Uluslararası sosyalist cenah içinde ya da bu cenah da ki ideolojik yapılanmalar içinde, özellikle gerek içeride ve gerekse dışarıda yürütülen ideolojik, siyasi, felsefi ve ekonomik saldırılar sonucu, sosyalist kampın geçici bir yenilgi alınmasıyla beraber, “yeni” arayışlar ve daha da önemlisi kendi kendisine yabancılaşan yapılarla sıkça karşılaşır olduk. Devrimci teorinin sağlam, yıkılmaz temeli üzerine kurulu Marksizm, burjuva kuşatması altında, her taraftan saldırıların odağındadır. Hâkim sınıfların cepheden saldırıları çok da yadırganacak bir durum değildir. Bu, sınıf mücadelesinin yarattığı kaçınılmaz durumdur. Ancak ideolojik olarak esas tehlike, Marksizm adına, Marksizm’le maskelenmiş tasfiyeci cenahtan gelmektedir. Çünkü bunlar “dost” görünümlü, gizli ideolojik düşmanlardır.
Epeyce bir zamandır bu sözde dostlar tarafından “Marksist öğretinin yetmezliğini”, “eskimiş” olduğunu duyarız. Ne yazık ki epeyce bir kafa karışıklığına neden olduklarına da tanık olmaktayız. Elbette bunların düşüncelerine gem vuracak değiliz. Ancak meydanı bu köhne düşüncelere boş bırakmamak, bunlarla, tıpkı Marksist bilimin yaratıcıları ve bu materyalist dünya görüşüne önemli katkılarda bulunanlar gibi mücadele etmek, bu çarpık düşünceleri sınıfın ve onun öncü müfrezelerinin içinden silip atmak, bugün ki komünistlerin önemli görevleri arasındadır.
Sınıflar üstü olmayan çok değişik türden sosyal teoriler ve düşünler vardır. Olması da kaçınılmazdır. Bunlar, zamanı dolmuş, toplumun ilerlemesinin önünde engel, “toplumun can çekişen” hâkim ve gerici kesimlerin çıkarlarına hizmet eden düşün ve teoriler olacağı gibi ( ki, bilinmeleri ve önemsenmeleri gerekiyor); bir de, toplumsal gelişmeyi ileriye taşıyan, toplumun ilerici güçlerinin çıkarlarına doğrudan hizmet eden düşün ve teoriler vardır. Bunlar, toplumun maddi yaşam koşullarına, eskinin yıkılıp yeninin kurulmasına ne kadar doğru hizmet ederlerse hizmetleri ölçüsünde o kadar önemlidirler. İşte diyalektik ve tarihsel materyalizmin önemi ve öneminin büyüklüğü buradan gelmektedir. Çünkü ortaya konulduğundan bu yana, eskiyle kıyasıya bir çatışmaya giren, yeniyi örgütleyen, harekete geçiren, değiştiren ve dönüştüren bir teorinin olması ve toplumun maddi yaşam koşulları için tamamen gerekli olduğu ve bu görevi doğru bir şekilde yerine getirdiği için, proletarya ve dünyanın ezilen halkları elindeki biricik silah olma vasfını taşımakta ve korumaktadır. Marks’ın şu sözünü hiç akıldan çıkartmamak gerekir. “Teori, yığınları kavradığı anda maddi bir güç haline gelir.” Komünistler, “toplumsal varlıkla toplumsal bilinç arasındaki, toplumun maddi yaşamındaki gelişmeyle toplumun ruhsal yaşamının gelişmesi arasındaki ilişkiler” sorununu tam da bu meyanda kavraması gerekir.
