Mevcut kredi paniği, politikada köklere inmek demenin ne anlama gelmesi gerektiğinin ama çoğu zaman (kendini sunduğunun ve belki de kendine dair yanılsamasının aksine) nasıl da bu anlama gelmediğinin çarpıcı bir örneğini sunuyor. Günümüz kredi krizi, bankaların başarısızlığının sonucu değil. Tersine, genel olarak öngörülmese bile tamamen beklenebilir olan üstün başarılarının meyvesi: devasa bir erkekler ve kadınlar, gençler ve yaşlılar çoğunluğu, bir borçlular ırkına dönüştürüldü: borçluluk durumu bir kez ömür boyu devam eder hale geldikten sonra ve zaten girilmiş borçlardan tek gerçekçi kurtuluş olarak daha fazla borçlanma seçeneği sunulduğu sürece sonsuza dek borçlular. Son otuz yılda, bu duruma düşmek insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar kolaylaştı; bu durumdan kurtulmak ise hiç bu kadar zor olmamıştı. Borçlandırılabilen her kim varsa ve daha milyonlarca başkası, örneğin borç verme/borç alma tuzağına düşürülemeyecek ve düşürülmemesi gereken, yüksek faizle morgıç kredisi alan düşük gelir grubundan insanlar, borçlanmaları için ayartıldı ve baştan çıkarıldı. Ve tıpkı tüm ayakkabısızların ayakkabı sahibi olmasının ayakkabı sektörü için sorun anlamına gelmesi gibi, borçsuz neredeyse herkesin borçlandırılması da kredi sektörü için felaket anlamına geliyor. Rosa Luxemburg’un ünlü öngörüsü bir kez daha doğrulanıyor: içgüdüsel olarak kendi kuyruğunu kemiren bir yılan gibi davranan kapitalizm, yeni bakir sömürü toprakları tedarikini tüketmeyi başararak, ne yaptığının farkında olmaksızın intihara bir kez daha tehlikeli biçimde yakın.
ABD’de, ortalama hane halkı borcu, son sekiz yılda – benzersiz bir refaha şahit olunan yıllar – yüzde 22 arttı. Ödenmeyen kredi kartı borçlarının toplamı yüzde 15 arttı. Ve belki de en tehlikelisi, ülkenin gelecekteki politik, ekonomik ve ruhani eliti olan kolej öğrencilerinin genel borcu ikiye katlandı. ‘Borç içinde yaşama’ sanatını hatmetmek ve ‘ölüm bizi ayırana dek’ kalıcı bir borçluluk içinde yaşamak, ulusal eğitim müfredatının bir parçası haline geldi. İngiltere’de de çok benzer bir duruma ulaşıldı. Avrupa’nın geri kalanı da pek geride kalmadan bu yolu izliyor. Bankacılık gezegeni, uçsuz bucaksız yerli çorak enginlerin sömürüsünü hâlihazırda hayata geçirmiş olarak, umarsızca bakir toprak sıkıntısı çekiyor.
Medyadaki manşetlere ve politikacıların konuşmalarının önemli noktalarına yedirildiğinde etkileyici ve hatta devrimci görünebilecek olan şu ana kadarki reaksiyon, alışılagelenden farklı olmadı: borç verenlerin sermaye yapısını yeniden düzenlemeye ve onlardan borç alanları bir kez daha kredi vermeye değer hale getirmeye, böylelikle borca girmenin ve borçlu kalmanın yanı sıra, borç verme ve borç alma işinin de normale dönebilmesine yönelik bir çaba. Zenginler için refah devleti (ki yoksullar için taşıdığı anlamdan kati şekilde farklıdır), gücendirici karşılaştırmalardan kaçınmak adına ofislerinin geçici olarak sürgün edildiği servis bölgelerinden tekrar showroom’lara taşındı. Onu kamusal onaya ve alkışa sunmanın, zengin olmayanlar için refah devletini kapsamadığı muhakkak: o, yani yoksullar için refah devleti konusunda, ABD’nin Cumhuriyetçi başkan adayı John McCain’in kredi krizi manşetlere çıkmadan önce yaptığı bir açıklamanın (“Sorumsuzca davrananları kurtarmak ve ödüllendirmek hükümetin görevi değildir”) geçerliliğini koruduğu kesin (New York Times, 28 Mart 2008).
