Malum, Ayasofya’nın heyecanı soğudu, altın ve döviz aldı başını gidiyor ve fakat “herkes sakin olsun, ekonomimiz adeta uçuyor, yükselişimiz sürüyor!” Geçtiğimiz hafta Ayasofya Camii’nde kıldığı cuma namazının ardından AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sözleri bunlar. Ardından dış siyasette Lübnan ve doğu Akdeniz hamleleri geldi. Önce neler olduğuna bakalım: Lübnan, Beyrut’taki dev patlamayla tarihinin en büyük felaketini yaşadı. 2014’ten beri limandaki depoda tutulan yaklaşık 3 bin ton amonyum nitratın patlaması sonucu meydana gelen felaket için Lübnanlılar; “yaşadığımız onca yıllık savaşlarda bile böyle bir felakete tanık olmadık” ifadesini kullandılar. Lübnan böylesi bir acıyla sarsılmış ve henüz can kayıplarının boyutlarını tahmin dahi edemez durumdayken, fırsatçıların bu ülkeye kendi siyasi projelerini taşıma yarışına girdikleri görüldü. Enkazın sıcağında ilk Beyrut ziyaretini Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron gerçekleştirdi. AKP’yi hızlıca harekete geçiren de bu ziyaret oldu. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu “insani yardım” paketiyle Lübnan’a gittiklerinde, yerel kaynaklar bunu Fransa ile rekabet olarak değerlendirdiler ve Libya’nın yıkımından sonraki çekişmeye benzettiler.
Hatırlanacağı üzere Kaddafi’nin linç edilerek öldürülmesinden sonra Başbakan Erdoğan, NATO müdahalesinden sonra Libya’yı ilk ziyaret eden lider olmayı planlamıştı. Ancak Erdoğan’ın ziyaretinden bir gün önce İngiltere Başbakanı David Cameron ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy Libya’ya gittiler. NATO müdahalesinden sonra ülkeye devlet başkanları düzeyinde yapılan ilk ziyareti bu ikili gerçekleştirdi. Erdoğan da erken davranıp Libya’ya kendisinden önce giden bu iki lideri rol çalmakla suçlamış ve ‘koşa koşa meyve toplamaya gittiler’ demişti. Şimdi de Beyrut enkazından yine bir Fransa-Türkiye yarışından söz ediliyor.
Yerel kaynaklara bakıldığında hem Fransa’nın hem de Türkiye’nin bu aceleciliğinin Beyrut halkına merhem değil, kendi siyasi programlarını taşıma şeklinde yorumlandığı görülür. Çünkü Fransa Cumhurbaşkanı Macron ‘biz Lübnan’la ilgilenmezsek Suudiler, Türkler ve İranlılar Lübnan’la ilgilenir’ diyerek zaten bu niyetini açık etmişti. Öncelikle en hızlı davranan Macron’u; “Lübnanlıların felaketi üzerine koşup gelen katı sömürgecilik anılarıyla yüklü bir misafir” olarak tanımlayan el Ahbar yayın yönetmeni İbrahim Amin, “Macron elli gümüş parayla bize sömürgeciliğimizi takdim ediyor ifadesini kullandı. Yazar, Macron’un bu heyecanını şöyle değerlendiriyor:
“Fransız cumhurbaşkanı inançlarına ihanet etmiyordu. Düşündüğü ve hayal ettiği her şeyi söyledi. Lübnanlıların Nakba (büyük felaket) anını seçti, Lübnan dosyasının yönetiminde merkezi bir rol satın almayı teklif etti ve dünyanın her yerinde olduğu gibi Körfez Araplarından İsrail’e ve ABD’ye kadar bütün müttefiklerinin onayını kazanmak için hızla adım attı. Fransa Cumhurbaşkanının, bazılarımız istese bile, bizi yeniden sömürgeleştirmeyi amaçlayan Batı koşullarını tekrarlamaktan başka önerecek hiçbir şeyi yok. Macron’un aramızdaki işbirlikçi insanlarda çok işe yarayan “üst zihin ürünü” dersler dışında bize verebileceği, bizi yeniden sömürgeleştirmeyi amaçlayan Batı dayatmasını tekrarlamaktan başka önereceği hiçbir şeyi yok. Belki de en tehlikelisi şu ki, Macron’un elinde iç çatışma iklimini derinleştirecek imkânlar var ve içeriden kendisine müdahale çağrısı yapacak göstericiler olacağını umuyor. Ancak Macron ya da Fransız yetkililer Lübnan’ın hâlâ kendilerinin şekillendirdikleri bir ülke olduğunu düşünüyorlarsa, onlara bir yanılsama içinde olduklarını hatırlatalım. Bu sebeple Lübnan halkının ikinci bir Lübnan yolculuğuna çıkmadan önce onları bu nefret dolu rüyadan uyandırması zorunludur.”
