu. “Şartları yok sayıp” silahlı mücadeleyi reddeden yeminli revizyonistleri dinlemeyecekti, dinlemedi”
Ancak 23 Mayıs 1970’te Peking Rundschau’da yayımlanmış Mao’nun mesajını o mesajı okuyamamış-okumamış olması fark etmez, Maoizm’i kavrayıp uyguladığı için kavramış ve gereklerini yerine getirmeye çalışmıştır. Yoldaş Mao Zedung: “Dünya halkı birleşin ve ABD saldırganlığını ve onların ortalığa salınmış tüm köpeklerini alt edin” ünlü çağrısıyal, Halk Savaşı ve devrimci silahlı mücadeleleri alkışlıyor, gayet yerinde ve doğru olarak teşvik ediyordu. Vietnam-Laos-Kamboçya-Güneydoğu Asya-Kore-Filistin-Afrika-Latin Amerika ve diğer halkların kurtuluşu için silaha sarıldıkları, Mao’nun deyimiyle “Kuzey Amerika, Avrupa ve Okyanusya halklarının devrimci mücadelelerinin hızla geliştiği (…) ABD emperyalizminin, yaprakların rüzgârda hışırdamasından bile paniğe kapıldığı” bir ortamda Mao yolu net gösteriyordu. Emperyalist-gerici saldırganlık “kesinlikle” alt edilebilir. Yeter ki mücadeleyi yükseltme, silahlara sarılıp ülkesinin kaderini kendi ellerine geçirme cesaretini göstersinler. Bu tarihin kanunudur.” (Bkz. ilgili Mesaj) Ah “keşke sarılmasaydılar” diye hayıflananları değil, Kaypakkaya doğru olarak MLM’yi rehber aldı.
“Sivil toplum”cuların şimdi de yaptıkları, “soyut” “imkânsız ütopya” deyip devrimci-komünist mücadele ve fedakarlığı boş heba edilmiş göstermeleridir. Devrim-sosyalizm-komünizme karşı çıkan düzen içi reformist çizginin devrim için canlarını tereddütsüzce vermiş yoldaş ve siper yoldaşlarımıza göstermeyi esirgemedikleri (!) “acıma duygular” kurnazca kendi revizyonist çizgilerini perdelemeye yetmez. İnsani duygular, dostluğu anlarız, fakat bu yanlış çizgileri göstermemeyi gerektirmez. Murat Belge, burjuva demokrasisinde ve bunun ortaya çıkmasında emekçilerin rolüne atıfta bulunarak, “Ancak burada önemli nokta, böyle kolayca burjuva demokrasisi deyip geçtiğim şeyin gerçekte ne kadar burjuva olduğudur.” ““Bu kavram küçümseyerek iki yüz yıllık mücadelenin uygarlığa kattığı ögeleri hor görmemeliyiz. Üzerinde bunca emeğimiz olan demokrasiyi önce burjuvaziye armağan etmek, sonra ‘madem burjuvadır o halde kötüdür’ tavrına gitmek bana hiç mantıklı görünmüyor.” (!)
Eski feodal düzen emekçilerin haklı öfkeleri ve mücadelelerini o günün koşullarında yükselen sınıf olan burjuvazinin peşine takılıp iktidarı alması, burjuvazinin iktidarına “emekçilerin katkısı var” gerekçesiyle, burjuva demokrasisinin burjuva sınıf karakterini görmemeyi, burjuva diktatörlüğünün bu biçimini yüceltmeyi, onu emekçilerin de malıymış gibi göstermeyi, onun barbar uygarlığını peşinen yutmayı, hele bir de üzerinde “emekçilerin emeği var” diye, yıkma değil, kollayıp pekiştirmeyi gerektirmez. Murat Belge, emekçilerden burjuva devlete aslında sahip çıkmalarını istiyor. Burjuva devlet, farklı› tarihsel-iktisadi-sosyal koşullarda özgün gelişim çizgisi ve farklı biçimler alsa da özü aynıdır. Ortak öz, burjuvazinin diktatörlüğüdür. Burjuvazinin proletarya ve diğer halk sınıfları üzerinde egemenlik-baskı aracı olmuştur. Burjuva devlet her yerde aynı› biçimi almaz dedik. Bu önemlidir. Zira burjuva demokrasisi denilen burjuva diktatörlük biçimi oportünistler tarafından evrimci yaklaşımlarının bir sonucu olarak, mutlak geçilmesi gereken bir durak olarak sunulmaktadır.
Bu tamamıyla yanlıştır. Burjuva demokrasisinin biçimsel “eşitlik’’lerinin örtmek istediği eşitsizliklere, sömürü ve baskıya gözlerimizi kapamamızı› isteyen “sivil toplum’’cu liberalizm, burjuva diktatörlüğünün hakimiyetini, kitleleri yanılsamalara sürükleyerek kolaylaştırmaya yönelik kullandığı “parlamento” gibi kurumları “evrensel demokrasi” kriteri olarak gösterirken, demokrasinin bir devlet biçimi, bir diktatörlük, önemli olanın hangi sınıfın karakterini taşıdığı, hangi sınıfın hakimiyet aracı olduğudur sorununu da gizlemeye çalışmaktadırlar. Üretim araçlarının özel mülkiyeti, burjuva denilen devletin gerçeği olduğuna göre, hangi biçimsel demokrasi kriteri gerçeğin yerini alabilir? Soyut burjuva tanımları, sınıfsal içerikten soyutlanıp, herkes için genel-evrensel savunulması gereken değerlermiş gibi sunmak, burjuva aldatmacaya kan vermektir. Burjuva demokrasisinin parçalanarak aşılması değil, sahiplenmesine çağrı yapan Murat Belge yeterince anlaşılmıştır sanırız. Bu ve onun gerici uygarlık dediği “burjuva medeniyet” in temelleri ve ne olduğu, nasıl yaratıldığı üzerinde kongre belgelerimiz etraflıca durmuştur. Yazıyı uzatmamak için tekrar etmiyoruz.
İnsanlığın tarihsel ilerleyişinde burjuva nitelikliler diye İngiliz-Fransız devrimlerinin rolünü yadsıyor değiliz. Aynı zamanda sınıfsal içeriklerini tahlil etmeyi, ders çıkarmayı, proletaryanın alternatifini de göstermekten vazgeçmiyoruz. Gardibeldi (İtalya) Fransız ve ‹İngiliz devriminin burjuva niteliklerine rağmen özgün yönleri de vardır. Devrimler, “sivil toplum’cuların iddialarının aksine salt yukarıdan planlanmış keyfi devreye sokulmuş olaylar değildir. 1789 14 Temmuz’unda Batil’i ele geçiren, Batil zindanına bayrak çeken Parisli emekçilerdi. Devrimde emekçiler de güçlü olarak yer almıştı. Fakat önderliği ele geçirebilecek alternatif bir gelişme önderlik seviyesini yakalayamamışlardı. Bu burjuva devrimlerde tüm önceki sınıfların eski güçleri yıktıkları zamanki “devrimleri” gibi Marks’ın da işaret ettiği “burjuva devlet aygıtını parçalamak yerine onu yetkinleştirmekten başka bir şey yapmamışlardı” “Devlet yapısının fethini başlıca ganimeti sayan” burjuva devrimlerin tarihsel ilerleyişteki rolünün yan› sıra, özel mülkiyeti eskinin yerini alan yeni burjuva sınıfın kontrolünün ötesinde köklü değiştiremedikleri, deriştiremeyecekleri somut bir olgudur. “Sivil” denilen burjuva toplum, burjuva devlet somut bir olgudur. Bunların adını koymayıp, “ortak değer” diye yutmak, bizim tutumumuz olamaz. Proleter devrim, bu devrimlerden nitel olarak ayrılır. Komünizme yönelir. Özel mülkiyeti aşar. Eski devlet aygıtını yetkinleştirmez, parçalar.
Proletarya devletini, kapitalizmden komünizme bir geçiş dönemi olarak ele alır, tüm sınıfları ortadan kaldırmak için devletsiz-sınıfsız bir toplum için devrimi sonuna kadar sürdürür. Nasıl olması› gerektiğini, Büyük Proleter Kültür Devrimi dersleri aydınlatmaktadır. Marksist-Leninist-Maoist devrim ve devlet teorisinin karşı’na dikilen burjuva yaklaşımın kaderi Kautsky’den bu yana (Marks dönemi de dahil) hep iflas olmuştur, öyle olacaktır. Bunlarda tahlil ve dersleriyle kongre dokümanlarımız aracılığıyla tekrar sunulmuştur.
