Radikal işçi sınıfı hareketi içinde özgün bir siyasi eğilim olan konsey komünizmi, 1920’li ve 30’lu yıllarda Almanya ve Hollanda’da ortaya çıktı. Bu eğilim, esas olarak 1918 ve 1921 Alman Devrimlerinden esinlenmişti. Konsey komünistleri önceleri daha kapsamlı uluslararası bir hareket olarak bilinen (Bolşeviklerce “aşırı sol” olarak küçümsenen) “sol komünistler” içinde yer almıştı. 1917 ila 1923 yılları arasında Almanya ve Rusya (yanı sıra Macaristan ve İtalya gibi diğer ülkelerde) ortaya çıkan işçi sınıfı hareketi üzerine yaptıkları değerlendirme ve bundan çıkardıkları tarihsel dersler onları diğer siyasi akım ve geleneklerden ayıran temel unsur oldu.
Bu ‘dersler’ her şeyden önce, komünist partinin devrimci süreç içindeki rolü sorunu ile bağlantılıydı. Bolşevikler ve onların Üçüncü Enternasyonal içindeki taraftarları için parti temel unsurdu. Parti yeni “devrimci işçi devletinde” egemen gücü oluşturup temsil etmeliydi. “İşçi sınıfının öncüsü” niteliğinde devrimci sürecin öncülüğünü üstlenmeli, örgütlemeli ve yönlendirmeliydi. Oysa Alman ve Hollandalı sol ve konsey komünistleri bu öncülüğe karşı çıkar. Önceleri partinin geniş kitlelerden çok işçi sınıfı azınlığını temsil etmesi gerektiğini düşünmekteydiler. Ancak sonraları devrimi örgütleme veya ona öncülük etmesine karşı çıktılar. Bu görev işçi sınıfına ait olmalıydı. Konsey komünistlerine göre parti örgütlenmesinin doğası gereği karşı devrimci nitelik taşırdı (zira partinin eninde sonunda öncü konuma sahip olması kaçınılmazdı) ve bu nedenledir ki, bir devrimin başarısı için bir engel oluştururdu. İşte bu yüzden kendilerini “partili” komünistlerden ayırmak için “konsey” komünistleri olarak tanımladılar.
“Devrimci parti” sorunu ile bağlantılı olarak üzerinde durulması gereken en önemli husus, devlet sorunu idi. Rusya deneyimi, eski kapitalist devletin yıkılmasının ardından bu sefer sosyalizme geçiş için bütün gücün tekrar yeni devlete verilmesinin karşı devrimci bir anlayış olduğunu kanıtlamıştı. Çünkü devlet esasında ayrıcalıklı yöneticilerin yükselişini sağlayan bir kurumdu. Konsey komünistlerine göre, işçi konseyleri, sosyalizme geçiş için yeterliydi; onun üzerinde veya ötesinde bir gücü elinde bulunduracak herhangi bir örgüt işçi sınıfının kendi çıkarları savunmasına engel oluştururdu.
Bolşevikler ve Üçüncü Enternasyonal’den yollarını ayırmalarından kısa bir süre sonra Alman ve Hollandalı sol komünistler yeni “Sovyet” rejimi ve sosyal sistemini eleştirel değerlendirmeye tabi tuttular ve onun bir devlet kapitalizmi olarak nitelediler. Daha sonra, 1930’lu yıllarda 1917 devriminin proletaryadan çok bir burjuva devrimi olduğu sonucuna vardılar ve bütün Bolşeviklerin kapitalist gelişmenin radikal temsilcileri olduğunu söylediler.
Konsey komünistlerine göre, bir proletarya devriminin başarısında temel sorun, tüm işçi sınıfı içinde devrimci sınıf bilincinin geliştirilmesi sorunu ile bağlantılıdır. Ancak böyle bir siyasi bilinçliliğin gelişimi devrim sonrasında bir partinin öncülüğüne gerek kalmaksızın tüm işçi sınıfı adına tüm gücün elde edilebilmesi ve kullanılmasını sağlayacaktır. Salt inanç veya fikirlerle yetinmeyerek, aynı zamanda bilinçli ve topyekün eylemler içinde geliştirilecek sınıf bilinci sayesinde işçilerin sahip oldukları kolektif gücün bir başka öncü grubun ele geçirmesi önlenebilirdi. Bütün bunlardan hareketle konsey komünistleri, radikal işçi sınıfı hareketinde izlenecek taktiklerin esas olarak işçi sınıfının topyekün kendiliğinden eylemliliği, sınıf inisiyatifi ve her şeyden önemlisi, kendi içindeki örgütlülüğü hususlarında odaklaşmayı öneriyorlardı.