AKP’nin Lübnan’da genişleme hayalleri
Gelelim aynı insani yardım paketiyle yaklaşan Türkiye için neler söylendiğine… Öncelikle Beyrut felaketinden önce de Türkiye’nin Lübnan’ın içişlerine karışmakla suçlandığının altını çizelim. Cumhurbaşkanı Michel Avn’ın damadı Cibran Basil, parlamentodaki en büyük blokun başkanı olarak Türkiye’ye suçlamalar yönelterek, onu Lübnanlı gruplara kaynak sağlama ve silahlandırmanın yanı sıra hükümet aleyhine gösteriye katmakla suçlamıştı. Keza bir süre önce Lübnan İçişleri Bakanı Muhammed Fehmi, Lübnan’ın Sünni bölgelerindeki silahlı grupların arkasında bir Türk rolünün olduğunun resmi Lübnan güvenlik raporlarınca kanıtlandığını açıklamıştı. Bu açıklamanın ardından Türk heyetinin Beyrut ziyareti yoğun tartışmalara sahne oldu. Lübnan eski İletişim Bakanı Muhammed Şukayr’a göre “Türkiye’nin muhtaç ailelere gıda ve tıbbı yardım sağlayarak Lübnan denklemine dahil olma hamlesi, Lübnan’ın petrol çıkarma anlaşmalarına girme arzusunun bir ifadesidir.”
Şukayr’ın Şarkul Avsat’ta yayımlanan analizine göre; “şu anda Türk müdahalesi gıda ve tıbbi yardım sağlamakla sınırlıdır. Ancak henüz herhangi bir siyasi karakter almamış olsa da Lübnan güvenlik servisleri bu müdahaleyi izliyor.” Çünkü Türkiye’nin Lübnan müdahalesinin Suriye, Irak, Libya ve Afrika kıtasındaki diğer ülkelere yönelik güvenlik ve siyasi düzeydeki müdahalesi ile kesiştiği düşünülüyor. Özellikle Lübnan’daki iç çatışmayı ve yönetim krizini derinleştirmekle meşgul olan Arap ülkelerinin Beyrut felaketine yönelik bir rasyonel programlarının olmaması, ciddi bir boşluk yarattı ve bu boşluktan yararlanan Ankara, Lübnan’da pozisyon edinerek orta veya uzun vadede siyasi olarak genişleme ümidiyle hareket ediyor.
En çok tartışılan şey de Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun “Cumhurbaşkanı’nın talimatı var: Ben Türküm, Türkmenim diyen her soydaşımıza vatandaşlık vereceğiz” demesidir.
Kim bu vatandaşlık dağıtılan Lübnan Türkleri?
Lübnan’da da çekilen bu Türkmen kartı, esasında AKP’lilerin aklına yeni gelmiş değildir. Dış politikada yeni Osmanlı yayılmacılığının temelini oluşturan bu “derin stratejinin” hikâyesi 2010 yılına dayanıyor. Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi ORSAM’ın Şubat 2010’da yayımladığı bir rapor var. Raporun adı şu; “Unutulan Türkler: Lübnan’da Türk Varlığı.” Rapora göre Türkiye, varlığını bilmediği Lübnan Türkmenlerinden ilk kez 1989’da haberdar olmuş. Raporu hazırlayan “Ortadoğu uzmanı” Oytun Orhan’a göre; Lübnan ordusunda askerlik görevini yapan Halit Esad isimli bir Lübnanlı askerin Türkçe konuştuğunu fark eden komutanı, onu alıp Türkiye Büyükelçiliğine götürmüş ve böylece Lübnan/Akkar bölgesinde iki Türkmen köyünün varlığı keşfedilmiş!… Bundan sonra yeni atanan büyükelçinin bu köyleri ziyaret etmesi gelenek haline gelmiş, ORSAM da 2009’da bu “unutulan” Türkleri araştırmaya başlamış!..