Son günlerde devrimci kamuoyu içinde tartışılan ve makalemizin de konusu olan bir kaç başlığa dair düşüncemizi belirtmeden önce, şunun altını kalınca çizelim: Biz komünistler hiç bir tereddüde yer bırakmadan MLM teorisini kendimize rehber aldığımızı açık yüreklilikle belirtelim. Çünkü bütün açık ve üstü kapalı saldırılara rağmen, biz biliriz ki, sosyalizmi bir ütopya olmaktan çıkartıp, bir bilim haline getiren Marks ve O’nun takipçisi yoldaşlarıdır. Milyonlarca emekçinin, bir avuç kapitalist ve hâkim sınıflar tarafından iş gücünün satın alınarak köleleştirilmesini açığa çıkartan ve kapitalizmin özünü teşhir eden onlardır. Modern kapitalizmin gelişim yönünü, rekabetten kaynaklı, büyüklerin, küçükleri yuttuğu ve giderek emperyalist bir aşamaya ulaştığı, bu seyri izlerken kendi mezar kazıcılarını ve sosyalist bir düzenin kurulmasının olanağını yarattığını da O’nlar açığa kavuşturdular. Emek ile sermaye arasındaki çelişkiyi ve bu çelişkiden kaynaklı sınıf mücadelelerini bütün çıplaklığıyla O’nlar ortaya koydular. Dünyayı sadece yorumlamak değil, değiştirmek gerektiği ilkesini Onlar öğrettiler. Sosyalizmde sınıf mücadelelerini ve sosyalizmin inşasını O’nlardan öğreniyor ve geliştiriyoruz. Proletaryanın ve dünya halklarının haklı mücadelelerini örgütleyen, öğreten, somut durumun somut tahlillerini yapan bir dizi pratik ve öğretiyi başlıklar altında sunabiliriz. Ama buna hiç gerek yok. Marksizm, bütün heybetiyle, hâkim sınıfların korkulu rüyası, ezilenlerin tek doğru kurtuluş silahı olduğu gerçeği zaten devam ediyor. O yüzden biz, uzun uzadıya Marksizm’in bütün temel ilkelerini bir bir anlatmaktan veya onları küçük küçükbaşlıklar şeklinde sunmaktan ziyade, makalemizin başlık konusuna ve onunla bağlantılı olarak, tartışmaya açılmış bazı konulara ilişkin düşüncelerimizi okurlarla paylaşmaya çalışacağız.
Bir eylem kılavuzu olarak Marksizm
Makalenin girişinde de belirttiğimiz gibi, uluslararası devrimci hareket bugün gerçekten de bir yalpalama içindedir. Uluslararası proletaryanın komünist önderlerinin ilkesel öğretileri karşısında şapka çıkartanlar, bugün bu öğretilerin “eskidiğinden”, “yetmezliğinden” dem vurmaktadırlar. Bu durumda şu soruyu sorma hakkını, haklı olarak kendimizde bulmaktayız. Bu çığırtkan “mucitler” gerçekten de bu bilimsel öğretiye ne kattılar? Aslında Marksist öğretiye değil, ama burjuvazinin değirmenine epeyce su taşıdıklarını söylersek yanılmış olmayız. Marks ve Engels’in vasiyetleri, bu öğretinin somut şartlara uyarlanması ve geliştirilmesi yönündedir. Marks ve Engels’ten sonraki ve O’nların öğrencileri olan komünist önderlerin tamı tamına yaptıkları budur. Lenin’in ve Mao’nun Marksist öğretiden kopmadan yaptıkları katkıları bir bir anlatmamıza gerek yok kanısındayız. Çünkü kendisine komünist diyen her birey, her kurum bunun bilincindedir. Ama yine de Lenin’in şu doğru tespitini aktarmakta fayda var. “Biz Marks’ın teorisini asla tamamlanmış ve dokunulmaz bir şey olarak görmüyoruz; tam tersine biz bu teorinin, hayatın gerisinde kalmak istemeyen sosyalistlerin her alanda geliştirmek zorunda oldukları bir bilimin yalnızca temellerini attığı inancındayız.” (Lenin, Tüm Eserler, cilt II) Gerçekten de Marksizm, bütün sorunların hazır çözüm reçetesi değildir. O bize temel çözüm ilkelerini sunmuştur. Her ülkede veya her toplumsal yapıdaki çözüm yöntemleri bir ve aynı değildir. Ya da hareket halindeki bütün şeylerde, Marksizm bize somut şartların somut tahlilini emreder. Doğal olarak, her türlü gelişmeyi yeniden incelemek, ihtilaflı konular üzerinde tartışmalar yürütmek ve doğru sonuçlara ulaşmak tüm komünistlerin zorunlu görevi olmak durumundadır.