Almanya ile ilgili deneyimleri ve 1917-21 dönemindeki devrimin hayati önem taşıyan yıllarında Rus işçi sınıfının eylemliliğine bakarak kapitalist toplumun derin bir kriz içinde öldüğünü düşündüler. Bu koşulların herhangi bir hiyerarşik yapılanma veya ayrı bir liderliğe gerek kalmaksızın işçi sınıfının kendiliğinden hareketi ile devrimi gerçekleştirebileceği sonucuna vardılar.
Konsey komünistleri, öncü parti anlayışı ve “devrimci parlamentarizm” görüşleri yanı sıra, aynı zamanda işçi sendikalarını devrimci mücadelede bir araç olarak dönüştürme anlayışına da karşı çıkıyorlardı. Bütün sendikaları esas olarak sermayeye ve egemen çevrelerin işçi sınıfı üzerine egemen olmada bir araç olarak değerlendirdiler. Bu nedenle işçiler gerektiğinde işçi sendikaları ile olan bağlarını koparmalı ve 1919-20 yıllarında Almanya’da olduğu gibi, kendilerine özgü fabrika komiteleri oluşturarak artık sendikaların ilgilenmedikleri görevleri üstlenmeliydi. Günümüz kapitalist toplumlarında büyük sendikalar günlük işlevlerini yerine getirmek için bile içinden çıkılmaz bir hiyerarşik yapıyı harekete geçirmek gerekiyordu. Sendika bürokrasisi, işçi sınıfının doğrudan kendin mücadelesini örgütleme ve denetleme girişimi için bir engel oluşturmaktan başka işe yaramazdı.
Konsey komünistleri, “devrimci sendika” anlayışını kabul etmiyorlardı. Devrimci eylem ancak buna uygun örgütsel biçimler olan kendiliğinden oluşmuş genel işçi konseyleri ve fabrika komiteleri ile yapılabilir. Kapitalist toplumlarda devrimci işçi hareketinin örgütlenmesi için buna eşdeğer ‘güçlü örgüt’ oluşturulması fikri saçmadır. Çünkü böyle bir güçlü örgüt o denli güçlü bir merkezi bürokrasi gerektirir. Hem egemen kapitalist sınıf eninde sonunda bu tür güçlü örgütlere nüfuz edecek ve onu denetimi altına almakta gecikmeyecektir. Bu durumda da bu örgütlerin zamanı geldiğinde kendisinden beklenen devrimci tavrı almamalı mümkün olmayacaktır.
Peki, hiçbir hiyerarşi ve ayrı bir liderlik olmaksızın işçi konseyleri aracılığı ile işçi sınıfı hareketi eşgüdümü ve denetimi nasıl sağlanabilirdi?
Buna Rus ve Alman devrimlerinin ilk aşamalarında yaşananlar örnek gösterilir. İşçiler, ilk aşamada üretim alalarında bir araya gelerek örgütlendiler. Daha sonra hep bir arada tartışarak yapılacak eylemleri ortaklaşa belirlediler. Bu eylemler salt kendi işyerlerini değil, ama kendilerinin içinde yer aldığı genel bir eylemlilik içindir. Bundan sonra aralarında yaptıkları toplantılarda alınan ortak kararları savunmak üzere konsey komiteleri oluştururlar. Bu komiteler, onları seçen işçi konseyi tarafından her an görevden alınabilir. Eylem biçimine karar verenler konsey üyelerinin tümüdür. Ama herhangi bir sorun çıktığında, komite üyeleri tekrar geriye, işlerlerinde oluşturdukları işyeri konseylerine danışırlar. İşçiler burada durumu bir kez daha gözden geçirirler ve duruma göre görüşlerinde ısrarcı olurlar veya karar değiştirirler. Alınan son kararlara göre komite bu doğrultuda yetkilendirilir. Bu şekilde sorun herhangi bir potansiyel “lidere” yetkilendirme söz konusu olmaksızın çözümlenir.