Osmanlı’ya İlan’ı Aşk ve Kemal!
Şekilsel çoğulculuğun mahiyetine, sebeplerine bakmaksızın “demokratiklik” anlamı yüklemek bir burjuva liberal yaklaşımdır. Osmanlı› feodalizmi, özgün biçimler gösteriyordu. Ancak batı feodalizminden özde farklı› değildi. Osmanlı toplum düzeni ve tarihinin başlı başına değerlendirilmesi bir ihtiyaçtır, bu yazımızın konusunu aşmaktadır. Çokça üzerinde tartışılan Asya Tipi Üretim Tarz› (ATÜT) batı ile Osmanlı› koşulları farklılığıda özgül bir biçimdi. Özde ise feodal üretim tarzıydı. Murat Belge diyordu ki:
“Türkiye’nin çoğulcu bir yapısı olduğunu söylemiştik. Bu aslında Cumhuriyet öncesinde Osmanlı› devlet yapısı içinde gerçeklemeye başlamıştır. (…) Teoriye bakılırsa, Padişah’ın yetkisi sınırsızdı. Ancak böyle bir mutlakkiyetçiliğin ilk sonuçlarından biri olması beklenecek politik istikrar Osmanlı toplumunda bir türlü kurulamaz. (…) kozmopolittik imparatorluk yapısı içinde etnik etmenlerle de geniş ölçüde eklemlenip biçimlenerek pratikteki politikayı temelinde belirlemiştir.” (Tarihten Güncelliğe Sf. 330-331)
“Despotizmi ile ünlü Abdul Hamit bile, uzun iktidarını› (…) çeşitli güçleri başarıyla dengelemek politikasına borçludur.” (330)
”Faşizm gibi, mutlakiyetçlik, despotizm, ekonomik-sosyal koşullara rağmen keyifleri istiyor diye istikrar yaratmaya, isteseler de arzuları ve baskılarıyla ona otomatikman muktedir olamazlar. Yani despotizm Belge’nin deyimiyle “ilk sonuç” olarak otomatikman istikrara çıkmaz. Osmanlı’da da ekonomik-siyasal-tarihsel-etnik vb. koşullar yüzünden çıkamadı. Gerçeğe hükmünü geçiremeyenlerin oyun ve tavizlerini, çoğulculuk ve bazılarının çoğu kez yaptıkları gibi bir demokratiklik kriteri şeklinde düşünmek, Osmanlı solculuğu hastalığıdır”
Osmanlı hiç de hoşgörülü değildi. Üstesinden gelemediği etnik-dinsel ve diğer bazı kargaşaları, onları birbirlerine kışkırtarak, bastıramadıklarını merkezi feodal düzenine tabi olmaları kaydıyla, küçük rüşvetlerle kontrolde tutma siyasetlerini tarihsel süreç ve sebeplerden koparıp soyut övgü düzmek, despotik-merkezi-feodal imparatorluğa hayranlıktır. Geri üretim ilişkileri ve kültürü ile askeri gücüyle fethettiği topraklara yerleştirdiği askeri kolonilere rağmen, onların kültürünü yok edemeyen Osmanlı, diğer kültürlere saygı ve müsamahadan ötürü değil, bunu becerecek bir gelişme seviyesinde olmamasından ötürü eritemiyor, asimile edemiyor, hatta asimile olmaktan yer yer kurtulamıyordu. (Hindistan gibi) Doğu sorunu adlı eserinde Marks bunu etraflıca açıklar. Osmanlı’lar fethettikleri yerleri sömürgeleştirmek istemiyorlar mıydı›? Onların kendi yerel yönetimlerine-kültürlerine yerli ekonomiyi yönlendirmelerine saygılı mıydı? Durum bu değildi. Siyasi ve askeri ilhak gerçekleştiren Osmanlı geri ekonomik düzeyi yüzünden, çok arzulasa da ekonomik ilhak gerçekleştirmeye güç yetiremiyordu. Kendi ekonomisi istila ettiği baz yerlerden daha geriydi. Bu geriliğinden ötürüdür ki, siyasi-askeri hakimiyeti altında tuttuğu Afrika Mısır’ında ekonomik hâkim güç İngiltere idi. Asya’da boyunduruğu altındaki Ermeni Rumlar üzerinden yine İngiltere idi. Kanlı fetihçi feodal-merkezi Osmanlı imparatorluğunun geri ekonomik düzeyinin sebep olduğu bu sonucu, sebeplerinden koparıp rakiplerine ve istila ettiği topraklara bir hoşgörü siyaseti olarak lanse edebilir miyiz? Onu rakiplerinin tersine sömürgeciliğe karşı gösterebilir miyiz? Fethettiği Hindistan’da (Marks’ın) deyimiyle, “Yüksek Hint kültürünü, ekonomisini dağıtamayan” Osmanlı zalimliğini, “demokratik” ve “çoğulculuk” olarak göstermeyi marifet bilenlerin tarih anlayışı keyfidir. Murat Belge’ye kalırsa, “Kimse ‘esir ‘olmak istemeyeceğine göre, (esaret olsaydı) Osmanlı düzeni o kadar uzun sürmezdi’’ (ag sayfa 58) yani Osmanlı fetihlerinde bir esaret düzeni yok.
Talan vahşet yerleştirilen Zmala askeri kolonilerinin baskı, çoğulculuğunu hatırlatmak bir yana, askeri-siyasi ilhak sanki esirlik değil, özgürlük götürüyor. Osmanlı düzeninin uzun yaşamasının sırrı da buymuş (!) Sebepleri, durumu yukarıda kısaca özetlemeye çalıştık. Ancak Murat Belge, Osmanlı istilalarına rağmen yok edilmeyen (yok edilmek istenen) yerel kültür ve dağıtılamayan (dağıtılmak istenen) yerel ekonomilere bakıp, sebeplerini yani geri ekonomik ve toplumsal düzen-geri kültür gerçeğini yadsıyarak, Osmanlı’yı “hoşgörü” bayrağı gösteriyor. Diyor ki; “Osmanlı kültürünün ilginç yan, hem birçok kültürü bir arada tutmayı başarması, (…) onu yok etme kaygısı gütmeden ortak bir üslup verebilmesiydi. Bence ‘modern ’denilebilecek bir nitelik bu.” (Age. Sf. 63)
İşte bunlar, sınıf temellerinden kopararak soyut “medeniyet-uygarlık” yaftasıyla barbarlığı böyle kutsamaktadırlar. Sınıf niteliklerine rağmen tarihsel ilerlemedeki objektif rollerini saptamamız gereken Rönesans, aydınlanma, sanayileşme ve şimdi de iletişim diye adlandırılan dönemlerin diğer yönlerini, sınıfsal karakterlerini göstermeyecek miyiz?
İtalya Rönesans’ın ürünü Marco Polo, Kristof Kolomb’ların kapitalizmin ihtiyaçlarını temin etme amaçlı serüvenlerinin barbar birikimciliğini feodalizme göre daha ileri bir toplum olduğu gerekçesiyle kapitalizmin önünde diz çökmeyi mi götüreceğiz? “Bütün üretim araçlarının gelişmesi ve ulaşımın alabildiğince kolaylaşması sayesinde burjuvazi, bütün milletleri (…) medeniyet alanı içine çekmektedir. (…) Onları burjuvazi olmaya zorlamaktadır. Tek kelimeyle, burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratmaktadır.” diyen Komünist Manifesto üretim araçları ve mülkiyetlerinin dağınıklığına son verdi. Nüfusu bir araya toplayarak merkezîleştirdi diye “sivil toplum’cuların yaptığı gibi, burjuvazi “yaşasın” demedi. Bunun proletarya devrimi için yarattığı objektif elverişli koşulları tahlil edip, proletarya devriminin kaçınılmazlığını ve nasıl ele alınması gerektiğini gösterdi. “Sivil toplum”cu bayların tarih açıklaması ve anlayışı tam tersidir. Çarpıtmadır. Burjuvazinin hizmetindedir. Osmanlı fethettiği topraklarda, tarihin kesin hükmünü tersine çeviremezdi. Çeviremedi de. Kapitalizm ulusal özlemleri depreştirdi. Kapitalizmin şafağı Osmanlı’nın sözde “hoşgörüsünün bendine niye sığmadı? Onun sözde farklı› kültürlere “son verme kaygısı gütmeyen ortak üslubunu” niye aştı? Çünkü tarih, kendi hükmüyle konuşuyordu. Feodal-merkezi imparatorluk konuşulan bu hüküm karşısında ulusal ayaklanmalarla çalkalanacaktı. Öyle de oldu. Zorunlu olarak parçalandı.