Engels, kendisi ve yol yoldaşı Marks’la ilgili olarak; “Öğretimiz, bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur” der. Marksizm’in bu ilkesel ve güçlü yanı görmezlikten gelinirse, O’nu tek yanlı çarpık ve ölü bir öğretiye dönüştürmüş oluruz. Bu, Marksizm’in canlı ruhuna, O’nun temel teorik ilkelerine, diyalektiğin, çok yönlü, çelişkilerle dolu tarihsel gelişimine aykırı bir yaklaşım olur. Günümüzde, Marksizm’in bu yönünü ya göz ardı eden dogmatikler veya bunu kendi küçük- burjuva ideallerine maske eden sözde Marksizm’in “kaderiyle” ilgilendiği iddiasında olan kişi veya kurumlarla karşılaşmaktayız. Bizim Marksizm’i kavrayışımız ve inancımız şudur ki; birincisi, somut sosyal ve siyasal gelişmeler karşısında, O’nun temel ilkelerinden sapmadan dolaysız canlı bir doktrin olan Marksizm’i, dolaysız eylem çizgimize uyarlamaktır. İkincisi: sınıflar arası temel çelişmeler değişmediği sürece, temel görevlerimiz ve mücadele anlayışımızın da değişmeyeceği yönündedir. Örneğin, emek ile sermaye çelişkisi çözülmedikçe, proletarya diktatörlüğü hedefimizin ve bu yönlü mücadelemizin değişmeyeceği gibi. Bu stratejiye hizmet edecek olan mücadele biçimleri ve pratik yönelimler elbette ki somut duruma göre kendisini yenilemeyeceği anlamına gelmez.
Saito’nun düşünceleri ve “küçülme komünizmi”
Yazımızın girişinde de belirttiğimiz gibi, Marksizm’in “yetmezliğinden”, “eskimişliğinden” bolca söz edenlerin olduğuna vurgu yapmıştık. Son günlerde sosyal medyada dolaşıma sokulan ve devrimci- demokrat çevrenin de bolca tartıştığı Japon asıllı düşünür Kohei Saito’nun düşünce ve iddialarına dair bizim de bir kaç cümle kurmamız yerinde olacaktır. Çünkü tasfiyeciliğin, inkârcılığın, kendisine yabancılaşmanın kol gezdiği bu ortamda, komünistlerin susması, bütün bunları onaylaması anlamına gelir. Saito’nun bütün iddia ve düşüncelerini bu kısa makale içinde değerlendirmek kuşkusuz mümkün değil. Ancak öne çıkan bir kaç temel mesele üzerinde durmak istiyoruz.