Pannokek ve “İşçi Konseyleri”
Pannokek 1950’li yıllarda, kapitalist ekonomideki radikal değişikliklerin kaçınılmaz olarak farklı sosyal yapılarda değişikliklere kaynaklık edeceğini belirtir. Bu değişikliklerin en belirgin olarak gözlemlendiği yapılardan biri, sendikalardır. Bir zamanlar işçi sınıfı mücadelesi içinde kaçınılmaz olan sendikalar, tekelci devlet kapitalizmin döneminde bütünüyle burjuvazinin egemen kurumlarından biri haline dönüşmüştür. Öyle ki, hiçbir sosyal yapı sendikalar kadar etkili bir işçi sınıfı uzlaşmacılığı aracı olamaz.
Pannokek’e göre, sosyalist ülkelerdeki devlet sosyalizmi, üretimin işçiler tarafından kontrolü niteliğini taşımaz. Üretim faaliyetlerinin bizzat işçi sınıfı tarafından denetimi işçi konseyleri aracılığı ile gerçekleştirilir. İşçi konseyleri, devlet örgütlenmesinin aksine, durağan değil, devingen bir yapı sergiler. Üretim güçlerinin özerk yapıdaki örgütlülüğü olan işçi konseyleri bir bakıma üretim birimlerinin kendi kendine yönetimine karşılık gelmektedir.
Ancak söz konusu olabilecek en uygun biçimi üzerine bu esaslar çerçevesinde kuramsal tartışmalar yürütülmelidir. Burada, kapitalist egemenliğin uygulamada nasıl son verileceği ele alınmalıdır. Sözünü ettiğimiz işçi konseyleri hiç de insanların iyi niyetle bir araya geleceği örgütler olarak düşünülmemelidir. Kuşkusuz, devrim böyle bir iyi niyetin ötesinde zorunlu bir koşul olarak ortaya çıkacaktır. Devrim koşullar kaçınılmaz hale geldiğinde işçi sınıfının kendiliğinden hareketi olarak gerçekleştirilecektir. Ancak bunun için işçi sınıfı kitlelerinin öngörülen amaçlar doğrultusunda bilinçlendirilmelidir. Bu nedenle işçi konseyleri işçi sınıfı içinde yaygın olarak tartışılmalıdır.
Paul Mattick ve “Parti ve İşçi Sınıfı”
Konsey komünistlerinin izleyicilerinden P. Mattick’in Pannokek’in ünlü “Parti ve İşçi Sınıfı” içinde yer alan görüşleri bağlamında yaptığı değerlendirmelerde F. Maitland (Solidarity No. 34-36) ile girdiği polemikte, ilginç bir saptama yapar. Mattick, partilere olan inancın kökeninde, işçi sınıfının kendine olan inançsızlığı yatar, der. Mattick’e göre partilerin işçi sınıfı sömürüsüne son verilmesi için bir çare olmadığı ortaya çıkmıştır.
Rusya’da partinin yeni bir egemen ve sömürü kurumu olarak ortaya çıkması buna kanıttır. Batı Avrupa’da faşizmin sınıf partilerini yerle bir edebilmesi partilerin işçi sınıfı için güvenilir olmaktan çıkarmıştır. Demek ki burjuvazinin şu yada bu biçimde sınıf partilerinin gücünü en olmadık yöntemlerle de olsa kırmayı başarmaktadır. Amerika’da partiler işçilere değil kapitalistlere hizmet eder. Bütün bunlardan, sınıf ve parti kavramlarının bir araya gelemeyeceği çok açıktır.
Mattick tüm bu partilerin başarısızlığı gerçekte partilerin değil, ama parti öncülüğü kavramının iflas ettiğini göstermektedir. Çünkü böyle bir kavram yoktur. Öteden beri, Lenin’in tarihin akışına yön verecek parti yaratma çabasından söz etmek bir abestir. Lenin ve partisi, tarihin birer parçasıdır ve tarihi yönlendiren kavramlar değildir.
Sosyalist sistemlerde gözlenen bir başka olgu, parti-devlet bütünleşmesidir. Partinin şu yada bu şekilde devlet gücünü kontrol eder hale gelmesi onu yeni bir egemen sınıf konumuna dönüştürür.
Parti, bilinçli azınlık ile bilinçsiz kitlelerin bir araya gelmesinde bir araç olacaktır deniyor. Oysa bu bilinçlilik sağlanmış bile olsa bir işe yaramaz. Parti, bilinç yanı sıra, aynı zamanda siyasi erki de vermelidir. Ancak o zaman kitlelerin bilinçlenmiş olması bir işe yarayacaktır.