Rapora göre Lübnan’da 9 bin civarında Türkmen nüfus var. Kuzey Vilayeti Akkar bölgesinin iki köyünde 5 bin, Doğu Lübnan’da Beka vilayeti içinde yer alan 5 küçük yerleşim birimi ve Hermel şehri yakınında bir köyde yaşayan Baalbek Türkmenlerinin sayısı 3.800’dür. Bir de Giritli Türkler de var. Bu Giritli Türkler, kendilerine Osmanlı denmesi nedeniyle, Osmanlı Devleti’nin devamı olarak gördükleri Türkiye’ye yakınlık duymaktalarmış. Bunun dışında ayrıca Lübnan’da yaşayan 20.000 civarında Türk vatandaşı da raporda yer alıyor. Ancak bu Türk vatandaşları 1940’larda ekonomik nedenlerle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden –çoğunlukla Mardin’den- göç etmiş kişilerden oluşmaktadır. Ekonomik kaygılardan dolayı yol alan bu kesimin bir kısmı Suriye’de kalmış, bir kısmı da Lübnan’a yerleşmiş. Rapora bakılacak olursa, Lübnan’da 30 bine yakın bir Türk nüfusu var. Ancak bunlardan 20 bini bulan ve güney doğu illerimizden giden “Türk vatandaşlar”, doğduğu yeri değil, doyduğu yeri memleket edinenlerdir ve ORSAM’ın raporu bu kesim üzerinde fazlaca durmuyor zaten. Ama diğer 9 binlik nüfus üzerinden bir Lübnan politikası geliştirildiği görülüyor. Özellikle “Lübnan Türkmenlerinin sosyal ilişkileri ve siyasete bakışlarında önemli referanslardan biri Sünniliktir” vurgusu dikkat çekiyor. (raporun 6. sayfası) Rapora göre Lübnan Türkmenleri için temel unsur Lübnanlılık ve Sünniliktir. Türkmenlik bilinci ise mezhepsel kimliğin ardından gelmektedir. Bu yüzden Saad Hariri’yi desteklemektedirler.
ORSAM’ın bu raporu Şubat 2010’da yayımlandı. Bundan dokuz ay sonra, Kasım 2010’da dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Lübnan’a iki günlük bir resmi ziyaret gerçekleştirdi ve gider gitmez soluğu Türkmenlerin yaşadığı Akkar bölgesinde aldı. Türk bayraklarıyla karşılandığı bu ziyarette yanında elbette ki Lübnan Başbakanı Saad Hariri vardı. Çünkü ORSAM’cıların belirttikleri gibi bu Türkmenlerin “önemli referansı Sünniliktir” ve Hariri’nin destekçileridirler. Erdoğan’ın bu ziyaretinden sonra Lübnan’da “Türkleri bir araya getiren” Gelecek Nesil Derneği kuruldu. Türk İş birliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı TİKA da Lübnan’da faaliyete başladı.
AKP’nin “Türk ve Sünni” olanlara yoğun alakasını izleyen Lübnanlı analistler şunu söylüyor: “Nerede İslam ve özellikle Sünni coğrafya varsa, orası Türkiye’nin müdahalesine açık bir alandır.” Bu demektir ki, Lübnanlılar da AKP’nin bu temel argüman üzerinden geliştirdiği yayılmacı hayallerinin farkındalar. Felaketin ortasında bu şekilde bir Türkmen kartının çekilmesiyle ilgili olarak Lübnanlı yazar, Ankara’nın Türkmen kökenli Lübnanlıların varlığından yararlanarak Trablus, Akkar, Bekaa ve Sayda’da kurduğu bürolar aracılığıyla yardım dağıtımını denetleme görevini Türk İş birliği ve Koordinasyon Ajansı’na (TİKA) emanet ettiğini ve Kuzey Lübnan’daki Türk aşiretlerinin sözde temsilcileriyle doğrudan bir ilişki sürdürdüğünü söylüyor. Anlaşılan o ki, Libya’dan sonra Lübnan’da da yine Türkmen kartını çeken AKP’nin hamlesi mercek altındadır.
