Geçtiğimiz haftaki yazı, Erdoğan-AKP rejiminin, hem Yeniden Refah Partisi (YRP) hem de eski maliye bakanları Mehmet Şimşek nezdinde, üstelik aynı gün içinde geri çevrilmesini konu alıyor ve bu girişimleri, 20 yıllık iktidarın ardından, siyaseten can havliyle ama son noktada sınıfsal seçilim ile hayatta kalma gayreti olarak değerlendiriyordu. YRP, Türkiye’de İslamcı siyasal hareketin ilk bağımsız kolonunu oluşturan Milli Görüş’ün tarihsel lideri Necmettin Erbakan’ın oğlu tarafından yönetilmesi ve sahada neredeyse doğrudan AKP dönemi yoksulluğunun ve yozluğunun eleştirisine yaslanması nedeniyle bir meşru kök arayışıydı da Erdoğan için… Bu nedenle ilk anda reddedilmesi, daha doğru ifade etmek gerekirse, YRP yönetiminin ilk adımı ‘taban baskısı’nı dikkate alarak atması önemliydi.
Birkaç gün sonra siyasal İslamcıların bu iki kolu, tedricî bir seçim iş birliği için anlaştıklarını açıkladılar. Bu gecikmiş vuslat, Erdoğan-AKP’nin arzuladığı tahkimatı sağladığı anlamına gelmiyor. Bunu açığa çıkaran iki temel olgu var. Birincisi, bu ittifak YRP mutemetlerinin açık itirazları nedeniyle yara bere alıyor. İkincisi, tüm dinsel ve ahlaki örtüsünü kaldıracak şekilde, tam da organik zemininden, yani bir sınıf işbirliği düzleminden görülebilmesini sağlayan bir belgeye sahip bulunuyor.
AKP ile YRP’nin ittifak protokolü, resmi muhalefetin politik mecralarında daha çok 6284 sayılı Kadına Yönelik Şiddeti Önleme Kanunu’nun açık bir pazarlık konusu yapılmasıyla ele alındı. Burada Türkiye toplumu için ultra-gerici bir uzlaşma yaratıldığı, hatta buna bazı AKP elitleri içinde bile itirazlar olduğu doğru. Ancak yalnızca buraya sıkışmış bir değerlendirme, Erdoğan iktidarının özellikle son 15 yılında fazlasıyla yararlandığı sözde kültürel çatışma paradigmasına sıkışma riski de taşıyor. Zira AKP-YRP özgül ittifakı bu Talibanvari niteliğinin yanında esasen sınıfsal bir niteliğe sahip.
İttifak protokolüne ilişkin metin ortaya çıktıktan sonra ilk dikkat çeken Ümit Akçay oldu. Protokoldeki “TCMB’nin Hazineyi fonlamasının önündeki engellerin kaldırılması” maddesinin, 2001’den beri çeşitli sermaye fraksiyonlarının en öncelikli talebi olduğunu hatırlattı ve şöyle yazdı: “Protokole girmesi, Türkiye’deki mevcut birikim modeli krizine verilen farklı yanıtları göstermesi açısından önemli.”
Yukarıda sınıf iş birliği belgesi olarak anılan budur. AKP, Ümit Akçay’ın hatırlattığı talebi, Türkiye kapitalizminin aynı dönemdeki (2001-2002) tarihsel tıkanıklığını aşmaya yönelik statükocu/Ortodoks programla ve hatta emekçi sınıfların rızasıyla birleştiren bir lavabo-aç rolü sayesinde iktidarını inşa edebilmişti. Ama geride kalan yılların ve hızlı bir başkalaşımın sonunda, genellikle Anadolu mahreçli olan küçük-orta sermayeyle doğrudan politik bağlarını kısmen korusa da, bunların sınıfsal talepleriyle Türkiye kapitalizminin büyük ölçekli gereklerinin realitesi arasında sıkışan, güvenilmez bir aktöre dönüşmeye başladı; üstelik herkes açısından güvenilmez bir aktör…
14 Mayıs seçimlerine, Türkiye kapitalizminin –uluslararası koşulların da belirleyiciliği altındaki– ihtiyaçlarının yönüne dair bir gerilim ekseninde gidilirken, müstakbel iktidar adaylarının çatışma ve ayrışma noktaları da bu gerilim ekseni tarafından belirleniyor. Yıpranmış AKP-Erdoğan yönetiminin çeşitli nedenlerle bir ölüm-kalım sorunu haline gelmiş bulunan iktidarda kalma hırçınlığı, onu son noktada halen güvenilmez, ama aynı zamanda gayet tavizkâr bir ‘dönem aktörü’ne dönüştürüyor. AKP-YRP ittifak protokolünün “Ekonomik Konular” başlıklı ilk bölümünün başına bir levha gibi çakılan şu ifade bu açıdan önemlidir: “Emek yoğun alanların teşvik edilerek işsizliğin azaltılması temin edilecek.” Yeşil ve dijital dönüşüm gibi parolalarla ifade edilen ‘diğer’ burjuva projeye yönelik bu savunma protokolü, aynı anda hem bir uzlaşma hem de çatışma konusudur. Nitekim küreselci hegemonya taarruzları sürerken, Türkiye’yi yönetecek herhangi bir siyasal meşrebin, kampanya dönemine ait sözlerinden cayması şaşırtıcı olmayacaktır ve sözgelimi seçimi kazanmış bir Erdoğan’ın ne yönde davranacağı konusunda eski akitlerini tanımayabileceği herkesçe malumdur.
Cumhur İttifakı olarak adlandırılan sınıf bloku, iktisadi (sınıfsal), siyasal (idari-bürokratik) ve ‘toplumsal’ (dinci-milliyetçi ağlar) koalisyonunu genişletmek için, dışarıdan ilkesiz görünen hummalı bir faaliyet içinde ve bu konuda ‘başarılı’ denebilecek bazı adımlar attı. MHP’yi, Hüdapar’ın –aslında yöresel-dinsel bir aksesuar olan– Kürt varlığı talepleriyle ‘uzlaştıran’ da budur.
Görünen o ki 14 Mayıs’ın sonuçları ne olursa olsun, egemen sınıflar açısından asıl zemini iktisadi olan politik kriz devam edecek. Türkiye’nin tüm emekçileri ve Kürt halkı için bu, hem dikkatle izlenmesi gereken tehditler hem de büyük fırsatlar yaratıyor belki de…
Kaynak: Evrensel