Eğer bilinç, siyasi erk ile birlikte partiye ait olursa, o zaman tüm sınıf hareketi bir dini nitelik kazanmış olur. Parti ve kitleler arasındaki ilişki bir bütünleşme olgusundan çok bir ahlak sorunudur. Çünkü ilişkilerin soyut olması kadar, aynı zamanda somut biçim alması da gerekir. Bilinç soyut, siyasi erk ise somut ilişkiyi yansıdır. Bilinç veriliyorsa, o zaman siyasi erk de veriliyor olmalıdır. Zaten verilecek bilinç, siyasi erkin kitlelere ait olduğu olacaktır. O halde ilişkilerin dini nitelikten, yani kitleleri “uyutmaktan” farklı bir nitelik taşıması için, kitlelere cennet vaat etmekle kalmamalı, ama bizzat cennet kitlelerin ayakları önüne serilmelidir.
Partinin işçi sınıfının mücadelesinde bir araç olduğu fikri geçmişte kalmıştır. Artık modern kapitalist toplumlarda tüm tanıtım araçları, basın yayın, medya, vs. kapitalist ilişkiler ağı içine yer almaktadır. Artık partilerin sınıf hareketinde bir kaldıraç olarak bu araçları kullanmaları devri bitmiştir. Partinin böyle bir işlevi yerine getirecek örgüt olma devri bitmiştir. Parti giderek egemen kesimlere karış güç olma durumundan çıkmıştır. Her şey kapitalist sistemin eline geçmiştir. Faşist dönemlerde ise partiler tümüyle yok edilmektedir.
O halde, böyle dönemlerde parti faaliyetlerine başlamak üzere beklemektense, bizatihi “parti kavramının” en azında güncel yönü ile yeniden değerlendirilmesinde yarar vardır.
Öteden beri, kitlelere bilinç götürme kavramı öne çıkartılır. Oysa bunun özellikle günümüzde ne anlama geldiği açık değildir. Gerçekte de sanıldığı gibi, işçi sınıfının pratik gereksinimleri açısından pek de bilinçlendirilmesine gerek olmadığı açıktır.
İşçilerin yapacağı şey basittir. Kapitalist sınıfın egemenliğine son vermek. Üretim araçları mülkiyeti ve siyasi erke el koymak. Hepsi bu kadar basit. Bunları bilmek için çok fazla felsefe, sosyoloji, vs. bilmek gerekmek. Gerçekçe, gerçek bilinçlilik, bu mücadeleye kararlı bir biçimde hazır olmaktır.
Şimdiye kadar edinilen “bilinçsiz kitlelerin” hiç de sanıldığı gibi “bilinçli” kesimlerden daha az bilinçli olmadığını gösteren pek çok somut gelişme gözlenmiştir. Bir parti etkisi dışında herhangi bir fabrika komitesi oluşumu sözüm ona ‘bilinçli” eylemlilikten çok daha anlamlıdır. Tersine, bir parti öncülüğünde başlatılan ve sosyalist eğilim gösteren pek az harekete tanık olunmuştur.
R. Lüksemburg’un tavrı
Nasıl Lenin, Rusya’da proletarya devletinin kuruluşunun simge ismi olmuşsa, Spartakist hareketin öncülerinden R. Lüksemburg da yoldaşı K. Liebneckt ile birlikte de öylesine enternasyonal devrimin simgeleri haline gelmişti. Daha 1914 yılında, üye oldukları SDP’nin ve onun lideri Kautsky’nin dönekliğini Lenin ile birlikte ortaya koymuş ve savaşa karşı çıkmışlardı. Daha sonra özellikle R. Lüksemburg, enternasyonalist devrimci kimliği ile, özellikle Rusya devrimini yakından izlemiş, bundan büyük bir coşku duymakla birlikte, aynı ölçüde duyduğu endişelerini de dile getirmişti. Leninist katı merkezi parti anlayışına karşı çıkıyor, bunun parti içi demokrasi ve parti tabanının parti içindeki hakimiyetine son vereceğini ileri sürüyordu. R. Lüksemburg, Leninist anlamda proletarya diktatörlüğüne de karşı çıkmaktaydı. Burjuva devletinin baş aşağı getirilerek burjuvazi yerine proletaryayı yerleştirip onu olduğu gibi kullanmanın kabul edilemeyeceğini söylüyordu. Bolşeviklerin tarımda kamulaştırmadan vazgeçip topraklarının köylüler tarafından el konulmasına göz yumulması, belki proletarya sosyalist hükümetinin kurulması için mükemmel bir taktik olduğu söylenebilirdi; ama genel olarak bunun sosyalist ekonomi ile yakından uzaktan hiç bir bağlantısı yoktu.