Bir insani felaket nasıl istismar edilir?
Kahire Ortadoğu Araştırmaları Merkezinden Muhammed Mücahid el Ziyad ve Dalal Mahmud tarafından kaleme alınan bir analizde; “AKP’nin bir insani felaketi nasıl istismar ettiğine” dair şu tespitler yer alıyor: “Lübnan’ın geçen yıldan beri yaşadığı ve yaygın halk protestolarını ateşleyen ekonomik kriz, Lübnan arenasında bir parçalanma durumu yarattı, zaten var olan siyasi krizi derinleştirdi. Nerede bir iç kriz yaşansa orada aktif olan Türkiye’nin, gerek ulusal gerekçelerle (Türkmenlik) gerekse dini gerekçelerle (siyasal İslam akımları, özellikle Sünniler) üzerinden müdahale etmek için fırsat kolladığı bilinir. Şu anda büyük felaket yaşayan Lübnan’ı, Türkleri (ve Sünnileri) savunmak adına “müdahaleye uygun” görüyor. Özellikle Lübnan’da bir gazetecinin Erdoğan’a hakaret etmesinin ardından son zamanlarda Sünnilerden doğru yükselen bir bağlılık söz konusu ve ayrıca bu hakaretten dolayı Erdoğan’ın hırs listesinin başında Lübnan geliyor.”
Elbette ki Lübnan hamlesinin altında sadece bu gerekçe yer almıyor, çünkü devasa yayılmacılık hayalleri de var. Adı geçen analize göre Türkiye, Trablus limanını Mersin limanına bağlayarak, özellikle Lübnan’ın kuzey bölgesinde nüfuzunu genişletmeyi ve bunun üzerinden Suriye’deki etkisini güçlendirmeyi hedefliyor. Dolayısıyla Ankara, Astana görüşmelerinde Rusya ve İran’la ortaktır, ancak Suriye’ye yönelik politikaları belirleyen Rusya’dır. Rusya da otomatik olarak, Lübnan’da kendisine eşdeğer olanı arar, Türkiye de kendini buna aday görmek istiyor. Bu yüzden Lübnan’da yardımlarla varlığını, içeriden destekçileriyle de etkisini güçlendirmeyi hedefliyor.
Aslında hedef değil de hayaller diyelim ve devam edelim; Türkiye’nin Lübnan dosyasında aynı zamanda “Doğu Akdeniz’de çıkış yolları bulma, bölge ülkelerinin karşı çıktığı gaz arama fırsatlarını güvence altına alma” umutları da var. AKP, tıpkı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti üzerinden petrol arama haklarını talep etmesi ve Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile imzaladığı deniz sınırlarını belirleme anlaşmasından yararlanarak keşif gemilerini sürmesi gibi Lübnan’ı da Doğu Akdeniz’de olası bir dayanak noktası olarak görüyor. Esasında bu da Davutoğlu’nun Beyrut’taki görüşmelerinde sunduğu teklifin önemli bir parçasıydı. Bu teklif, Lübnan’ın petrol çıkarma anlaşmalarına ortak olma ve hatta Avrupa’ya petrol ve gaz ihraç etmek için alternatif bir boru hattı inşa etme arzusunun ifadesidir. Yani derin stratejistin miras bıraktığı bir hayalin peşindedir AKP. Ve muhtemelen buna güvenerek doğu Akdeniz’de Yunanistan’a ve bilumum cihana Oruç Reisli meydan okumalar sahneleniyor… Yani dış politikamız da uçuyor adeta!..
Bu makale ilk olarak Artı Gerçek’te yayınlanmıştır