Bizimle iletişime geçin

Editörün Seçtikleri

Mehmet Yeşiltepe yazdı | İsrail’in Savaştaki İşlevi ve Meşruiyet Tartışmaları

Gazze’nin, Hizbullah’ın, Husilerin vb. İsrail’e/ABD’ye karşı direnişini meşru görmemek, haklı savaş ölçümünde emperyalizmin ve işbirlikçilerinin saldırganlığı altındaki güçlerin/halkların haklılığını ideolojik testlerle, inançlar üzerinden vb. yapmaya kalkmak, değerlendirme sahibini hiçbir halkın savaşını savunamaz duruma düşürür.

Yöntemsel veriler

Küresel boyutta çap büyüten, farklı enstrümanlarla ve giderek artan sayıda aktörün katılımıyla şiddetlenen hegemonya ve paylaşım savaşını yok sayıp, her gelişmeyi kendi dar bağlamı içinde ele almak, olup biteni anlamayı da görebilmeyi de güçleştirir. 

Bilinir ki zor soruların kolay cevabı, yanlış soruların doğru cevabı olmaz. Dolayısıyla da küresel boyutta yaşanan çok aktörlü gelişmeleri kolaya kaçarak veya görünenle, servis edilenle yetinerek değerlendirmek, yanılgıyı da yanlış yerde saf tutmayı da beraberinde getirebilir. 

Marksizmin haklı savaş-haksız savaş tanımlamaları, baş çelişmenin emperyalizm ile ezilen halklar arasında olması vb. ön kabuller, karmaşık gibi görünen savaş denklemlerinin çözümlenmesinde kolaylaştırıcı rol oynar. Marksizmin teorik ve pratik birikimi bu bağlamda yanılgıya/tuzağa karşı bir sigorta niteliğindedir. Ancak bu yöntemsel veriler ne yazık ki yaşanan her gelişmeyi doğru okumaya ve doğru yerde saf tutmaya yeterli olmuyor. 

Meşruiyet tartışmaları

7 Ekim 2023’te Gazze’den İsrail’e yönelik gerçekleştirilen haklı ve gerekli eylemden sonra başlayan tartışmalarda, “tuzak” niteliğindeki her soruya şu veya bu biçimde yanıt verilmiş olmasına rağmen, sınıfsallıktan uzak yaklaşımlar, kişiselleştirmeler, bütünden parçayı koparan sığlıklar, çatışma zeminini büyüten hemen her gelişmede yeniden üretildi. Bu üretimde tek neden “yanılgı” değil tabii.

Kimilerine göre örneğin Gazze’nin yarıaçık hapishaneye çevrilmiş olması, İsrail’in Filistin’i tanımama ve giderek yok etme kararının adım adım uygulanıyor olması, oradaki halka ve örgütlenmelere savunma ve mümkünse kaderini değiştirmek için harekete geçme hakkı vermiyor. Hatta Filistinli örgütlerin bu kolektif iradesiyle yapılan eylem “talihsiz”, “vahşi” vb. sayılıyor. Dolayısıyla da İsrail’in son bir yıldır yaptığı tüm saldırılar, intikam duygusuyla, savunma refleksiyle açıklanıyor; doğrudan veya dolaylı olarak meşruiyet atfediliyor. Filistinlilere, kapatıldıkları hapishaneden “firar girişimi” bile çok görülüyor. 

Bu türden değerlendirmelerde temel önemdeki hata, İsrail’i sadece kendi yol haritasını, kendi planlamasını uygulayan bağımsız bir güç olarak görmektir.

Her çatışma zemininde her cephede elbette belirli güçler var. Ancak bu, olgunun görünen yüzüdür. Örneğin Ukrayna cephesinde çatışma Ukrayna ve Rusya arasındaymış gibi görünüyor. Gerçekte ise Ukrayna, hegemonya ve paylaşım savaşının ön/sıcak cephelerinden biridir. O cephede yalnızca Ukrayna ordusunu yalnızca Zelenski’yi görmek için algının perdelenmiş, gözlerin ve kulakların kapatılmış olması gerekiyor. Aynı şeyi Gazze, Lübnan vb. için de söylemek mümkün. 

Emperyalizmin savaş ve siyasal gericilik demek olduğu, küresel boyutta planlamalar yaptığı biliniyor. O planlamalar gereği gerçekleşen saldırılar/işgaller için nedenin bizzat saldırganın hesaplarında içkin olduğu bilinmediği/görülmediği sürece ya uydurulan gerekçelere inanılır ve objektif olarak saldırgana yedeklenme durumuna düşülür ya da ezilen halklara hep suskunluk, edilgenlik, boyun eğmek reva görülür. 

Sözünü ettiğimiz türdeki yanılgıların yaygınlığının nedenlerinden biri de parçayı da bütünü de giderek çap büyüten savaşın taraflarını da gündelik akılla değerlendirmektir. Gerçekte ise Marksistlerin doğru-yanlış cetveli vardır. Bunlar ölçü alınmadığında Afganistan, Irak, Suriye, Libya vb. saldırılarında olduğu gibi emperyalizmin operasyonlarına “meşru” gerekçe arayan konuma düşülür; doğru yerde saf tutulmaz, yedeklenmek vb. gündeme gelir. 