Devletin, bu amaç için uzun süredir kullanmadığı kasları, bir kez daha kamuoyu önünde esnetildi; bu kez devletin kaslarını esnetmesinden hazzetmeyen oyunu devam ettirmek adına – ama aynı zamanda da, tiksindirici bir şekilde kaçınılmaz; ilginç biçimde, devletin kaslarını esnetmesine dayanamayan ama onsuz da yapamayan bir oyun. Amerikan hükümetinin, gemi azıya almış küreselleşmenin ve küresel finans piyasalarının toptan deregülasyonunun intihar eğilimi birinci elden deneyimlendikten ve bunun serbest piyasa ve serbest sermaye akışı oyununun birinci ligdeki oyuncuları tarafından deneyimlendiğini fark ettikten sonra ancak harekete geçtiğini not edin. Federal makamlar tarafından, aniden ve önceki tüm imanlı yeminleri ile keskin bir karşıtlık oluşturacak şekilde alınan tüm önlemler, mağrurları, zelil gördüklerine yaşattıkları faciadan korumayı ve mevcut ve gelecekteki ‘hıçkırıklardan’ kurtulmalarını ve küreselleşme oyununu daha büyük iştahla, kararlılıkla, daha fazla kendilerinden geçerek ve daha yüksek karlar elde ederek oynamalarını amaçlıyordu.
Onların beslendiği küçük balıkları değil köpek balıklarını kurtarmak için önlemler devreye sokuldu ve köpek balıkları, bir kez güvenceye alındıktan ve takviye edildikten sonra, küresel sularda avlanmaya kısıtlamalar getirilmesini talep edecek olan en son yaratıklar. Financial Times’ın 20 Eylül 2008 tarihli süslü ifadesi ile ‘küresel piyasalar Amerika’nın (aynı gazetenin en kötü tahmini ile ‘bankaların kayıplarını telafi etmesini, sermaye yapılarını yeniden düzenlemesini ve tekrar işbaşı yapmasını’ sağlayacak olan) eylem çizgisini gür bir şekilde onaylıyordu’ (Guha et al. 2008). Dikkat edin: bankaların rutin metotlarını değiştirmek için değil – bankaların, teminat altına alınmış bir şekilde ve daha önce kendi başlarına ve kendi bildikleri gibi halletmeleri beklenen (ve kibirli bir şekilde kendi başlarına bırakılmalarını istedikleri ancak şimdi beceremedikleri açığa çıkan) bir durum olan açgözlülüklerinin sonuçlarından kurtarılacaklarını umarak, bir kez daha bu metotları uygulayabilmesini sağlamak için. İngiliz maliye politikasından sorumlu Alistair Darling’in Sky News’e 8 Ekim 2008’de söylediği gibi, takip eden (insanın ‘seri’ diyesi geliyor) ‘Kara Çarşamba’ sabahında: ‘sistemi yeniden işler duruma getirebileceğimizden emin olmak istedik.’
Keyifle (ve aptalca) unutulan şey ise, insan ıstırabının içeriğini, insanların nasıl yaşadıklarının belirlediği. Şu an ağıt yakılan acının kökenleri, tıpkı tüm toplumsal fenalıkların kökenleri gibi, ne zaman bir sorun veya aşılması gereken bir zorluk çıksa tüketici kredisine koşmak şeklinde özenle işlenmiş ve artık müzminleşmiş alışkanlığımızla, yaşam tarzımızın derinliklerinde yatıyor. Ağustos 2007’de, İngiltere’de morgıçlar, borçlar ve kredi kartı borçları, gayrisafi yurtiçi hasıla toplamını geçmişti: İngilizlerin, kazanmadıkları bir parayı harcayarak ve kazandıklarından giderek daha az ödeyebilir hale gelerek, krediyle yaşadıkları rahatlıkla söylenebilirdi. Birçok uyuşturucu gibi, krediyle yaşamak da bağımlılık yaratıcı ve onlarca yıllık müsrif uyuşturucu tedariki, tedarik bittiğinde şok ve travmadan başka bir şeye yol açamaz. Şimdi görünen o ki bize, hem uyuşturucu müptelalarına hem de uyuşturucu satıcılarına azap çektiren şoktan kolay çıkış yolu öneriliyor: (düzenli olacağı umulan) uyuşturucu tedarikini sürdürerek ve bağımlılığın tedavi olmasını önleyerek.