Konsey komünistlerinin partinin işçi sınıfı devrimi içindeki rölü ile ilgili değerlendirmeler açısından R. Lüksemburg, diğer taraftan devrimci hareketin işçi sınıfının kendiliğinden hareketi görüşü açısından ise A. Kollontai ile çok yakın görüşlere sahiptir.
Gerçekten de R. Lüksemburg Pumplet of Russian Revolution adlı eserinde Lenin, Troçki ve arkadaşları tarihi dönüm noktasında bir partiden beklenen cesaret, devrimci tutum ve tutarlılık gösterebilmesini sağlayan liderler oldular diyerek bir Rusya’da Bolşevik devrimini en hareketli bir biçimde hareketi desteklerken, aynı zamanda parti kültü üzerinde haklı endişelerini de açık açık dile getirmekten çekinmez. Bolşevik partiye dört konuda eleştiri yöneltir: (i) toprak sorunu, (ii) ulusal sorun, (iii) kurucu meclise karşı tavır ve (iv) işçi demokrasisi.
- Lüksemburg’a göre, köylüye toprak verilmesi sosyalist ülkede özel mülkiyeti güçlendirmekten öte bir işe yaramazdı. Gerçekte durum daha da kötüydü. Bolşevikler, kulakların temsilcileri ile uzlaşmaya varmışlar ve toprak dağıtımının kulakların temsilcileri köylü komiteleri ile yürütülmekteydi. Bu durum, R. Lüksemburg’a göre, işçi sınıfının daha da yalnız kalması ile sonuçlanmıştı.
- Lüksemburg, ulusal sorun ile bağlantılı bu sefer Lenin’in ünlü ulusların kendi kaderini tayin hakkının Rusya’nın dağılması ile sonuçlanacak içi boş bir slogan olduğunu ileri sürer. Çoğu zaman R. Lüksemburg bu tutumu ile eleştirilmektedir. Ama belki buna karşı getirdiği devrimci güçlerin bir araya getirilmesi savı pek tutarlı olmasa da, bu sloganın günümüzde bağımsızlık ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin abartılarak sınıf hareketine ön koşul yapılmasına bakılarak çok olumsuz sonuçları olduğunu söylemek abartılı olmaz.
- Lüksemburg, Sovyetlerde Kurucu Meclis ile bağlantılı olarak önemli bir hususa parmak basar. Ona göre, tüm Rusya halklarının temsilcilerinden oluşan meclis, meşru bir kurumdu ve pek ala işçi-köylü ittifakı, Sovyet-Meclis ikili yönetimi ile temsil edilebilirdi. Bu gerçekten o günün koşulları için dikkate değer bir durumdur; zira böylelikle azgelişmiş Rusya için NEP, vs. gibi sonuç vermeyecek çözümler üretmek yerine, işçi ve köylünün el birliği ile sosyalizmi kurmak için aynı zamanda meşru bir zemine oturtulmuş yöntem olması açısından çok tutarlı görünmektedir.
- Lüksemburg’a göre işçi demokrasisi, proletarya devrimi ve sosyalizm için kaçınılmaz bir zorunluluktu. Ancak tutarlı ve eksiksiz bir işçi demokrasisi ile işçi sınıfının egemenliği sağlanabilirdi. Bu proletarya diktatörlüğü için de muazzam olanaklar sağlardı. Her alanda söz söyleme ve fikir özgürlüğü ve toplantı ve gösterilerin hiçbir kısıtlama olmaksızın yapılabilmesi gerekir. Eğer bunlar sağlanamazsa, işçilerin toplum yönetimi ve toplum hayatına etkin biçimde katılmaları sağlanamaz ve parti yönetimi, gerçekte kapalı kapılar ardından alınmış kararların zaman zaman çağrılan parti meclislerinde önlerine sunulan hazır taslak metinlerini görüşmeden kabul eden tam bir bürokratik mekanizmaya döner.
Boşlevik parti politikalarına daha yakından bir eleştiri getiren A. Kollontai’nin bir tarafta parti ve diğer tarafta işçi konseyleri hakkında söyledikleri, kendinden sonra Bolşevizm ve parti önderliği konusundaki eleştirel yaklaşan görüşlere kaynaklık etmiştir.