İsrail yalnızca İsrail, Hizbullah yalnızca Hizbullah değildir

Sığlaşan bakış açısı, İsrail’i yalnızca İsrail, Hizbullah’ı yalnızca Hizbullah olarak görmeye sebep olurken, halklaşmış bir örgütü belirli sayıdaki kadrodan ibaretmiş gibi değerlendirmeyi beraberinde getirir ve verilen ilk kayıplardan sonra örgütün adeta bittiği, İsrail’in zafer kazandığı intibaı oluşur.

Öncelikle belirtelim ki bu savaş, ne Gazze’ye ne Lübnan’a ne de Hamas veya Hizbullah’ın kayıplarına bakarak zafer-yenilgi tanımları yapılacak türden bir savaş değil; daha çok çatışma, kayıp ve değerlendirme kaldıracak türden, uzun vadeli ve çok bileşenli bir savaştır.

Bu türden sonuçlar çıkarmak için acele edenler, dün yaptıkları değerlendirmenin bir gün sonra tersini yapmak durumunda kalabilirler. Örneğin, İran’ın füze saldırısı sonrasında birinci gün İsrail medyasının hiç kayıp verilmediğini, tüm füzelerin etkisiz hale getirildiğini söylemesi, ikinci gün ise aynı medyanın tersini yazması, vurulan askeri tesislerin nasıl tahrip olduğunun görülmemesi için üzerinin dijital bulutlarla kapatıldığının dahi itiraf edilmesi, İsrail’in kendi ihtiyacıdır ve devamında ne yapmak istediği ile ilintilidir.

Elbette herkes her konuda uzman olmak; çağrı cihazlarının nasıl patlatıldığını, İran’ın attığı füzelerin hipersonik olup olmadığını, İsrail’in füze savunma sisteminin Akdeniz’deki ABD donanması tarafından da desteklendiğini, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ile İran arasındaki füze alışverişini vb. bilmek zorunda değil. Burada önemli olan yargı geliştirmek için acele etmemek, doğru kaynaklardan bilgi almak ve sınıfsal takibi bırakmamaktır. 

Mevcut öznelerin hemen hiçbirinin görünür vadede denklemden düşmesi beklenmemelidir. Bu savaş, uzun erimli ve çok bileşenli olarak devam edecek hatta giderek kapsam büyütecektir.

ABD’nin sarsılan hegemonyasını, elindeki askeri avantajlarla korumaya/sürdürmeye çalıştığı bu süreçte, henüz sıcak çatışmaya girmemiş olan ülkeleri de dahil etmesi veya savaşa mecbur bırakması beklenmelidir. Savaşın bu niteliği hem giderek yaygınlaşmasını hem de derinleşmesini ve yıkıcılığını artıracaktır. İsrail’in saldırganlığı ve yıkıcılığı, emperyalizmin niteliğini olduğu kadar, savaşın nasıl bir seyir izleyeceğini de gösteriyor. 

Vurucu güç, teknolojik silah işlevi

Küresel boyutlar kazanan üçüncü büyük savaşta ABD, Fransa, İngiltere vb. emperyalist güçlerin teknolojik silahı, vurucu gücü olarak işlev yüklenen ve bu işlev için her türlü desteği alan İsrail’in başarısı veya başarısızlığı, desteğini aldığı ve adına savaştığı tüm güçleri ilgilendiriyor. Bu nedenle onun başarısı da yenilmezlik görüntüsü vermesi de onlar için çok önemli. Tam da bu nedenle verilen askeri, maddi ve moral desteğin yanında algı operasyonları da bu süreçte önemli bir işleve sahip.

7 Ekim’den bugüne “dokunan yanar” imajıyla desteklenen ve ABD’nin başını çektiği emperyalist blokun küresel hesapları çerçevesinde rol alan İsrail, teknolojik imkanlar eşliğinde havadan/uzaktan hedefleri vurabilme imkanını ve ABD’nin koşulladığı “dokunulmazlığını” azami boyutta kullanıyor. Bu, İsrail için elbette önemli bir avantajdır; önemlidir, değerlendirmelerde dikkate alınmalıdır. Ancak bu avantajdan yola çıkıp İsrail’in yenilmez, “her şeye kadir” bir güçmüş gibi gösterilmesi, Hizbullah dahil her vurulan gücün “bittiği/tükendiği” kanaatine hızla varılması, değerlendirme/kanaat sahiplerinin bilgisine olduğu kadar ruh haline dair de (olumsuz anlamda) çok şey anlatıyor. 