Başlıca aktörleri tarafından istemsizce ‘çok gizli’ bölmesinden çıkarılıp kamuoyunun odağına yerleştirilmiş olan sorunun kökleriyle uğraşmak, geri çekilmenin yoğun ama nispeten kısa ıstıraplarından kurtulmak için vazifenin büyüklüğüne uygun tek çözüm gibi duruyor. Ancak tüm radikal çözümler gibi, bu da anında sonuç verecek bir çözüm değil. Eğer ‘işler iyi gidiyorsa’, bankaların (kısa sürse bile) efsanevi karlarının ve bunlara borçlu olanların sefaletinin eşzamanlı olarak filizlenip türediği kökleri kesmek yerine yenilemeye dönük ölü doğmuş bir umutla, borç veren ve borcu teşvik eden bankaların sermaye yapısını yeniden düzenlemeyi ve bunlara borçlu olanları bir kez daha (ama ne kadarlığına?) kredi vermeye değer hale getirmeyi amaçlayan ateşli bir girişimden daha fazla akıl yürütme, eylem ve zaman gerektirecek.
Atılması gereken radikal politik adımlardan hiçbiri anında sonuç verecek çözümler değil; anında işe yaraması umulan tedbirler, kural olarak, krizin etkilerini (yine kural olarak geçici şekilde) yumuşatmaya yöneliktir – ‘anormalliklerin’ törpülenmesini ve ‘normal’ denilen önceki statükonun yeniden tesis edilmesini amaçlar. Anlık çözümler, ne kadar sıra dışı ve cesurca olursa olsunlar, temelde tutucudurlar. Krizin sebebi olan koşulların yeniden tesis edilmesini amaçlarlar. Bu sebeple, sorunun ‘köklerinin’ yakınına dahi yaklaşamazlar ve dolayısıyla, krizin intikam almak için bir kez daha geri dönmesine engel olamazlar. Hatta, (çok da uzak olmayan) geleceğe, sorun biriktirirler. Aynısı krediyle yaşamak şeklindeki müzminleşmiş alışkanlık ve kurumsallaşmış gereklilik için de geçerli – ama aynı zamanda ve eşit ölçüde, günümüz radikal politikasının baş etmek zorunda olduğu diğer toplumsal fenalıkların kökenleri için de. Bunların birkaçı aşağıda kısaca tartışılacak.
Harcanacak hayatlar
Kompülsif ve obsesif modernleşme dürtüsüyle dünyamız, iki tane ‘insan israfı’ sektörü yaratıyor. Biri (büyük ölçekli olarak insan ıskartaları, doğru düzgün ‘normal’ toplumdan dışlanan ‘uyumsuzlar’ yaratmaktan başka bir sonuç yaratmayan) ‘sınır inşası’ sektörü. ‘Ekonomik kalkınma’ denilen diğeri ise, devasa miktarlarda insan kalıntısı imal ediyor: ‘ekonomide’ yeri olmayan insanlar, oynayacak hiçbir faydalı rolü ve en azından yasal diye tanımlanan (tavsiye edilen ya da sadece hoş görülen) yollardan kendini geçindirebilecek hiçbir fırsatı olmayanlar. Sosyal devlet (refah devleti) bu iki sektörü aşama aşama bitirmeye yönelik tutkulu bir çabaydı. Herkesi içine almayı ve toplumsal dışlama pratiklerini sona erdirmeyi amaçlayan bir projeydi. Eksik yanları olmasına rağmen birçok yönden başarılı olan sosyal devletin kendisi şimdi aşama aşama ortadan kaldırılıyor. Biri ‘yabancılar’ (sans papiers, kağıtsızlar, belgesizler, yasadışı göçmenler, sahte sığınmacılar ve tüm diğer türden ‘istenmeyenler’), diğeri defolu tüketiciler, ikisi birlikte ise sınıfaltını üreten öteki iki sektör ise, tam randımanla çalışmak üzere yeniden işbaşı yapmış durumda. Sınıfaltı: sınıf piramidinin dibindeki alt sınıf bile değil, hiçbir toplumsal sınıfta yeri olmayan insanlar, ‘normal toplumun’ sınıf sisteminin dışına düşen insanlar.