“Sivil toplum’’cuların hangi yücelttiği Osmanlı “hoşgörüsü’’ bu gelişmeyi durdurabilirdi? Hangi Osmanlı “çoğulculuğu” tarihsel gelişmenin akışını önleyebilirdi? Murat Belge’nin övgü düzdüğü “Osmanlı mahallesinin” o büyük gücü (!) hani neredeydi? “Bu yapıda sınıflar arası kültürel ortaklıklar elbette ki İngiltere’ye oranla daha fazla olacaktır.” (Sf. 66) diyen Belge’nin mahalle konağı gerçekten onun dediği gibi: “Batı ile kıyaslandığında… belki de daha ileri bir adım avantajıyla karşılanırsınız, batıda köklü bir demokrasi bile sınıflar arasında uçurumu giderememiştir. Demokratikleşen bir Türkiye’de bu uçurumları ortak bir kültürün değerleriyle kapatmak daha kolay olabilir.” (Sf. 66) rolüne mi sahiptir. Padişah-kul, hilafet-Ümmet’in “uçurum içermeyen” ortak değerde, Osmanlı’ca özlemle bu buluşma projesi, batıtıcı “sivil toplum’’cuların hiç de yadırgamadığımız Atilla İlhan misali oryantalizmine bir ilan-aşktır. Ümmet toplumunu bir yüceltme çağrısıdır. ‹İngiltere’deki barbar uçurumları zorla çevirme hareketlerini bilmiyor değiliz. Fakat bu daha geri bir toplum olan feodalizme ilan-ı aşk etmeyi gerektirmez. Belge’nin yaptığı “Jakobenizm”e öfkesi ile, evrimci yaklaşım ile Osmanlı’ya özlem yolculuğudur. Atatürkçü Atilla İlhan da aynı konakta ikamet etmektedir.
Komprador-bürokrat burjuvazinin temsilcisi olan Kemal’de, başlangıçta Sultan’ın bir görevlisi olarak, onun tahtını kurtarma amaçlı bir yönelimle piyasaya çıkmıştı. İmkansızlığını gördüğünden ötürüdür ki, Enver-Talat Paşa serüvenci çizgisi yerine hiç olmazsa Anadolu parçasını kullanmayı yeğledi. Jön Türk, İttihat ve Terakki, Kemal’in öncülleriydi. Onlar da sultan iktidarına dokunmadan koşullara uyarlama uğraşındaydılar. Sözde “yenilik’’çileri bir kopuş, burjuva demokrat devrim atılımı değil, Osmanlı statükosunu koşullara uygun onarmaydı. Prusya yolunu onu uygulama zorluklarına ve koşullardaki engellere rağmen önemsiyorlardı. Ve zaten Alman astları olarak da mevzilenmişlerdi. Kemalist iktidar koşullarındaki Serbest Cumhuriyet fırkası ile devleti Kemalist klik çatışması, iktidar için bir it dalaşı idi. Serbest Fıkracı “hür teşebüscü”çüler, devlet kontrolünü elde tutan Kemalist komprador-feodallere kıyasla daha çok geleneksel feodal-burjuva eşrafa dayanıyorlardı. Kemalist devlet teşvikiyle güçlendirme imtiyazına sahip egemenlerin yerine bundan yeterince yararlanmayan başka bir egemen klik kesiminin çıkarlarını temsil ediyorlardı. Komprador-bürokrat devlet kapitalistçiliğini, devletçi biçimi niteliğiyle “ilericilik” diye benimseyen, kadro-yön-devrim gibi devlet fideliğine serpilen darbeci solculuğun yanı sıra, Osmanlı çoğulculuğuna (!) dayanan “demokrasicilik” de egemen sınıfların çıkarları temelinde bölünmüş iki büyük blokun yatağından kalkıyorlardı. Biri sözde “Jakobenizm” diğeri anti-determinist ve çıkarlarına zarar verdiği için yukarıdan müdahale karşıtı cemaatçi bir çizgiyi savunuyorlardı.
Aslında Kemalizm: kurtaramadıkları Osmanlıcılığın koşullara rasyonel bir taşınmasıydı. Bazılarının iddia ettikleri gibi burjuva demokratik atılım hiç değildi. Önder Kaypakkaya, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin tahlillerini bilimsel bir şekilde ortaya koydu. Savunduğumuz Kaypakkaya’nın tahlilleridir ve bunlar da 40 yılı aşkındır kamuoyunun dikkatine sunulmuştur. Hayat sunulan tahlilleri doğrulamıştır. Ne oldukları bilindiği için tekrar etmeyeceğiz. Kemalist iktidar feodal-merkezi Osmanlı ceberutunun koşullara uyarlanması olan emperyalistlerin uşağı faşist Cumhuriyetle sonuçlandı. Fark ve esasta devamlılığın bilincinde olan Atilla İlhan gibileri dolaysıyla Osmanlı oryantalizmi ile birleşmiş batıcı sentez önermektedirler. ‘’Osmanlı, muazzam kültür sentezi gerçekleştirdi” diyen Atilla İlhan’ın, oryantalizm eksenli anti-batı reaksiyonu, Osmanlı kültürüne hayranlık oryantalizmine dayanmaktadır. İlhan’ın söylediği gibi Kemal, “Bal gibi bir Jakoben” değildi. Onu, komprador-feodal Türk burjuvazisi ve büyük toprak ağalarının çıkarları temelinde evet akılcı-rasyonel-faşist cumhuriyetçi temelde kullanmıştır. Ama bu emperyalist uşağı, hiçbir şekilde bir “burjuva demokratik devrimcisi” değildi. Neden ve niçinlerine, uygulamalarına, rolüne Kaypakkaya’cı yaklaşımı benimsediğimiz ve savunduğumuz için tekrar girmiyoruz. Osmanlı yayılmacılığının tıkanan-çöken gerçeğine, Osmanlı’ya, feodalizme köklü karşı çıkış değil, onu yeniden koşullara uygun yaratma rasyonelliğiyle vakıf olan Kemal’i, Fransız Jakoben burjuva devrimcileriyle eşit tutmak büyük bir tarih çarpıtıcılığıdır. Onun sözde “Jakoben Türkiye’nin komprador-kapitalist niteliği bugün halen daha bir gerçek iken, bu savunular kimi inandırabilir?
Kısaca ‘’Atüt’’çü Oryantalizm ve Osmanlı Düzeni
Türkiye-Kuzey Kürdistan tarihinin egemenler lehine bu tür resmi yorumunu, Osmanlıcı, TC’ci, devletçi geleneği, bilimsel bir analiz ve sentezle açığa çıkarmada Kaypakkaya yeni bir kilometre taşıdır. Onun MLM bilimi somut koşullara yaratıcı uyarlamasında, özellikle “Cumhuriyet” tarihinin objektif-bilimsel tahlil edilmesi ve doğru dersler çıkarılmasının özel bir yeri vardır. Resmi Kemalist ideolojiyle o güne kadar zehirlenme (ve bugün de devam eden) durumundan, devrimci hareket de muaf değildi. Orducu-darbeci solculuk, Kaypakkaya’nın çıkışıyla deşifre oluyordu. MLM’nin rehberliğinde devrimimizin genel stratejik siyasi önder çizgiyle gerçek anlamda sistem dışına çıkan, alternatif güzergâh artık fiilen gündemdeydi. Onun Cumhuriyet Tarihi ve Kemalizm değerlendirmeleri gericiliğin gizlenme barikatlarını› parçalayarak kamuoyuna ulaşılmıştır. Diğer bütün konular gibi, tarih anlayışındaki Kaypakkaya’cı nitel gelişmeyi (ülkemiz açısından) temsil etme ve uygulamadaki zayıflıklaırmızın da bu vesileyle altını çizmek istiyoruz. Bugün de Türkiye-Kuzey Kürdistan tarihi ile ilgili önemli tartışmalar vardır. Örneğin denilmektedir ki; “Osmanlı› toplumunu devlet kurdu. Batı’da ise devleti toplum kurdu. Osmanlı düzeni Batı’daki gibi bir evrim yaşamadan kuruldu. Asya Üretim Tarz› (AÜT) feodalizm değil, başka bir şeydi” Osmanlı’da Batı’daki imparatorluklar gibi tarih sahnesine barbar fetihlerle çıktılar. Barbarlık sadece Osmanlı’ya has değil, Batı’nın mutlakiyetçi feodal krallıklaırnın ve kapitalizmin de özelliğidir.