A. Kollontai’nin görüşleri
A. Kollontai, Sovyet devrimi, Bolşevik parti öncülüğünden çok gerek 1905 ve gerekse Şubat 1917 devrimlerini gerçekleştiren proletaryanın kendiliğinden inisiyatifi olmuştur. Belki de bu gerçeğin ağırlığı nedeniyle Kollontai, Bolşeviklerin Sovyetlere uzun zaman ısınamadığını söyler. Ekim 1917 günlerine kadar hala daha Bolşevikler etkisi giderek yükselmekle birlikte belli başlı Sovyetler içinde azınlıkta küçük bir gruptular. Bolşevikler, Sovyetler içinde temsil edilen çok çeşitli siyasi görüşlerin tümünden sosyalist devrimi savunmaları ve partiyi Sovyetlerin önüne koylamarı açısından farklılık göstermekteydiler.
Zamanla devlet ile bütünleşen Bolşevik parti proletaryanın sınıfsal inisiyatifine ambargo koydu A. Kollontai’nin belirttiği gibi; proletaryaya sosyalizmin inşası için inisiyatif tanınmadı. Bu nedenle de, uzunca yıllar boyunca hiç bir dönemde Sovyetler Birliği’nde komünist topluma yönelik bir süreç yaşanmadı; yani devlet gücü giderek zayıflaması gerekirken bunun tersi süreç yaşandı. Şubat Devrimi ile başlayan, Ekim Devriminin ilk günlerinde devam eden proletarya devrimi bundan sonra tüm Sovyetler Birliği tarihinde geriye doğru seyir izledi.
Lenin’in görüşleri
Lenin, Sol Komünizm adlı eserinde II. Enternasyonal’in dönek sosyal demokrat partisinden ayrılan Spartakistleri Almanya’daki “sol” komünizm içinde değerlendirir.
Spartakistler, konsey komünistlerinin tezlerinden birini oluşturan parti diktatörlüğü – sınıf diktatörlüğü çelişkisini ortaya atmaktadır. Spartakistlere göre, sosyal demokratlar, koalisyon hükümetine girme hesapları yapmakta, bu amaçla çeşitli uzlaşmalara girme peşindedir. Oysa geniş işçi sınıfı, bu oportünist yöntemlere karşıdır. Yığınlar, böyle ayak oyunları peşinde değil, ama burjuvazinin kesin olarak devrilmesini istemektedir.
Lenin, parti karşıtı bu görüşlere, bir toplum içinde sınıf çıkarlarının bir parti tarafından temsilinin kaçınılmaz ve temel bir olgu olduğunu söyleyerek karşı çıkar. Bu nedenle, bir “isçi sınıfı yığınları” ile “parti” veya “parti liderliği” arasında bir karşıtlık aramak anlamsızdır. “Kahrolsun liderler” sloganı son derece anlamsızdır.
Lenin’e göre, sol muhalefetin vardığı sonuç, partinin gereğini, disiplinin gereğini yadsımaktır ki, bu proletaryayı burjuvazi yararına silahsızlandırmak demektir. Bu ise Almanya’da her türlü devrimci hareketi mahva götürür.
Parti olmaksızın işçi sınıfının siyasi önderliğinin oluşturamayacağını ayrıntılı bir biçimde aktaran Lenin, son aşamada şunları söyler: “Özellikle proletarya diktatörlüğünde proletarya partisinin demir disiplinini azıcık da olsa zayıflatan kimse, gerçekte burjuvaziye hizmet eder.”
Konsey komünistlerine eleştiriler
Konsey komünistleri kısa bir süre için de olsa (1920-21 yıllarında) Üçüncü Enternasyonal ile ilişki içinde oldular. Bu açıdan bakıldığında, konsey komünistlerinin tümüyle Marksist siyasi gelenek içinde kabul edilmiştir. Ne var ki Avrupa işçi sınıfı hareketinin her nasılsa “canlandığı” 1968 yıllarında konsey komünistlerinin çarpıcı bir biçimde farklılaşma sürecine girdiği görülür. Artık daha az marksist ve daha fazla “sivil toplumcu” tavırları sergilemekteydiler
Kuşku yok ki, işçi sınıfının siyasi hareketini en tutarlı ve etkin bir biçimde temsil edecek, toparlayacak ve yönlendirecek bir işçi partisi yada işçi konseyi gibi bir organ arayışı ile yola çıkıp, Marksizm’den uzaklaşmaları, şayet bu gerçekten doğru ise, konsey komünistlerini ciddiye almamak için yeterli bir sebep olacaktır. Ama bizatihi işçi konseyi için bunu söylemek mümkün olmaz. İşçi konseyleri, daha en başında, 1905’den itibaren işçi sınıfı hareketinin içinde (kendiliğinde olup olmadığı çok fazla önem taşımaz) var oldu ve proletarya devriminde vazgeçilmez organlar olarak var olmaya devam etti.