Bugün devlet, vatandaşlarına varoluşsal güvenlik (Franklin Delano Roosevelt’in ünlü ifadesiyle ‘korkudan azade olma’) vaat edemiyor ve/veya etmek istemiyor. Varoluşsal güvenlik kazanmak, yani insan toplumunda meşru ve haysiyetli bir yer edinmek ve korumak ve dışlanma tehdidinden uzak olmak, artık her bir bireyin kendi beceri ve kaynaklarına bırakılmış durumda; ve bu devasa riskler alınması ve söz konusu görevlerin kaçınılmaz şekilde neden olacağı eziyet verici belirsizlikler çekilmesi anlamına geliyor. Sosyal devletin kökten halletmeyi vaat ettiği korku, intikam almak için geri döndü. Birçoğumuz, en alttan en tepeye kadar, artık dışlanma korkusu yaşıyoruz; iş verilmeye uygun görülmeme, değer verilmeme ve aşağılanma korkusu.
Günümüz toplumuna nüfuz etmiş yaygın ve puslu korkulardan, politikacılar kadar tüketici piyasaları da yararlanmaya can atıyor. Tüketici malları ve hizmetleri satanlar, ürünlerini menfur belirsizlik hissine ve açıklanamayan tehditlere karşı dört dörtlük çareler olarak reklam ediyorlar. Zayıflayan ve ortadan kaybolan sosyal devletin ve de genel olarak eskide kalmış sosyalist soldan ne kaldıysa onun bıraktığı görevleri, popülist hareketler ve popülist politikacılar devralıyor. Ancak sosyal devletle keskin bir karşıtlık içinde, bunlar, korkuların şiddetini azaltmakla değil artırmakla ilgileniyorlar; özellikle de, TV’lerde boy boy direnip karşı koyarken, neticede de ulusu korurken poz verdikleri tehlikeler türünden korkuları büyütmekle. Bunlar ancak kırk yılda bir, popüler anksiyete ve korkunun kökeninde yatan gerçek tehlikelerdir. Devlet reklam edilen fenalıklara direnme konusunda ne kadar başarılı olursa olsun, anksiyetenin, belirsizliğin ve toplumsal güvensizliğin gerçek kaynakları (modern kapitalist yaşam tarzının salgını olan temel korku nedenleri) olduğu gibi kalacak, hatta ve hatta güçlendirilecektir.
İçinde bulunduğumuz küreselleşme çağında, göçmenlere yönelik hoşnutsuzluk kamuoyu görüşünü özellikle ele geçirmiştir ve dolayısıyla politik olarak karlıdır. Hastalıklı bir şekilde, göçmenler, gizemli, akıl sır ermeyen ve ne yapacağı belli olmayan küresel güçlerin harekete geçirdiği envai çeşit yeni belirsizlik ve güvensizlik içinde anksiyeteye sebep olan ve dehşete düşüren her şeyin temsilcisi olarak görülüyorlar. Göçmenler, yok edilmiş rızkın, zorla yerinden edilmenin, toplumsal yozlaşmanın, sonsuz dışlanmanın ve hak ve hukuk evreninin dışındaki bir ‘hiç-yere’ sürülmenin dehşetini temsil ediyorlar, ‘arka bahçeye getiriyorlar’, elle tutulur ve gözle görülür kılıyorlar. Ve dolayısıyla akışkan bir modern toplumun erkek ve kadınlarına eziyet çektiren tüm bu yarı bilinçli veya bilinçaltısal varoluş korkularının cisimleşmiş hali gibiler. Göçmenleri kovalarken, kişi aslında göçmenlerin başına gelmiş olanı herkese çektirmekle tehdit eden tüm bu gizemli küresel güçlere (vekaleten) isyan ediyor. Bu illüzyonda politikacılar ve piyasalar tarafından ustaca sömürülebilecek epey sermaye var.
Seçmen toplamı söz konusu olduğu sürece, şimdiki ve müstakbel politikacılar, ‘güvenlik yarışı’ yolunda sergiledikleri sertlikle değerlendirilecekler. Politikacılar, güvensizliğin faillerinin – ister hakiki isterse farazi olsun ama hep yakın, hep erişim alanı içinde, dövüşülüp yenilgiye uğratılabilecek veya en azından fethedilebilir addedilebilecek veya öyle sunulabilecek – üstüne gitme vaatlerinde birbirlerini geride bırakmaya çalışıyorlar.
Forza Italia veya Lega, çok çalışan Lombardiyalıları tembel Kalabriyalılar tarafından soyulmaya karşı koruma vaadi ile, hem onlara kendi konumlarının ne kadar sallantıda olduğunu hatırlatan yeni gelenlere karşı savunma hem de sırnaşık dilencilere, takipçi sapıklara, sinsi sinsi etrafta dolanan tiplere ve soygunculara karşı her seçmeni savunma vaadi ile seçimleri kazanabilir. Haysiyetli insan yaşamına ve onuruna karşı hakiki tehditler hep böyle incinmemişlerden çıkacaktır.