Saito, sık sık Marks’ın “düşüncelerinden vazgeçtiği” iddiasında bulunmaktadır. Bunu neye dayandırıyor. Marks’ın yayınlanmamış el yazmalarına veya tuttuğu notlarına. Her şeyden önce bu iddia ayakları yere basan bir iddia değil. Birincisi, henüz yayınlanmamış ve kimse tarafından, en azından sosyalist kamuoyu tarafından bile okunmamış, bilinmeyen notlar veya el yazmaları üzerinden polemikler yapmayı sakıncalı görüyoruz. İkincisi, her araştırmacı yazar hele de Marks gibi bir filozofun mutlaka ki aldığı bolca notlar vardır. Ancak bunlar, analizi yapılıp sistematik bir teoriye dönüşmemişse fazlaca bir anlamı olmaz. O notların niçin alındığını, nasıl bir sonuca varılmak istendiğini tahmin etmek bile zor olur. O notlar, sistemli bir teoriye kavuştukları zaman bir anlam kazanırlar. Bugüne kadar yayınlanmamış olmalarının sebebi de bu olsa gerek. Ama bu konuda Saito, kısadan hisse çıkartmayı da ihmal etmemiş ve Marks’ın can yoldaşı Engels’i suçlu ilan edivermiş. Saito, o denli ileri gidiyor ki, Engels’in, Marks’ın düşüncelerini bastırdığı, yani devrimci kamuoyundan gizlediği anlamına gelen asılsız iddialar ileri sürebilmektedir. Hem böylesine saçma iddialar ileri sürebilmekte, hem de saçma iddialarını biraz daha yumuşatarak, “Engels, Marks’ın son zamanlarda ulaştığı ‘küçülme komünizmi’ fikrini görmedi.” uyanıklığıyla okurun düşüncesini çelmeye çalışmaktadır. Oysa bu iki can yoldaşın içtikleri su, neredeyse soludukları hava bile ayrı gitmez iken, böyle bir iddiada bulunmak deli saçmasından başka bir şey olamaz. Tabi Marks bu “küçülme komünizmi” denen düşünceyi nerede ve nasıl savunmuş biz okumadık.
“Küçülme komünizmi” denen şey, Saito’ya göre üretimin küçültülmesidir. Aşırı üretim, aşırı tüketim ve tamamen kar üzerine kurulu kapitalist toplumda üretimin küçültülmesi, kurulu sistemin kendisiyle çelişir, yani mümkün değildir. Sosyalizm ve komünizm de ise, Marks’ın sloganı bellidir. Sosyalizmde; “herkesin ihtiyacına, herkesin emeğine göre”, komünizmde ise; “herkesin ihtiyacına, herkesin yeteneğine göre”. Sanki bunları Marks söyleyip analizini yapmamış gibi, Marks’ın “küçülme komünizmini” savunmaya başladığı, “üretimci” düşüncelerinden vaz geçtiği iddiaları ortaya atılabiliyor. İlginç olan, kendilerine “Marksist” diyen kimileri de, “biz neden bugüne kadar bunları tartışmadık” diye hayıflanıyor. “Herkesin ihtiyacına, herkesin yeteneğine göre” denildiğinde, “aşırı üretimcilik”mi anlaşılıyor? Ya da Marks, nerede ve ne zaman üretimin aşırılığını savunmuş? Temel slogan orta yerde dururken, böyle bir iddiada bulunmak ya zır cahilliktir, ya da aymazlıktır. Bu saçma iddiaların kanıtı için Sovyetler ’de ki silahlanma örnek gösterilmektedir. Bunun genel ve temel bir politika olmadığı biz komünistler açısından tartışmasızdır. Yani sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyada, değil aşırı silahlanmaya, silahlanmaya bile gerek kalmayacaktır. Ancak, emperyalistlerin bu denli silahlandıkları bir ortamda, sosyalistlerin seyirci kalmaları da beklenemez. Aksisi, emperyalizm karşısında, devrimin elinin kolunun bağlanması, kıpırdayamaz hale gelmesi anlamına gelir.
Bu, komünistler esas olarak savaşlardan yana olmamalarına rağmen, ama emperyalizm canavarıyla savaşmadan da komünizmi inşa etmenin imkânsız olduğu gibi bir şeydir. “Küçülme Komünizmi Marks’ın kapitalizm sonrasına dair son dönem görüşü”imiş. Peki, “büyüme komünizmi” diye bir teorisi var mı Marks’ın? Çalışma günü iş saatlerinin dört- beş saat olmasını düşünen ve aynı zamanda toplumsal refah seviyesinin yükseltilmesinin bu kadarlık çalışma süresiyle mümkün olabileceğini savunan Marks, hangi ara bu düşüncelerinden vaz geçmiş. Veya bunun neresi aşırı üretimciliğe denk düşüyor.