Geçmişte İsrail-Filistin karşıtlığında İsrail’den doğrudan veya dolaylı biçimde yana olmak, “sol zeminde” rastlanmayan veya çok sınırlı biçimde rastlanan bir durumken, bu kez azımsanmayacak oranda kişi ve çevrenin, Hamas olgusunu direnişle eşitleyerek ortaya Filistin adına “haksız bir tablo” çıkardığını, gerçekte İsrail’in tuzağına düştüğünü gördük. 

Bir çeşit ilk düğmeyi yanlış ilikleme biçiminde başlayan yanılgı, sonrasında İsrail’in çatışma halinde olduğu tüm güçleri “İran kuklası”ymış, kendi ajandaları yokmuş gibi göstermeye kadar vardı. Direnişin “gereksiz ve haksız” taraf olarak görülmesi, İsrail’in vuruşlarındaki isabetin ve ortaya çıkan sonuçların abartılmasını, direniş potansiyelinin ise küçümsenmesini beraberinde getirdi. Bu konudaki bilgi toplama ve yorumlama özensizliği, direnen tarafların önemsenmemesiyle olduğu kadar, sınıfsal ölçeklerden uzaklaşmayla da doğrudan ilintilidir. 

Hizbullah’tan Hamas’a, Husilere kadar İsrail’le çatışma halindeki tüm güçleri toptancı bir bakışla eşitlemek başlı başına bir yaklaşım sorunudur.

Hizbullah’ın bitirildiğine, savaş kabiliyetini kaybettiğine dair değerlendirmelere gelince; birincisi, bu tür yaklaşımlar, İsrail’in 2006’da işgal girişimi sürecinde ne yaşadığının bilinmediğini/anlaşılmadığını veya yaşananların hafife alındığını gösteriyor. İkincisi, Hizbullah’ın Lübnan’ın güneyinde “devletleşmiş/halklaşmış” bir güç olarak nasıl bir örgütlenmeye sahip olduğunun kavranamadığını ve üçüncüsü de yeni işgal girişiminin daha ilk gününde İsrail’in nasıl bir dirençle karşılaştığından habersiz olunduğunu ortaya koyuyor.

Medyada çok kısa bir tarama yapmak, İsrail’in yeni başlattığı işgal girişiminin daha ilk adımında ağır darbeler yediğini, kayıpları içinde subayların, özel kuvvetlerin vb. olduğunu, İsrail askerlerinin toplanma noktalarının dahi vurulduğunu görmek için yeterlidir. Tam da bu nedenle, gerçekleri gizleme eğilimindeki İsrail medyası dahi yaşananları “Lübnan’da bir felaket” olarak nitelendirdi.

Sonuç yerine

Çok açık söylüyoruz ki bugün Gazze’nin, Hizbullah’ın, Husilerin vb. İsrail’e/ABD’ye karşı direnişini meşru görmemek, haklı savaş ölçümünde emperyalizmin ve işbirlikçilerinin saldırganlığı altındaki güçlerin/halkların haklılığını ideolojik testlerle, inançlar üzerinden vb. yapmaya kalkmak, değerlendirme sahibini hiçbir halkın savaşını savunamaz duruma düşürür.

Diğer bir ifadeyle bu ölçü bozukluğuyla ABD’nin Venezüella’ya, Bolivya’ya, Brezilya’ya yönelik operasyonlarına karşı gelişen veya gelişecek olan direnişin neden meşru olduğunu anlatmak olanaksızlaşır. Hatta tarihte Kızılderililerden siyahilere kadar yerlilerin, ezilen halkların uğradığı sömürgeci zulmü dahi savunmak güçleşir.

Tam da bu nedenle solun ölçülerinin ne olduğu, kimlerden yana hangi ölçülerle saf tutulması gerektiği, önümüzdeki en temel meselelerden biridir.

Bugün hala Kurtuluş Savaşı‘nda mazlumdan, saldırıya uğrayıp toprakları işgal edilenlerden yana olmanın meşruiyetini temellendiremeyen, o zeminde safların neden net olduğunu göremeyen, yer alınması gereken safın içinde temel argümanlar yerine ayrıştırıcı farklar arayan kesimler ne yazık ki az değil. İşte bu ölçü bulanıklığı, bugün İsrail’in sınıfsal niteliğini görmeyi güçleştiriyor.

Gerçekte sınıflı toplum tarihi boyunca ezenler ile ezilenler arasındaki saflaşmanın nasıl olması gerektiğine dair önemli bir birikim mevcuttur. Bu ve devamında yaşanan pek çok direniş/pratik, bu ülkenin antiemperyalist birikimini oluşturmuştur.

İşte bu birikim, manipülasyon araçlarının ağırlığının hissedildiği kafa karıştırıcı pratiklerde pusula işlevi görür. Eğer pragmatizmin veya konjonktürel güçlere yedeklenerek sonuç almanın tuzağına düşmek istenmiyorsa bunun sigortası, emperyalist dönemde ezilen halkların pratiği ve bu pratiğin biriktirdiği ölçülerdir. 

Bu yazı ilk olarak Sendika.Org‘da yayımlanmıştır.



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Editörün Seçtikleri Haberler