Özgürlük yorgunluğu
Demokrasiler risk altında ama devletlerin başındaki hükümetlerin, (daha önce yaptıkları gibi) vatandaşlarının toplumsal faydalılıklarını, toplumdaki saygın konumlarını korumak ve dışlanmaya, değer verilmemeye ve aşağılanmaya karşı teminat sağlamak yerine – kaslarını esneterek ve sonu gelmek bilmeyen hakiki veya farazi tehditlere karşı dik durabilme kararlılıklarını göstererek – ümitsiz bir şekilde kendi yönetme ve disipline etme haklarını meşrulaştırmak istemesi kısmen bunun nedeni. ‘Kısmen’ diyorum çünkü birçoğumuzun bin türlü zorlukla kazanılmış haklarımızın, gizlilik, mahkeme önünde savunma ve suçu sabit olana dek masum sayılma haklarımızın adım adım sınırlandırılması sürecini kabul ettiğimiz durgunlukta kendini gösteren ve ancak ‘özgürlük yorgunluğu’ olarak adlandırılabilecek, demokrasiye yönelik ikinci bir tehdit var. Laurent Bonnelli (2008), yakın zamanda, devletlerin kapsamlı hırsları ile vatandaşların ürkeklik ve umursamazlığının birleşimine vurgu yapmak için hürriyeti yıkmaya çalışan kimse anlamında ‘liberticide’ terimini ortaya attı. Yeni ‘güvenlikçi’ politikaların ilan edilmemiş olsa bile gerçek hedeflerinin ne olduğunu sordu: ‘L’antiterrorisme contre les libertés civiles?’
Bir süre önce televizyonda, bir başka ‘terör paniği’ sonrası İngiltere’de bir havaalanına takılıp kalmış binlerce yolcuyu izledim. Uçuşlar, ‘sıvı haldeki bir bombadan’ kaynaklanan ‘korkunç tehlikeler’ ve uçağı havada patlama amaçlı dünya çapındaki bir komplonun açığa çıkarılması nedeniyle iptal edilmişti. Bu binlerce insan tatillerini, önemli iş toplantılarını, aile birleşmelerini kaybetmişlerdi ama hiçbiri şikâyet etmiyordu! En ufak şekilde bile. Ne de köpekler tarafından koklanmaktan, sonsuz güvenlik kontrolü kuyruklarında beklemekten veya pekâlâ haysiyetlerine saldırı olarak değerlendirebilecekleri vücut aramalarına tabi tutulmaktan şikâyetçilerdi. Tam tersine, çok sevinçliydiler: ‘Hiç şimdiki kadar güvende olduğumuzu hissetmemiştik’, deyip duruyorlardı. ‘Yetkililere uyanıklıkları ve güvenliğimizi böylesine iyi korumuş olmaları sebebiyle minnettarız!’
Mahpusların yıllarca hükümsüz şekilde kamplarda tutulması eni sonu en fazla ara sıra protesto mırıldanmalarına yol açtı, kamuoyunda büyük çaplı tepkilere değil. Kendimizi tüm o insan hakları ihlallerinin ‘bizi’ değil, ‘onları’ hedef almasıyla avutuyoruz – onlar ve bizler, farklı insan türleri (onlar gerçekten insan mı?); o tepkiler bizi etkilemiyor. Lüteryen bir papaz ve Nazi zulmünün bir kurbanı olan Martin Niemöller’in 1976 tarihli şiirindeki hüzünlü uyarısını rahatça unuttuk:
Naziler komünistler için geldiğinde,
Sesimi çıkarmadım;
Çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında
Sesimi çıkarmadım;
Çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler,
Bir şey söylemedim;
Çünkü sendikacı değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler,
Sesimi çıkarmadım;
Çünkü Yahudi değildim.
Benim için geldiklerinde,
Sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.