Despotizmi toplumsal koşullarıyla izah etme yerine, genel bir öfkeyle yermeyi marifet biliyor değiliz. Görüşümüzce, Osmanlı, feodal askeri merkezi bir imparatorluktur. AÜT, feodal üretim tarzının, Osmanlı koşullarında aldığı özgün bir biçimdir. Tımar sistemi bu özgün tipteki üretim biçiminin ilk aşamasıydı. Batı’da feodal iktidar dağınık konfederasyonal bir biçimdeydi. Bunu sebepleriyle açıklamak yerine “ademi merkeziyetçilik” gerekçesiyle barbarlık dışı bir üretim dinamiği olarak sunanlar vardır. Biçimsel farklılıklarına rağmen, despotizm hem Osmanlı Padişahları hem batı mutlak monarşisinin ortak özelliğiydi. Bazıları diyordu ki; Osmanlı’lar feodalizmi değil, “tasarruf hakkı’na dayanan bir ön feodalite dönemi yaşadılar.” Ünlü tarihçi Braudel’e dayandırılan bu görüşlere katılmıyoruz. Osmanlı feodalizminin ilk aşamasının olguları tımar ve sipahiler hep çıktıkları gibi kalmadılar. Koşullara bağlı› olarak şekillendiler. Vergi ve haraçların üzerine yatan, zengin maden kaynaklar üzerinde katı bir hakimiyet sürdüren Osmanlı ile batıda durum farklı› gelişti. Werner bu gelişme ve nedenleriyle ilgilenmiştir. Barikatta rol oynayan asıl faktörün “despotizm” olduğuna işaret etmişti. Batı’daki parçalı feodal yapının özgün gelişme yolundaki rolünü yadsımasak da batı feodalizmini despotizm dışı gösteremeyiz. Marks sadece öncekileri değil, kapitalist sermayenin “mülksüzleştirme tarihi… insanlık tarihinden silinmez kan ve ateşten harflerle yazılıdır.” diyordu.
“Sermaye, her yanında kan ve çamur saçarak dünyaya gelir (…) Marks’ın da belirttiği gibi, kapitalizmde ‘despotizm dışı ele alınamaz. Meseleyi despotik ya da değil ikileminde ele almak kısır bir döngüdür. Şimdi yapıldığı gibi ‘’uygarlığı’’ kutsamak ‘’iyidir’’ diye tapınmak için değil, ilkel toplumdan, özel mülkiyet dünyasına (sınıflı toplum) çıkışı betimlemek olan ‘’barbarlık ’tan ‘’uygarlığa’’ geçiş diye Marks ve Engels’teki açıklamalar özel mülkiyetin doğuşu ve ona götüren sebep ve gelişmeleri açıklayan bilimsel yaklaşımlar ve yine bunların farklı› koşullara bağlı olarak Avrupa ve Asya’da aldığı zorunlu farklı› biçimler çarpıtılmaktadır. Evet Karl Marks Kapital’in 1. cildinde, “başlangıçta bölünmemiş olan doğulu mülkiyetin çözülmesinden sonra ve köleliğin ciddi bir biçimde üretimi işgalinden önce” ile ilişkisi içinde despotizmi ele alıp incelemektedir. Fakat bu hiçbir zaman çarpıtıcıların yaptığı gibi, Batı’daki gelişmenin “güler yüzlü”, “vicdanlı›”, “barbar ve baskıcı olmayan” bir şekilde savunulması› değildir.”
Osmanlı’nın merkezi ve askeri devlet geleneğinden gelen (koşullardan soyutlanamayacak) Machiavelli’n de belirttiği gibi katı, zor ve vahşet uygulamalarını, özde aynı olan diğer imparatorlukların görece farklı özelliklerini gerekçe edip onları vicdanlı diye aklamak durumuna çıkanlar, tarihi doğru yorumlayamazlar. Sebeplerden kopuk, birbirlerinin karşısına konularak tercih yapılan; Osmanlı ya da batı “hoş görücülüğü” yorumcularının hiçbir gelişmeyi, özgün biçimlerini ve koşulların› tarafgir-şartlanmış tarihçilikleri itibariyle objektif-bilimsel ortaya koyma durumunda olamazlar.
Görüşümüzce, feodal toplum dışı sayılamayacak askeri-feodal Osmanlı imparatorluğunda, patriarkal ilişkiler feodalizme geçiş döneminde yaygın ve güçlüydü. Güçlü merkezi devlet olgusu, batı ile özgün bir farktı. Al Osman hanedanı efsane bir kutsallığa bürünmüştü. Tanrı’nın bu yeryüzündeki “suretinin yetkileri paylaştırılamaz, sınırsızlığına kem gözle bakılamazdı. Haşmetlerinin devletinin bu özgün özelliklerinin katı tutuculuğu elbette bir olgudur. Üretim ilişkilerinin gelişmesinin engellenmesine vurulmuş çok daha katı bir gemdi. Tabi tarih hükmünü okuyacaktı. Baba İshak’tan Şeyh Bedrettin’e halk hareketleri kanlı bastırılmış olsalar da Osmanlı toplumunun gerçeğiydiler. Feodal ilişkilerin ve feodal beylerin gücü Osmanlı toplum özgüllüğünde, Al Osman ve İslam’ın yeryüzündeki bir tanrısının gücüne ortak olamazdı. Batı’ya kıyasla bu özgün durum, Osmanlı devletine çok daha katı bir despotik biçim kazandırıyordu.
Osmanlı toplumunun koşullarına göre İslam’ın yönlendirdiği bir hukuk düzeni vardı. Fethettikleri topraklardaki üretim biçimlerini Osmanlı’lar daha geri düzeyde oldukları için değiştiremiyorlardı. Bu açıdan imparatorluk sınırları içinde, mesela toprak hukuku çeşitlilik gösteriyordu. Devlet desteğindeki askeri “milli arazinin yanı sıra değişik statüde topraklar da vardı.
Osmanlı sultanlarının emir ve fermanlarını ifade eden örfi hukuk giderek kanunnamelere ulaşıyordu. Fatih ve Kanuni döneminde sistematik hükümler doğrultusunda gelişmeler buna örnek teşkil etmektedir. Koşullara bağlı olarak özgün biçimlerde, tüm toplumlar, ilkel-köleci-feodal toplum aşamalarını yaşamışlardır. Çin’i de “temelde farklı” “asyatik tarz” içinde gösteren ATÜT’çülere, Çin tarihinin ayrıntılı bir değerlendirmesini yapan Mao Zedung’dan bir cevap verelim. “Çin ilkel toplumun dağılıp, sınıflı toplumun doğuşundan beri dört bin yıl boyunca köleci toplumdan ve feodal toplumdan geçti” (J
Tıpkı “ATÜT”çüler gibi, Cen Boda ve diğer Troçkistler Çin’de köleci toplumun olmadığını-yaşanmadığını söylemişlerdir. İnsan toplumunun değişik biçimlerinin sadece lokal bazı sınıflara hapsedilmesi, Marksizm’in evrensel gerçeğinin yadsınması amaçlıdır. Buradan çıkarak Çin’deki revizyonistler nasıl “Sosyalizm Marksizm Çin’in yolu olamaz” diyorlardıysa, bizde de aynı sesler ifade edilmektedir. Köleci toplumun sonlarına doğru, feodal üretim ilişkilerinin belirlediği koşullarda hanedanlarda, devlet toprak mülkiyeti Çin’de “Jing”özgül biçimindeydi. “Kamu toprağı” ilan edilen “Jing”lerde toprak imparatora bağlı köle sahiplerine prenslere ve diğerlerine paylaştırılıyordu. Gelişen üretici güçlere bağlı olarak böyle topraklar dışında “özel toprak” ta görülmeye başlandı. Bunların artığı, “Jing” sisteminin çöküşünü hızlandırdı. Konfüçyüs’ün deyimiyle “dünya pusulasını şaşırmış” değil, köleci düzen miladını doldurmuştu. Ayakta kalamazdı. Bir devir, feodalizmle geride bırakılıyordu. “ATÜT”ü, Marks’ın ortaya koyduğu toplum biçimleri dışında ele alanların, Çin’de aradıkları dayanaklar ancak Cen Boda revizyonizminin idealist tarih anlayışı olabilir. Konfüçyüsçü lük olabilir.