Ama geriye dönüp bakıldığında, bir taraftan işçi konseyleri ve parti tarihi, diğer taraftan da işçi konseyleri yada parti siyasetlerini öne çıkartanların tarihin süzgecinden geçmiş ve tutarlılığı ve tutarsızlığı kanıtlanmış yanlarının olduğu ortadadır ve tarih, bir kez daha bu deneyimlerin ışığında bize kavramlara takılıp kalmamamızı, ama bu kavramların yerine ve zamanına göre çok çeşitli esneklikler içinde geçerli olabileceğini ortaya koymaktadır.
Bir başka deyişle, işçi sınıfının siyasi hareketinde önüne çıkan olanakları ne “sol” komünistlerin savunduğu ve Lenin ve benzeri “geleneksel” marksistlerce katı biçimde dışlamak gerekir; ne de, örneğin, bunu yaparken, Lenin’in ileri sürdüğü gibi “demir disiplin” gibi, belli bir dönem için anlamlı olabilen, ama aynı zamanda da bir çok sakıncalar içeren kavramlara körü körüne bağlı kalmak doğrudur.
Nitekim Lenin, daha sağlığında bu demir disiplinin olası tehlikelerini görmüş ve parti için demokrasinin sağlanması için son dönemlerde çok çaba göstermişti. Burjuvazi ile yürütülen çok zorlu sıcak savaşta demir disiplin safların pekiştirilmesi için zorunlu olabilirdi; ama bu R. Lüksemburg’un işaret ettiği gibi, proletarya parti üyelerini en tepeden tırnağa kadar kendi inisiyatiflerini sonuna kadar kullanmalarına engel oluşturmamalıydı.
Bu açıdan bakıldığında, genel anlamda fikirlerin doğruluğu veya isabetli oluşlarının değil, ama aynı zamanda onların zaman içinde kalıcılığının da önem taşıdığı anlaşılır. Eğer konsey komünistlerinin görüşlerinin zamana karşı “dayanıksız olduğu” gerçekten doğru ise, bu sefer bir başka kıstasa daha başvurulmalıdır. Fikirler için önemli olan, onların son tahlilde “neye hizmet ettiğidir”. O zaman bir fikrin doğruluğu veya isabetliliği ve hatta sorgulanması gereken husus olan işe yarayıp yaramadığını anlamak için, bu fikrin makul bir zaman içinde neye hizmet edecek olduğunu kestirmek gerekir.
Konsey komünistlerinin varislerinin “daha az marksist tavır” içinde olmaları demek ki onların görüşlerinin eleştirisinde kıstas olarak alınabilir. Epey zaman sonra da olsa konsey komünistlerinin geldiği böyle bir noktaya gelmiş olması epey anlamlıdır.
Ne var ki, Marksistler bugün acı bir gerçekle karşı karşıyadırlar. Son dönemde yaşananlar artık kimin haklı, kimin haksız olduğunu iyice bulanıklaştırmıştır. Bu nedenle, daha az marksist tavırların dahi üzerine durulmaya değer olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir.
Gerçekten de, ister konsey komünistler olarak veya isterse bir başka biçimde “sol komünistler” veya “sol muhalefet” olarak tanımlansın, günümüzde Marksizm adına hareket ettiğini söyleyen herkes saygındır ve yaşanan tarih, bu saygınlığın şaibeli olabileceğine dair ileri sürülebilecek bütün gerekçelerin tutarsızlığını ortaya koymuştur.
Kuşkusuz konsey komünistlerinin, partiyi dışlayarak en azından burjuvazinin egemenliğinde parti mücadelesinin sonuç vermeyeceğini söylemeleri, yaşanan tarihe bakıldığında, çok isabetli idi: 1918’de Spartakistler Alman Sosyal Demokrat partisinden ayrılarak işçi sınıfı içined yoğun bir ajitasyon çalışmalarına girdiklerinde, sosyal demokrasinin oportünist politikaları gören kitleler içinde kendilerine geniş bir taraftar bulmuşlardı. Panikleyen militaristler, R. Lüksemburg ve K. Liebneckt’i öldürürler ve ölülerini nehre atarlar. Bu iki yılmaz proletarya savaşçısının alçakça katledilmesi ile Alman faşizminin kapıları ardına kadar açılacaktır.