Ekoloji, sosyalizm ve anti Marksist sayıklamalar
Saito’ya göre, “ekolojik çöküşten kaçınmak için yüksek gelirli ülkelerin durağan ekonomiye geçiş yapmaları gerekiyor”muş. Hiç bir şeyin “durağan” olmadığını bilmeyecek kadar bir cehaletle tartışmanın ne denli zor olduğunu anlatmak bile başlı başına bir sorun. Hiç bir şeyde “durağanlık” diye bir şey yoktur olamaz da. Ama kimilerinin bayrak edinmeye çalıştığı Saito, ileri ülkelerin durağan ekonomiye geçmelerinden dem vuruyor. Meselenin diyalektik ve felsefi yanını bir yana bırakalım, bütünüyle aşırı üretim, aşırı kar üzerine kurulu bir sistemin temel taşları olan “ileri ülkeler”, yani emperyalist- kapitalist ülkelerden böyle bir şey beklenebilir mi? Yani onlar, dünyanın yeraltı- yerüstü zenginliklerini talan etmeyecekler, sömürü musluklarını kısacaklar öyle mi? Açıkçası Saito hayal satıyor.
Tabi Saito ve benzerlerinde sosyalizm düşmanlığına dair teoriler çok. İşte bir örnek daha: “Sosyalizm sürdürülebilir ya da ekolojik bir toplum kurma becerisine sahip değildir.” Sömürünün ortadan kaldırıldığı, kolektif üretimin yapıldığı, insan haklarına saygı duyulduğu, hukukun ve adaletin herkes için eşit işletildiği bir sistem neden sürdürülebilir olmasın. Bizler meseleyi böyle inkârcı bir tarzda ele almanın kapitalist sisteme hizmetkârlığın ürünü olduğunun bilincindeyiz. Ayrıca, “Marks’ın veya Marksistlerin sosyalizme giden yolu en ince ayrıntısına kadar bildiklerini iddia etmiyoruz. Böyle bir şeyi iddia etmek saçmalık olurdu. Bizim bildiğimiz, bu yolun yönüdür ve bu yolu izleyen sınıf güçleridir; belirli pratik ayrıntılar ancak işleri kendi ellerine alan milyonların tecrübeleri yoluyla aydınlığa kavuşacaktır.” der Lenin. Tam da bu haklı tespitten hareketle, sosyalizmin inşası sürecinde bir dizi sorun ve problemlerle karşılaşılacağı ve bunların çözümü için politikalar üretileceği veya üretilmesi gerekeceği bilinmez bir şey değildir. Sorun, doğru çözümler üretip üretememektir. Doğru çözümün anahtarı ise, Marksist diyalektik yöntemdir. Yön belli, ancak yürünecek yolun üzerindeki engellerin aşılması pratik yürüyüş sürecinde görülüp aşılabilir. Yani, sosyalizmin inşası ve komünizme geçişin temel yönelimi belli olmakla birlikte, bu süreç kendi içinde yığınlarca taktik, hatta stratejik yönelimler, politikalar barındırmaktadır. Doğal olarak hataların yapılması, eksikliklerin yaşanması çok da yadırganacak bir durum değildir. Önemli olan temel ilkelerden sapmadan, hatalardan doğru dersler çıkartmak ve sosyalizmin inşasını ilerletmektir. Ve şunun da altını çizelim, hiç bir yanlış veya hata, geri dönüşlere vesile olsa bile, proletarya ve halklar lehine uygulamaya sokulan ve önemli başarılar sağlayan sosyalist politikaları gölgeleyecek, onları tümden hiçe sayacak şeyler değildir.