Sadece feodalizm değil, feodalizm öncesi de eski doğu toplum düzenlerinde vergi denilen rant ve köleci sömürü biçimleri mevcuttu. Doğu coğrafyasının bizzat kendisinde bile farklı tarihsel koşulları gelişmelerin (kendi özgün çelişkilerinin özgün niteliği gereği) ayrı özellikler göstermesine yol açmıştır. Genel olarak doğuda ilkel Batı köleciliği ile kıyaslandığında, eski ilkel toplum kalıntıları, yaygın patriyorkal ilişkiler dolaysıyla gelişmeler farklı özellikler (biçimde) taşınmıştır. Özgüllükleri, özgüllükle değil, tamamıyla “öz olarak farklı” biçimde sunanların, kültürel seviye gerekçeleri de koftur. Mısır-Babil kültürü önceleri Helen ve Romalılara yol gösteriyordu. Astronomi- matematik- tıp- alfabe Doğu’nun ilkel köleci toplumlarında vardı. Helen ve Romalılar bunu alarak ilerlettiler. “Assai” tanımlama Marks ve Engels’te farklı› bir toplum biçimi değil, izah ettikleri biçimlerin özgün özelliklerine vurguydu. Örneğin, feodalizmin “Türk” boylarındaki biçimlerinin özgün göçebe özelliğine bakıp buralar “feodalizm değildi” diyenler çoktur. Mesela, Osmanlı’daki Tımar sistemi, Benifiüzm’den özde farklı değildi. Feodal rant ikisinin gerçekliğidir. Batı’daki serflik-senyör lük klasik tarzına “benzemiyor” gerekçesiyle, toprağı elinde tutan padişah ve beyler, süren feodal toprak rantı, (emek-rant, ürün-rant ve diğer) (para-rant daha geri) görmezden mi gelinecek? Gelinmeyenlere niye Osmanlı, feodal düzen dışında, özel bir ATÜT toplum biçimi(!) şeklinde ele alınmaktadır. Bu tamamıyla yanlıştır.
Bilimsel Yöntem, Deney Kabının Çeperine Sığmaz
Bağımlı köylülük Osmanlı toplumunda yok mudur? Bağımlı köylülüğün durumundaki özgün farklılıklar vardı. Bu farklılıklar nedenleriyle incelenir. Bunun yerine serfliğe benzemiyor diye, özde aynı olan bağımlı köylülüğü başka bir toplum biçimi göstermek yanlıştır. Reaya, Osmanlı bağımlı köylülük statüsüdür. Bağımlı köylü kendi üretim araçlarıyla toprağı islemektedir. (Devredilen toprak parçalarını) Mülkün sahibi ise devlet, bey ya da başka kurumlardır (padişah tepededir). Köylülüğün artı emeğine el konulmaktadır. Bu feodalizm dışı bir şey midir? Toprağın sahibi, devlet bey ya da kurumlardır, köylü onlara bağlıdır, işlettiği toprakta, toprağın sahiplerince köylünün artı ürünü gasp edilerek alınmaktadır. Angarya, vergi de işin diğer yönleridir. ATÜT’çüler bunları “feodalizm dışı” diyerek nereye koyacaklardır? Kaldı ki, feodalizmi sadece serflik ekseninde açıklayamayız. Feodalizm öncesi, sonrası dönemlerde de bu vardı. Marks Engels’e mektubunda şöyle diyordu: “Mutlaka ki serflik ve bağımlılık ortaçağsal feodal biçime özgü değildir. Biz buna fatihlerin toprağı yerli halka kendi hesaplarına ilettikleri her yerde veya hemen hemen her yerde rastlıyoruz” (K)
Evet, feodalizminde bir olgusudur serflik. Yanlış olan tek yanlı ele almaktır. Kapital’in 1.cildinin birinci önsözünde Marks, “ekonomik formların tahlilinde ne mikroskop ne de deney kabı hizmet görür, soyutlama gücü her ikisinin de yerine geçmelidir” (L)
Çelişki şeylerin özüdür. Şeylerin çelişkili-karmaşık özleri kavranmadığında, herhangi bir ekonomik biçimin içinde daha önceki eski ya da geleceğin yeni fenomenleri görüldüğünde, “bu, hiçbir toplumsal biçime benzemiyor. Yepyeni bir biçim” denilecektir. “ATÜT”çülerin yaptığı da böyledir. Formları Marks’ın deyimiyle “mikroskop” cam› ve “deney kabı” ile sınırlı bir ele alışla, “soyutlama gücü” gösterilemez. Ampirikten genellemeye geçilmeden şeyler kavranamaz. Evet yüzmeyi öğrenmek için suya girilmelidir. Örenme ampirik başlamakla yetinilemez, genellemeye geçmek kavramak için şarttır. Tahlili sentezle birleştirmeliyiz. Ampirikritist felsefenin-çizgiden bunu yapmasını bekleyemeyiz- yapamamakta, yapmaya çalıştıkları yerde de “ATÜT” sentezinde olduğu gibi; Marksist bilime tezat yürüyüşleri ile sapmaktadırlar.
Öşür, haraç, miri arazi gibi değişik biçimler içeren toprak hukuku statüleri bilinmektedir. Haraç ve öşür statüsündeki topraklar fiili olarak Osmanlı’nın değil, mülk sahibi sınıfın elindeydi. Tabi Padişah’ın belirlenmiş haracı, bu statülerde de tartışılmaz bir üstünlüktü. Miri arazide ise, mülkiyet hakkı tamamen Osmanlı’nındı (hukuken). Ancak, askeri hizmet arz edenlere bu topraklar tasarruf hakkı çerçevesinde veriliyor ve tabi vergileri de alınıyordu. Osmanlı, “köleci üretim biçimini yaşamadı” tezi de doğru değildir. Batı Roma’da daha yaygın yaşanan kölecilik, Osmanlı’da da mevcuttu. Hammer, Baron de Busbec gibi tarihçiler bunu somut verileriyle ortaya koymuşlardır. Köleciliğin feodalizmle aşıldığı Batı’ya rağmen aynı dönemde Osmanlı’da kölecilik nispeten yine görülmekteydi. Daha geri toplumsal düzeniyle alakalı bu durumun anlaşılması zor değildir. Feodal düzen doğrultusunda gelişen üretim ilişkileri aynı zamanda komünal-patriyorkal ilişkilerle de iç içe idi. Daha geri patriyorkal ilişkilerin merkezi Osmanlı devlet yapısının biçimlenişlerindeki rolü de anlaşılabilir. Keza, Bizans komünleri (metrokomşa) ve Slav göçleriyle oluşturulan Slav komünleri de Bizans despotizminin oluşmasında rol oynuyorlardı. Kısacası devlet şekillenmesi, toplumsal temellerle ilişkiliydi. Bizans-Osmanlı› devamlılığına tarihçiler, somut verilerle işaret etmektedirler. Farkları da vardır (Türkmen boylarının yanı sıra aşiret bağları gibi). Çöken Bizans’ın yıkıntıları yanı sıra yükselen Osmanlı devraldığı temel itibarıyla da feodalizm dışı tasavvur edilemez.
Feodalizm döneminde bilindiği gibi Doğu Avrupa ve Asya’da merkezi devlet ortaya çıkmıştı. Batı’da merkezi devletler daha sonra ortaya çıktı. Kapitalist pazarda doğan ulus Batı’da burjuvazinin önderliğinde iç pazarların birleştirilmesi temelindeki milli hareketlerle ekonominin dağınık-bölünmüş özelliğine son verdi. İç pazarları birleştirdi. Birleştirilen iç pazar ekonomik temeli üzerinde Batı Avrupa’nın merkezi devletleri kuruldu. Burada bir soru sormak istiyoruz. Despotizmi merkezi devlet olgusuyla açıklayanlar, despotizmi “Asyatik” merkezi devlet örgütlenmesine bağlayanlar sivil toplum diye yücelttikleri Avrupa’daki merkezi devlet meselesinde daha önceki teorilerinin (Asya’yı izah ederken rehber aldıkları›) çürük olduğunu neden görmüyorlar. “Despotizm-milliyetçilik” diyen “Sivil toplum’cuların tezlerinin çürüklüğü, bizzat kendilerinin “demokrasi kalesi” gösterdikleri, Batı’nın merkezi burjuva toplum örneğinde çürüklüğünü bizzat kendisi ispatlamıştır. Evet biz burjuva devrimlerin insanlığın ilerleyişinde ileri bir atılım olduğunu söylüyor, feodalizmi tasfiye ederek oluşturulan burjuva devletlerin o dönemdeki ileri rolünü görüyoruz. İktisadi-siyasal-sosyal içerikleriyle değil de meseleyi merkezi-parçalı ikilem içerisinde ele alanların teorisi çıkmazdadır.