Ama, yine de konsey komünistlerine, parti olmaksızın işçi sınıfının çok temel bir mücadele araçlarından yoksun kalması kaçınılmazdır. Parti ile işçi sınıfı, parlamento içinde ve dışında mücadele edecektir. Sadece siyasi mücadele değil, sendikal mücadele de kaçınılmazdır. İşçi sınıfı hareketi, önüne çıkan her türlü mücadele biçimlerini değerlendirecek ve kullanacaktır. Ama parlamenter siyasi saplantıya yada ekonomizme düşmeksizin, bu mücadele biçimlerinin sınırlılığının unutmaksızın.
Kaldı ki, işçi konseyleri devrimci döneme özgü örgütlülük biçimidir. Bu koşullar olmaksızın, günümüz burjuvazisinin sendikal örgütlülüğünün kırılması ve işçi konseylerinin oluşturulması mümkün olmaz. Bolşevik devriminde olduğu gibi, devrimci ana kadar siyasi mücadele aracı olarak partinin varlığı kaçınılmaz görünmektedir. Ama, parti tarihinin paha biçilmez deneyimlerini içined barındıran bir devrimci parti olmalıdır bu.
Parti yanı sıra, sendikaların dışlanması da konsey komünistleri için ikinci büyük talihsizlik olmuştur. Bu durum çok açıktır. Konsey komünistlerinin birçoklarından farkı olarak işçi sınıfı kavramını öne çıkarmalarına karşın, burjuva toplumunda işçilerin fiilen bulunduğu sendikaları dışlıyor görünmeleri anlamsızdır.
K. Marks, siyasi mücadelenin hemen hemen tek yolunun işçi sınıfı ile sendikalar aracılığı ile ulaşmak olduğundan söz eder. Parti aracılığı ile olsun olmasın, siyasi mücadelenin çekirdeği fabrika hücreleri olacaksa, bu hücrelerin somut ve işçiler için bir anlam taşıyan mücadele hedefi olmalıdır. Bu ekonomik mücadeledir. Komünistlerin ekonomik mücadeleye katılmaları ve bu mücadele içinde sendikal çalışmalar yapmaları olmazsa olmaz nitelik taşır.
Kaldı ki, konsey komünistleri sendikaların niteliği konusunda söyledikleri hiç de yeni bir şey değildi. Lenin, en başta sendikaların burjuvazinin birer kurumları olduğunu açıklıkla belirtmekteydi. Ama bu durum, komünistlerin sendikal mücadeleden ellerini ayaklarını çekmeleri anlamına gelmez.
Her şeye rağmen konsey komünistlerinin üzerinde durduğu hususlar, Sovyetler Birliği ile bağlantılı olarak yapılacak değerlendirmeler için bir yol gösterici olabilir. Sanki Sovyetlerde partinin “Bolşevikleştirilmesi” olgusu yaşanmıştı. Bu Lenin’in tanımladığı demir disiplin kavramına denk gelmekteydi. Demir disiplin de, gerçekte parti kavramına aykırı bir durumdur. Parti, aynı görüşte olsalar da, farklı insanların bir araya geldiği ve farklı görüşlerin sentezinin oluştuğu bir süreci tanımlar. Demir disiplin, bu farklılık ile çelişkili bir durumdur.
Bolşevizm, demir disiplini ile sağladığı kararlılığı, dirençliliği sayesinde Petrograd Sovyetlerinde en az üyesi olan, ama giderek kitleleri kucaklama başarısını gösteren bir partiydi. Ama bu süreç, devrim sonrası duruma uygun düşmezdi. Çünkü ülkede devrimi yapmış olmasına karşın, işçi sınıfının şimdi kendisi yanında tüm diğer sınıf ve tabakaların menfaatine ülkeyi yönetmesi gerekiyordu. Bunu tek başına ve o sınıflar adına yapmaya kalktı. Bunu başarır gibi görünmüştü başlarda. Ama en beklenmedik zaafı da bizzat kendi içinde, partinin çekirdeğinden gelecekti. Parti artık işçi sınıfı kitlelerinden iyice kopmuştu. Zor durumda kaldığında, işçiler ona ellerini uzatmaktan imtina ettiler.
*Bu yazı ilk olarak İşçi Davası dergisinde yayınlanmıştır.