Öte yandan, emperyalizmin doğa talanını, ekolojik dengeyi çökertmeye varan politikalarını eleştirmek iyi de aynı anlayış çerçevesinde sosyalizmi ele almanın kayda değer bir yanının olmadığı açık değil mi? Saito’ya göre “devrimci çevreler için ‘çevre meselesi’ proletaryanın meselesi olarak görülmüyor”muş. Böyle bir iddiada bulunabilmek için, insanın aklını peynir ekmekle yemiş olması gerekir. Emperyalistlerin doğayı vahşice talanı bu denli öne çıkmadığı geçmiş yıllarda, çelişkinin bu yönü de bu günkü kadar öne çıkmadığından mesele derinlemesine tartışılmadığı veya buna yönelik yeterince örgütlenmelerin yaratılmadığı, mücadele yolları seçilmediği söylenebilir. Ama devrimcilerin bunu proletaryanın bir meselesi olarak ele almadığını söylemek bambaşka bir şeydir. Marksizm de “doğaya hâkim olma” düşüncesinin olduğunu herkes bilir. Ama bunun, doğayı talan etme teorisi olmadığını da herkes bilir. Tam aksine doğanın yıkıcı eylemleri (sel, deprem, kuraklık vb.) karşısında önlemlerin alınması ve doğadaki zenginliklerin toplumun yararına en uygun biçimde kullanılması düşüncesi hâkimdir. “Ekolojik toplum” denilen şey tam da budur. Yani doğayı talan etmeden, ekolojik dengeye düşmanlık yapmadan, hiç bir canlının, doğayı korumadan kendisini korumasının mümkün olamayacağı bilincini, kültürünü topluma yerleştirme ve buna uygun üretimin- tüketimin yapılması meselesidir.
Bu sadece proletaryanın da meselesi değildir. Bu gezegen üzerinde yaşayan aklı başında herkesin meselesidir. Çünkü yaşamın sürdürülmesi, doğanın yaşatılmasına bağlıdır. Gelinen aşamada, emperyalistlerin talancı, yağmacı, aşırı üretim ve nükleer teknoloji ve savaş politikalarından kaynaklı, bu çelişki toplumsal mücadelenin önemli meselelerinden biri durumuna gelmiş durumdadır. Meselenin temelinde gözünü kar hırsı bürümüş sermayedarlar vardır ve çözüm esas olarak emek ile sermaye arasında ki çelişkinin çözümünde yatmaktadır. Doğal olarak proletaryanın bu sorun karşısında kayıtsız kaldığı iddiası, ayakları yere basmayan bir iddiadan öte bir şey değildir.
‘Kapital”den vaz geçen Saito
Yine Saito’ya göre, Marks Kapital’i yazdıktan sonra tarihsel materyalizm fikrinden vaz geçiyor. Saito aslında oldukça kurnazca davranmaktadır. Çünkü tarihsel materyalizm konusunda Marks’ın düşünceleri net olmasaydı Kapital’i de yazamazdı. Saito, sözde bir “Marksist” olduğuna göre, Kapital’i de inkâr etme veya reddetme gibi bir davranış içerisine giremez. O yüzden, “Kapital’i yazdıktan sonra tarihsel materyalizm fikrinden vaz geçti” diyor. Marks’ın, tarihsel materyalizm fikrinden vaz geçmesi, bütün Marksist kuramlardan vaz geçmesi anlamına gelir. Çünkü tarihsel materyalizm, toplumların değişim- dönüşüm süreçlerini, mücadelelerini, toplumu oluşturan insanların kendi aralarındaki zorunlu ilişkilenmeleri, mülkiyet ilişkilerini, toplumların ekonomik yapılanmalarını, kültürünü, sanatını, sınıfsal şekillenişleri ve sömürü biçimleri vb. tahlilini yapar ve buradan bir sonuç çıkartır. O sonuçta, toplumların ilerleme, değişim- dönüşüm, üretim güçleri ve üretim ilişkileri kısacası sınıfların mücadele tarihidir. Marks, sadece geçmişin tahlil ve analizini yapmakla kalmamış geleceğe dair de öngörülerini sağlam bir şekilde ortaya koymuştur. Bütün bunları inceleyip kavramadan Marks, Kapital’i nasıl yazabilirdi? Durum bu iken, tarihsel materyalizm fikrinden vaz geçildiyse, Kapital’in bilimselliği tartışılır hale gelmez mi? Elbette gelir. Saito’nun amacı da bu olsa gerek. Bilimsel gıdasını diyalektik ve tarihsel materyalizmden alan Marks’a bu iftirada bulunmanın başka bir açıklaması olamaz.