Ne klasik Osmanlı’da gerici-ümmetçi ideoloji ve ne de “çağdaş” markalı burjuva “sivil toplum’culuk teorisyenleri, Osmanlı toplum yapısını bilimsel izah edememektedirler. İdeoloji ve onun şekillendirdiği çizgileri, temsil ettikleri sınıflar doğal olarak onları böyle olmaya götürmektedir. Boyunduruk altına aldıkları topraklarda büyük askeri güçlerine-askeri devlet üstünlüklerine rağmen geri ekonomik düzeyleri yüzünden siyasi-askeri ilhak gerçekleştirseler de ekonomik ilhakı gerçekleştirmeye-yerli ekonomileri dağıtmaya gücü yetmeyen Osmanlı’yı “insaflı-yerli halklara-kültürlere saygılı” gösterenlerin çarpıtmaları açıktır. Burjuva “sivil toplum”cular, “Batı’da devleti toplum kurdu, Türkiye gibi yerlerde de devlet toplum kurdu” gibi bir tez öne sürmektedirler.
Hobbes, Hegel, Kant, Rousseau yaklaşımlarını burada incelemeyeceğiz. Marks-Engels bunları incelediler. Bu mirastan doğru olan her her şeyi alırken idealizmi de-kaba materyalizmi de eleştirdiler. Bunların da ayrıntılı bir açıklamasını burada yapacak değiliz. Onlar devletin, örgütlenişini “toplumun yoğunlaşmış ve örgütlenmiş gücü” olarak tanımladılar. Kısaca devlet, toplumun sınıflara bölünmesinin bir sonucuydu. Marks’ın materyalist tarih anlayışı karşısında, karşıtları dahi duramamaktadırlar. Devleti, toplumsal gelişmenin sınıflar aşamasının sonucu değil de devleti önce ve toplumu ona kurduran sonraki bir aşama olarak sunan yaklaşım, “Türkiye toplumunu devlet yarattı” tezinde kendisini ele vermektedir. Avrupa, Asya ve her yerde, devlet toplumsal gelişmenin sınıflara ulaşması aşamasının sonucu ve “toplumun yoğunlaşmış-örgütlenmiş gücü” olarak doğdu.
Sınıf Teorisi dergisinin 1.sayısında yayımlanan “Eski Toplum ve Devleti Aşmak Ama Nasıl?” yazısında bu konu kısaca ele alınmış, bazı hatalı yaklaşımlara cevap verilmişti. Yinelemeden şunu söyleyelim. Toplumsal gelişmenin kendine özgün yanlarına göre şekilli-kendine has biçimleri içeren devleti, her yerde özünde toplum kurutur. Rusya’da, Lenin’e karşı buna itiraz vardı. Önemli tartışmalar yürütülmüştü. Onları da bu kısa yazıda ele alma imkânımız yok. Rusya’da kapitalizmin gelişmesi eserinde Lenin, Rus devletinin toplumsal koşullarla ilişkisini irdeledi. Yeniden incelenmesine dikkat çekmek isteriz. Devlet her yerde toplumdan soyut değildi. Onun dışında tepeden gelmedi. Bu Türkiye-Kuzey Kürdistan için de böyledir. Örneğin Batı’nın toplumsal koşullarında feodal devlet şimdi Türkiye-Kuzey Kürdistan denilen coğrafyaya kıyasla çok ileri köleci meta ekonomisinden beslenerek yükseldi. Özgün biçimlenişte tabii ki bu önemli faktördür. Şunu da belirtelim, toplumdan-devlete genel çizgisinin altını çizerken, toplumun ilerletilmesinde devletin rolünü yadsıyan kaba materyalist çizgiye de karşıyız. Kaba ekonomist yoruma, MLM öteden beri keskin meydan okudu. Toplumun gelişmesinde siyaseti-iktidarı edilgen değil etkin rolleriyle, alt yapıyla diyalektik ilişki içinde ele aldı. Bu yazımızın ilgili Pasajlarında da ele aldığımız için geçiyoruz. İşaret ettiğimiz, devletin kuruluşunu açıklayan genel yaklaşımda, baş üstü duran gelişmeyi tersyüz ederek açıklayan genel tapmaya işaret ederken gelişmede siyasal iktidarın rolü gelişmeyi kavrayan bilinçli müdahalede çizginin tayin ediciliğine de yine dikkat çekmek isteriz.
Engels “devlet topluma dışarıdan empoze edilen bir güç asla değildir” O, “toplumdan kaynaklanan ama kendisini onun üstünde tutan ve giderek ona yabancılaşan güç’’(Engels) Atina-Roma-Germen gibi özgün biçimler almıştır.
Burjuva toplum, kapitalizmin ürünüdür. Sivil toplumun “Batı’da ortaya çakması, şehirlerin oluşumu ile paraleldir” diyen Murat Belge’ci yaklaşımlara soralım. Bizans ve Doğu’da daha önce şehirleşme vardı. Neden burjuva toplum, önceden şehirlere sahip olmalarına rağmen burada gündeme gelmedi? Kentlerin belediyeciliğin rolünü yadsıdığımızdan değil, burjuva toplumu-kentin otomatik sonucu gösteren anlayışla, meselenin tek yanlı izah edilemeyeceğini söylüyoruz. Doğrudur burjuva toplum Batı’da, feodalizme-feodal mutlakiyetçi iktidara karşı artık onun içine sığmayan güçlerin mücadelesi içinde oluştu. Ve yine doğrudur M. Kemal’in temsil ettiği komprador-bürokrat-feodal Türk burjuvazisi, iç dinamiğiyle gelişen milli kapitalizm dinamizmini ifade etmiyordu. Kaypakkaya’cı tahlillerin ispatladığı gibi, emperyalizmin uşağı, anti-emperyalist değil, emperyalizmle didişmesi, anti-işgalcilik boyutundaydı. Bu niteliğinden dolayıdır ki, M. Kemal liderliğindeki Kemalist hareketin önderliği, ezilen kitlelerin muazzam anti-emperyalist öfkesinin, kahramanca mücadelelerinin bağımsızlıkla sonuçlanmasına, feodalizmi aşmasına engeldiler. Halkı’n öfkesini, önderliği ele geçirmiş olmaları avantajıyla kendi komprador-feodal iktidar yönelimleri için bin bir aldatmacayla çok maharetli kullandılar. Sınıf nitelikleri, yaratıklar iktidar ile de sabittir. Feodalizmin tasfiyesi yok. Sömürgecilik- yarı sömürgecilikle yer değiştirdi. Yarı feodal toplum devam etti. Amacı, Batı burjuvazisi gibi (Burjuva demokratik devrimleri dönemi) olsaydı, durum öyle sonuçlanır mıydı? Kemalistler ne anti feodal ne de gerçek anlamda anti emperyalist değillerdi. Zaferleriyle tesis ettiği toplum gerçeğinin ispatladığı da budur. Biçimsel batıcı nosyonlar (medeni kanun vb.) aldatıcı olmamalıdır. Tanzimat’tan-günümüze kadar bu nosyonlar Türk komprador feodallerinin (niyetlerini tartışmıyoruz) bir bakıma ağızlarında çiğnedikleri sakız olmuştur. Haklarını yiyecek değiliz. Sivil toplumcu liberaller, Kemal’e hep “mesafeli” durmuşlardır. Onu, milli burjuvazi batı felsefesini benimsemiş demişlerdir, fazla tepeden inmeci “Jakoben” ve “yukarıdan çok fazla müdahaleci devrimci” gördükleri için, liberal ideolojik tercihleri gereği “mesafeli” kalmışlar, Kemal’i “keskin” savunmamışlardır. (!). Aynı itirazları Lenin’e de yöneltmişlerdir. Kemal’e doğru temelde değil, liberal ideolojiyle bu karşı çıkış çizgisi yanlıştır. Karşı devrimci niteliğe sahip diye, Kemal’e ümmet eksenli, burjuva liberal yönelimli itirazları “işimize geliyor” pragmatizmi ile yutacak değiliz.
Emperyalizmin ‘’Müstemleke ’si Osmanlı’dan Yarı Sömürge Cumhuriyet’e!