Not
- Eylemler, vaatler, yollar ve önlemler, ancak köklere temas etmeleri halinde “radikal” olarak adlandırılabilirler: bir sorunun, bir zorluğun, bir görevin kökleri. Ancak, “radikal” sözcüğünün metaforik kullanımlarının şeceresinin dayandığı Latince ‘radix’ sözcülüğünün sadece köklere değil, aynı zamanda temellere ve kökenlere dayandığını da unutmamak gerek. Bu üç kavramın – kök, temel ve köken – ortak yönü nedir? İki özellik:
Bir: Normal koşullar altında üçünün de maddi göndergeleri, bırakınız doğrudan temas edilebilmeyi, gözlerden gizlenmiş ve incelenmesi imkânsızdır. Bunlardan doğup büyüyen şey (kökler söz konusu ise gövde veya saplar, temeller söz konusu ise binalar, kökenler söz konusu ise sonuçlar) üste yerleşir veya onları (kökü, temeli, kökeni) kapladıktan ve gözlerden gizledikten sonra ortaya çıkar – ve dolayısıyla “radikal” düşünürken veya “radikal” eylemlerde bulunurken hedeflenenlere erişilmek isteniyorsa, önce bu büyüyen şey deşilmeli, ayıklanıp yoldan temizlenmelidir.
İki: Bu hedeflere (köke, temele, kökene) ulaşmak için, onlardan doğup büyüyen şeyler soyut anlamda yapı söküme tabi tutulmalı veya maddi olarak “yoldan temizlenmelidir”. Yapı söküm işinden, hedeflerin kati şekilde engellenmiş ve hangi açıdan bakılırsa bakılsın ehliyetsiz kılınmış çıkması yüksek ihtimaldir: artık başka bir şeyi doğurup büyütme, ona zemin veya başlangıç noktası teşkil etme kabiliyetleri olmayacaktır – özellikle de parçalarına ayrılmış veya gelişimi bastırılmış olanın kopyası bir büyüme. “Radikal” tutum almak, bir yok etme niyetinin – veya en olmadı, yıkım riskini almaya hazır olmanın – işaretidir. “Radikal” bir tutum, çoğu kere, “yaratıcı yıkımı” – “saha temizliği” anlamında bir yıkımı – veya yeni ekime ya da dikime hazırlık için toprağı ters yüz edip zemini gevşeterek başka tür bir kökü tutmaya hazır hale getirmeyi hedefler. Politika, tüm bu koşulları kabul ediyorsa ve kendisini böyle niyetler ve amaçlar doğrultusunda yönlendiriyorsa “radikaldir”.
Bununla beraber, sadece bunları belirtmek, radikallik iddiasını kabul etme kriterini fena halde tanımsız bırakıyor. Belirli bir politikanın radikalliği, kural olarak “toptan tartışmaya açık” bir meseledir. Radikalizmin politikadaki şöhretinin büyük ölçüde gurur göstergesi olması ve dolayısıyla yoğun bir rekabetin konusu olması şaşırtıcı değildir. Politik rekabette, “radikal” bir görüşe sahip olmak kazançtır; “yüzeysellik” veya “alakasızlık” ile (“radikalizmin” zıtları) suçlanmaksa kötüdür. Ancak bazılarınca “meselenin köklerine inmek” olduğuna inanılan veya böyle sunulan şey, diğerlerince “meselelerin etrafından dolanma”, “tırı vırı” veya “hedef şaşırtma” olarak yerilebilir ve küçümsenebilir ya da yanlış ve yersiz bulunabilir.
Her bir politika, kendi radikalizm iddiasını açıktan belirtilen veya örtülü bir şekilde varsayılan teorik bir modele dayandırır – hitap ettiği toplumun ve işleyişinin altında yatan sebep sonuç zincirine dair bir teorik modele. Çoğu kere, teorik modellerin kendisi, “toptan tartışmaya açık” pozisyonlardır ve “radikalizm” iddialarının kavgacılığı, bu gerçekliğin bir yansımasıdır. Modellerin hakikiliği ne olursa olsun, yaptıkları seçimler ve bunların dolayımı ile “köklere” ve bunlardan doğup büyüyenlere dair tanımlamaları, son tahlilde politik tercihlerdir: tüm politik kararların en radikali olan tercihler.
*Bauman’ın bir derleme kitaba yazılmış olan bu yazısının geri kalan kısmını sonraki bir kitabında (Zygmunt Bauman – Modernite, Kapitalizm, Sosyalizm) farklı cümlelerle de olsa tekrarlamış olduğunu, bu kitabın da Türkçeye çevrildiğini gördük. Türkçe çeviri online erişime açık. Dolayısıyla çevirinin geri kalanını Google araması ile bulabilirsiniz.
Kaynak: Getting to the Roots of Radical Politics Today, Zygmunt Bauman, “What is Radical Politics Today?” Ed. Jonathan Pugh içinde
Çeviri: Serap Güneş