Kısacası, tarihsel materyalizm, toplumun maddi yaşam koşullarını, sosyal sistemin niteliğini, toplumun bir sistemden ötekine geçişini, insanın varoluşu için gerekli olan üretim araçlarının önemi ve elde ediliş biçimini, mülkiyet ilişkilerini vs. vb. inceleyen bilim dalıdır. Bunlar bilinmeden, Marksizm’den, hele de onun bilimselliğinden söz edilebilir mi? Tarihsel gelişmelerin materyalist temelleri kavranabilir mi? İçinde bulunduğumuz kapitalist- emperyalist toplumun veya sistemin içindeki her sınıfın veya sınıf katmanlarının rol ve önemi anlaşılabilir mi? Marks’ın bu fikirlerden vazgeçmesi, kendi kendisinin inkârı olmaz mı? O halde, “değişim”, “yenilenme” adı altında Marks’a–Marksizm’e yöneltilen beyhude saldırılara çanak tutanlar bu bilimsel ve tabi ki Marksist gerçekler karşısında şapkalarını önüne koyup düşünmek zorunda değiller mi? Burjuvazinin değirmenine su taşıyan “çığırtkan mucitler”in sahte Marksist lafızlarına, sanki Marksizm’e katkıda bulunuyorlarmış türündeki boş gürültücü, yaygaracı ve alacalı tavır ve anlayışlarına Marks’ın kendisi ölümcül darbeleri indirmişken, o darbeler altında ezilenlerin tekrar hortladıklarını görüyoruz. Ne adına? Marksizm adına. Tarihin diyalektiği öylesine gerçekçidir ki, Marksizmin bilimsel ağırlığı altında ezilenler, dün olduğu gibi, bugün de Marksist kılığa bürünme zorunda hissetmektedirler kendilerini. Zaten başka türlüsü de olamaz.
Sonuç olarak, Saito ve benzerlerinin anti- Marksist iddialarını bir bütün olarak bu makale içinde irdelememizin mümkün olmayacağını ifade ettikten sonra, şu Marksist ilkeyi rehber edindiğimizi belirtmeden noktayı koymayalım. Komünistler, Marksizm’in lafzına körü körüne bağlı kalmayacakları, tam aksine, bütün ustaların tekrarladıkları gibi, “Marksizmin bir dogma değil, bir eylem kılavuzu olduğu” direktiflerine göre hareket ederler. Marksizm’in lafzıyla özünü ayrıt edemeyenler, onu bir dogma olarak ele alır, kitap sayfalarının dışına çıkamazlar. Ya da şu küçük- burjuva “mucit”lerin yaptığı gibi, özünden kopartarak burjuvazinin hizmetine sokarlar. “Lenin’in büyüklüğü, Marksizmin lafzına tutsak olmadan, Marksizmin özünü kavramayı ve onun özünden yola çıkarak, Marks ve Engels’in öğretilerini geliştirmeyi bilmesinde yatmaktadır” der Stalin. Doğal olarak, Marksist olmanın en belirgin özelliklerinden birini de hatırlatmış oluyor. Marksist olmak, Marksizm’in bilimsel ilkelerini, “yenilikçilik” veya “eskimişçilik” adına silikleştirmekle, reddetmekle olmaz. Yeni gelişmeler karşısında, diyalektik ve tarihi materyalizmin bilimsel ışığı altında, Marksist ilkeler temelinde çözüm üretmek ayrı bir şey, diyalektik yöntem dışında, idealizmin gölgesi altında arayışlara girmek, “mucitlik” yapmak ayrı bir şeydir. Evet, Marksizm bir dogma olmayıp, bir eylem kılavuzu olduğu kadar, idealizmin bulamacıyla bulandırılacak bir doktrin de değildir.
Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi‘nde yayımlanmıştır.