Feodal Osmanlı imparatorluğu 16.yüzyıl sonlarında muazzam bir kriz içindeydi. Katı feodal rejim, iç dinamiklerini engelliyor, kanlı zorbalıklarla frenlemeye çalışıyor, köylü-esnaf-zanaatkarlar› yıkıma sürüklüyordu. Yeterli sermaye birikimini ve diğer dinamiklerin gelişmesini engelleyen Osmanlı, Batı Avrupa’daki kapitalist gelişmeye ayak uyduramıyordu. Statükoyu koruma gayretindeki Osmanlı, Batı kapitalizminin daha çok kontrolüne giriyor, yeniliyor, çöküş süreci süratle ilerliyordu. Çaresiz kalan Osmanlı statükoculuğu, teslimiyet yoluna giriyor, kapitülasyonlarla Batı kapitalizmine bağımlılığı derinleşiyordu. Osmanlı’lar üzerindeki hegemonya çalışmaları gereği Rusya’nın yayılmasına karşı Marks ve Engels’in de Doğu Sorunu eserlerinde ortaya koydukları gibi Batı kapitalizmi önceleri, Osmanlı’da kendi kontrolleri ve çakarları için statükonun korunması siyaseti izlediler. Statüko çıkarları ile çakışıyordu. Kendilerine bağımlı Osmanlı düzeninin geriliklerinde Batı hegemonyasının da önemli rolü vardı. Bat’nın ekonomik-siyasi üstünlüğü ve çıkarları giderek Osmanlı›’nın parçalanmasını gündemleştirmişti.
Osmanlı’da “ilkel sermaye birikimi hiç yoktu, hiçbir iç dinamiğe sahip değillerdi” demiyoruz. Geriydi ve Batı kapitalizminin kontrolündeydi. Ticareti kontrol edenler de Batı acentesi durumundaki özellikle Rum ve Ermeni burjuvazisiydi. İslam ayrıcalığına, feodal askeri Osmanlı üstünlüğüne rağmen, ekonomik gerçek buydu. 17.yüzyılla birlikte ulusal uyanışlar da başlamıştı. (Osmanlı topraklarında) 19.yüzyılla gelişme sürecinde Balkanlar ve diğer yerler kaynadı Askeri bastırma tek başına sonuç alamazdı. Yaşananların ispatladığı da buydu. Çıkmaza sözde çare için, “Tanzimat” gibi dönemlerde Osmanlı’nın Batı’ya tanıdığı ticari ayrıcalıklar daha da derinleşti. 1838 Ticaret Sözleşmesi, İngiliz Kapitalizmi ’ne sınırsız at oynatma ayrıcalığıydı. Kapitülasyonlar, ileri aşamalara ulaşmıştı. Osmanlı Bat’nın serbest çiftliği haline getirildi. Serbest Ticaret antlaşmalarıyla bu teyit edildi. Antlaşmayla garantilenen 18401870 döneminde ipler tamamıyla yabancı› kapitalizmin elindeydi. Madenler üzerindeki Osmanlı kontrolü de yıkıldı. Osmanlı bütçesi tam tıkırdı. Tamamıyla iflas etmişti Kurulan Duyun-i Umumiye yönetimiyle, Batı bütçe kontrolünü de doğrudan ele aldı. Zaten Osmanlı’yı elde tutma fiili bir durumdu ve durum resmi bir hukuka da kavuşturuldu. “Tanzimat’ın adına yenilik denilen reformculuğu buydu. Batı kapitalizmine tam teslimiyet! Girilmiş süreç, sömürgecileşme süreciydi. Osmanlı devleti üzerinde hâkim olan Bat güçleri arasında aynı zamanda ciddi bir rekabet vardı.
Meşrutiyet ve 1908 çıkışları da emperyalizme karşı direnme değil, Osmanlı bürokratlarının Osmanlı düzeninin özüne dokunmayan onarma girişimleridir. Beklendiği gibi çöküş durdurulamadı. M. Kemal de, Damat Ferit Vahdettin yönetiminin özüne karşı değildi. Kurtulamayacaklarını görüyordu. Uyanıklığı buradaydı. Ancak o da komprador-feodal sınıfların temsilcisiydi (Bkz- Kaypakkaya, Bütün Yazılar). 1930 iktisat kongresinin onayladığı ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da kapitalizmin önemli bir özelliği olan bürokrat komprador kapitalizm bazılarının iddia ettiği gibi sadece devlet tarafından geliştirilen, devlet mülkiyetindeki kapitalizmle sınırlı değildir. Devlet mülkiyeti altında olmayan komprador feodal sermayeyi de kapsayan bürokrat komprador kapitalizm üzerinde kongremiz de durmuş, ‘’ideoloji: MLM’’ belgesiyle de kamuoyuna sunmuştu. Bürokrat kapitalizm emperyalizme bağımlıdır ve kendisi gibi emperyalizmin sosyal dayanağı olan feodalizmden kopuk değildir. Bürokrat-komprador kapitalizmin ezilen ülkelerde yarı feodal temel üzerinde gelişmektedir. Kapitalizmin (emperyalizme bağımlı) yarı feodal yarı sömürge ülkelerde özgün biçimidir. Bu özgün biçimde, komprador burjuvazi büyük toprak ağaları-büyük bankerlerin iç-içeliği söz konusudur. Aynı zamanda emperyalizme bağımlı tekelci bir yön de taşır. Devletçi-ithal ikameci-özelleştirmeci adlarla, bürokrat-komprador kapitalizm, bugüne kadar ülkemiz kapitalizminin özgün bir özelliği olmaya devam etmiştir.
Bir soruna daha değinelim. Herhangi bir hareket öncesi-anı ve sonrasıyla tarihsel süreç içinde ele alınmalıdır. Kemalist harekete de böyle bakıldığında eğer bu hareket iddia edildiği gibi anti feodal-anti emperyalist, milli bir hareket olsaydı, karşı olduğu söylenilen (yarı sömürge-yar› feodal) şeylerin pekiştirilmesiyle mi sonuçlanırdı? Denilecek ki “ya koşulları ya güç dengeleri”. Peki iktidarı ele geçiren Kemalistlerin iktidarı altında feodalizmin tasfiyesi, emperyalist bağımlılığının aşılması bir yana çabası da yok! Üstelik Ordu merkezli 80 yılı aşkındır süren Kemalist iktidar gerçekliğinde, feodalizm-emperyalist bağımlılık vb. bugün de Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın bir numaralı sorunlarıdır. Buradan dahi anlamak isteyenler tarafından anlaşılabilinir ki, Kemalistler anti emperyalist-anti feodal değil, Türk komprador burjuvazisi ve feodallerinin temsilcisiydi. Burjuva demokratik devrim temsilcileri değil, öyle olsalardı› 80 yılı aşkın iktidarı dönemine rağmen, Demokratik Devrim şimdi de Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın birinci meselesi olur muydu? Lafına bakılırsa, Tanzimatçılar Meşrutiyetçilerle, “Burjuva demokratik’’ çizgiyi benimsediklerini söylemiyorlar mıydı? Oysa bunlar çöküşle giden egemen sınıflar sisteminin, geçilen dünya koşullarına bağlı olarak, yeniden diriltilmesini ifade etmekteydiler. Bunun umutsuz bir çaba olduğu görüldü, görülecektir!
Öyle bir “anti emperyalizm” ve “bağımsızlık” ki Kemalist iktidar Duyun-u Umumiye borçlarını devraldı. 1925 Paris Toplantısı ile 1912 yılı öncesi borçlarının %62’si, 1912 yılı sonrası borçların da yüzde 77’si üstlenildi. (Osmanlı devletinin dağılmasında sonra bilindiği gibi 16 devlet doğmuştur). “Cumhuriyet Türkiye” sinde emperyalist sermaye ayrıcalıklı cirit atmaya devam etti. Kurtuluş Savaşı yıllarında, Kemalistlerle emperyalistler arası› uşaklık ilişkilerinde de aynı durum zaten devam ediyordu. Cumhuriyetle, Ereğli kömür madeni işletmeleri ayrıcalığı İtalyanlara devredilmişti. Devir işlemini TBMM ve Kemal onayladı. Dikkat edilsin bu bir kiraya verme işletme hakkı vererek yerli ayrıcalıkları koruma biçiminde bir siyaset değildir. “Solcu” denilen İzmir İktisat Kongresi, Chester’e (Amerika sermaye grubu) özel ayrıcalıklar tanıdı. Musul-Kerkük zengin yataklarında ayrıcalıklı kontrollerine onay veren anlaşmayı ilan eden 1923 Meclisidir. Bir iki liman yapma karşılığı, kaynakların haraç-mezat peşkeş çekilmesinde Kemalistler öncüydü. Sözde konulan, emperyalistlerin belediye sınırlarında mal edinme sınırlamaları, 1924’te kaldırılıyordu. Yabancıların “Türk” denilen şirketlerde %49 Oran’ına kadar pay sahibi olmalar› 1927 Teşvik-i Sanayi kanunuyla resmîleştirildi.
Sovyetlerde Savaş Komünizmi döneminde, Osmanlı maden ocakları vb. konularda emperyalistlere tanınan olanaklar var denilebilirdi. Doğrudur. Ancak çok daha doğru olan ve asla unutulmaması gereken şudur ki, sosyalist-mülkiyet korunuyor. Bu mülkiyete hiçbir taciz kabul edilmiyor, antlaşmalar işletme hakkı ve bundan pay alma biçiminde yapılıp uygulanıyordu. Bu açıdan, “Cumhuriyet Türkiye’sinin emperyalizme bağımlılığını, Sovyetler ’in özgül, bazı zorunlu siyasetleriyle kıyaslamak boş bir gayrettir. Emperyalist sermaye, Türkiye-Kuzey Kürdistan ekonomisi üzerindeki üstünlüğünü sürdürüyor, bankacılık sistemi ve ticareti yönlendirmeye devam ediyordu. Sömürge koşullarına kıyasla yarı sömürgecilik koşullarında yerli egemenlere bazı haklar kabul edilmişti, dolaysıyla yük relatif olarak nispeten azalmıştı. Ancak emperyalizme bağımlılık devam ediyordu. Böyle bir durumdaki Türkiye-Kuzey Kürdistan, Sovyet özgül siyasetleriyle nasıl kıyaslanıp, Kemalistler mazur görülebilir? Zaten temel mesele buradadır. Yabancı sermaye ile, hiçbir şekilde ilişki olmazı mutlaklaştırmıyoruz. Emperyalist boyunduruğa-yarı sömürgeciliğe rıza başkadır. Devletler arası karşılıklı çıkarlara dayanan, içişlere karışmalarına siyasi iktidarı-ekonomiyi yönlendirmelerine asla izin verilmeyecek anlaşmalar başkadır. Emperyalizme, Kemalistlerin yaptığı gibi dolaylı köleliktir (Yar› sömürgeciliğe itaat). Lozan’da emperyalistlerin kabul ettiği Türkiye-Kuzey Kürdistan, yarı sömürge bir Türkiye-Kuzey Kürdistan idi. Lozan Ticaret sözleşmesi somut örnektir. Kabul edilen Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın Kemalist iktidarı eski gümrük antlaşmalarını (Osmanlı’yı sömürgeleştirmeyi derinleştiren) 1929 yılına kadar kabul etmişti. Bu, Türkiye-Kuzey Kürdistan Pazarı’nın emperyalistlerin cirit atmasına, korumasız açılması değil midir?
Komprador-feodal Kemalistlerin pragmatistçe “Bolşevik” olduklarını söylediklerine de tanığız. Bolşevik değil, ona düşman oldukları kadar, emperyalist uşaklıkları da doğrudur. Ekim Devrimi’ni dünyada Emperyalizm ve Proleter Devrimler çağını açan ve saçtığı kızıl ışıklarla, dünyanın değişik bölgelerinde tayin edici rolüyle yarattığı komünist hareket ve teşvik edip ilerlettiği sosyalizm ve müttefiki olarak Ulusal Kurtuluş Hareketleriyle görmeyenler, burjuvazinin de gerisindedirler (Onlar dahi Ekim Devrimi’nin bu rolünü itiraf etmek zorunda kaldılar). Ekim Devrimi’ne, bilinçli müdahale öncülük ve önderlik rolü itibarıyla dudak bükenler, onun işçi-köylü-asker Sovyetlerini, burjuva jakobenizmle karıştıranlar burjuva darbeye indirgeyenler, anlamak istemeseler de Sovyetler neydi, nasıl doğmuşlar ve nasıl ele alınmışlardı? sorusunun cevabından önce, dudak bükücülerin, burjuva devlet cihazını “içten fetih ve reformlarla-parlamenter yolla dönüştürme” projelerinin iflasını kabul etme yerine, yenilgilerinin öfkesini kustuklarını da belirtelim.
Sovyetler; keyfi tasarlanmadı. Objektif koşulları dışlayan bir çizgide zorla dayatılmadı. Komünist Partisi önderliğiyle birleşen kitleler, onu bizzat kendi, ama kendiliğindenci olmayan, bilinçli mücadeleleri içerisinde yarattılar. Nasıl bir iktidar sorusuna bilinçli cevaptı Sovyetler! Proletarya önderliğinde emekçilerin iktidar organıydılar. Proletarya devletinin bu özgül biçimi neydi, neden ve nasıl formüle edilmişti? Objektif koşullar sahnesi onun kanunlarını denetim altına alarak yani zorunluluklar› kavrayan bilinçli bir müdahaleyle çalışan özgürlük yolunu açacak çizgide ele alındı. Sovyetler iddia edildiği gibi “tepe” den inmedi. Sadece temsili değil, doğrudan demokrasiye de bir yönelimdi Sovyetler. Sözde temsil burjuva yaklaşım eleştiriliyor ve pratik olarak da proletarya demokrasisi çizgisi ve uygulamasıyla aşılıyordu. Burjuvazinin, kitlelerin temsilcileri olarak lanse ettiği parlamenterlerin değil, kitlelerin ekonomi ve iktidarı doğrudan denetleme aracı olarak Sovyetler, ortaya çıkıyordu. Kesinlikle bir parti diktatörlüğü olarak düşünülmemişti ve böyle ortaya çıkmamıştı. Ekim Devrimi’ni, Sovyetleri kuşatan ağır bir emperyalist kuşatma izledi. Batı’da beklenen devrim gelmemişti. Ekonomik zorluklar açlık düzeyindeydi. Zorluklara, ekonomik yıkımlara teslim olunamazdı. Parti iradesi zorunlu olarak öne çıktı. Keyfi değildi, objektif bir zorunluluktu. Zorunluluk elbette teorileştirilemez. Lenin teorileştirmedi. Dedi ki; emperyalistler “devrimin yarattığı yeni sistemi yıkmayı başaramadılar ama sosyalistlerin hesaplarını, düşüncelerini doğrulayacak (…) sosyalizmi oluşturacak potansiyeli geliştirecek adımın bir an önce atılmasını engellediler’’ Dolaysıyla söz konusu koşullarda tasarlanan plan zorunlu özgül siyasetlerle ele alındı. Teori değil, izlenen siyasetin Lenin’in de teori değil, objektif koşullara uyarlanmış zorunlu bir siyaset olduğunu Lenin’in karşıtları dahi kabul etmişlerdir.
Uygulanan zorunlu siyasetleri teorileştirme eğilimlerini, partinin yönetici rolünü idealize etme yaklaşımlarını emekçilerin çıkarlarını temsil etmesi gereken devlet ve hukuku yeterince önemsemeyenlerin, sosyalist kanunlar “olmasa da olur” diyenlerin, tek parti iktidarını teorize edip, müttefiklere önem vermeyenlerin, kitleleri zorla yola getirmeleri karşısında olan Maoist Parti, Maoizm’le yine sahnededir. Büyük Proleter Kültür Devriminin derslerinin bilincindedir. Dersler bütünlüğü Maoizm, geleceği kazanmak için yürümenin yoludur. Zayıflıklarımızı burjuva liberallerin bize saldırı silahlarına dönüştürmemek ve geleceği kazanmak için gerekli olan Maoizm’in rehberliğidir. Bu doğrultuda önemli bir adım olan kongre belgelerimiz, devrimci kitlelerin denetimine sunulmuştur. Parti, komünizmin silahı ise önemlidir, yoksa kutsanacak her şey değildir.
Bu bilinçle devrimci kitleleri kongre belgelerimizi incelemeye, MLM birlikle kenetlenerek daha yüksek Maoist birlik için iki çizgi mücadelesinin yürütülmesi ve bunun iktidar mücadelesinin ilerletilmesinin hizmetinde ele alınmasına çağırıyoruz. Sonuç olarak çağrımız şudur:
Revizyonizm değil, MLM’i uygula! Bölünme birleş Hile ve entrika ile uğraşma Açık ve dürüst ol!
Bu bilinçle Maoist sorumluluk ruhu cereyana göğüs germek cesareti ile ileri… Alelade değil, komünizm doğrultusunda ilerleyebilmenin anahtarı Maoizmdir… Tecrübelerimizi toparladığımızda sentez şudur: Maoizmle yüklen, kazanacağız!….
Bu makale ilk olarak Sınıf Teorisi dergisinde yayınlanmıştır.