Nahel. Paris’in Nanterre banliyösünde yaşayan Cezayir ve Fas asıllı bir ailenin çocuğuydu. 17 yaşındaydı. Üç yıldır Nanterre’in Korsanları adlı rugbi kulübünde oynuyordu. Ovale Citoyen’in okulda zorluk çekenler için yürüttüğü entegrasyon programındaydı; elektrikçilik öğreniyordu. Geçen salı ‘dur’ ihtarına uymadığı gerekçesiyle polis tarafından öldürüldü. İsyan çıktı. Tetiği çeken polisin “Aracı üzerime sürdü” diyerek attığı yalan ateşi daha da körükledi. Ölümün kaydı vardı. Nahel ‘dur’ ihtarına uymadığı için öldürülen ilk kişi değildi. Olaylar Fransa’yı 2005’teki isyan günlerine geri götürdü. Araçlar ve otobüsler ateşe verildi, iş yerleri yağmalandı, belediye binaları, karakollar ve okullar hedef alındı.
Sokak ve medya baskısı olmadığında polisin ayrımcılık ve şiddeti cezasız kalıyor. Fransa bundan istisna değil. Sistem orantısız ya da nedensiz güç kullanan polisleri kayırıyor. Ailenin avukatlarından Yassine Bouzrou “Polis memurlarını koruyan bir yasa ve yargı sistemimiz var ve bu, bir cezasızlık kültürü yaratıyor” diyerek asıl soruna dikkat çekiyor.
Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron 2005’te göstericilere “pislik” diyen dönemin İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy’nin düştüğü hataya düşmemek için dikkatli davransa da İçişleri Bakanı Gerald Darmanin polislere tam siper oluyor. 2016’da Nice’te İslamcıların düzenlediği saldırının ardından terörle mücadele adı altında bir sürücünün insanlara zarar verme olasılığı varsa polise ateş etme izni verildi. 2017’de yürürlüğe giren bu düzenlemeyle birlikte polis kontrolü sırasında öldürülenlerin sayısı 5 kat arttı. Son 18 ayda 16 kişi Nahel ile aynı hazin sonu paylaştı.
Fransız sağı ve polis sendikası “Kaçmasaydı bunlar yaşanmazdı” demeye getiriyor. Peki gençler neden ‘dur’ denilince durmuyor? Hepsi mi suçla bağlantılı? Arkasında kötü muamele, hırpalanma hatta öldürülme korkusu gibi psikolojik faktörler yok mu?
Nahel’in, 2021’den bu yana durma emrine uymayı reddettiği için 5 kez polisle başı belaya girmiş. Ehliyetsiz araç kullanmaktan, tutuklama emrine karşı gelmekten vs. Eric Zemmour gibi ırkçı zevat “O da bir melek değildi” diyerek kurşunu haklı çıkarmaya çalışıyor. Ama arkadaşlarının tanıklıkları bir suçluyu tarif etmiyor. Şiddet geçmişi ya da suç şebekeleriyle bağlantısı yok. Polisten kaçan bir banliyö çocuğu; binlerce gence uyan sıradan bir profil.
Ailenin avukatlarından Jennifer Campla, CNEWS ve BFMTV gibi kanallarda sabıka kaydı çıkarmaya çalışan karakter suikastçılarına şu yanıtı veriyor: “Bu tür bir mahallede, genç bir insanın hiç durdurulmamış ya da gözaltına alınmamış olması oldukça nadirdir.”
Bu gerçeği uzun atlamak için bir kurbanın ardından sicil diziyorlar. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Sözcüsü Ravina Shamdasani, “Fransa’nın, kolluk kuvvetlerindeki derin ırkçılık ve ayrımcılık sorunlarını ciddi şekilde ele almasının zamanıdır” diyerek bam teline dokundu. Fransız hükümeti kızdı. Macron güvenlik güçleri içerisinde sistematik ırkçılık ve ayrımcılık olduğu suçlamasını ısrarla reddediyor. Fakat insanların yaşadıkları ve hissettikleri ortada.
Evet ırkçılık Fransa’da yasak ve cezaya tabi. Ayrımcılığa uğradığını belgeleyen herhangi biri yasal yollardan sonuç alır. Örnekleri çok. Liberté, Egalité ve Fraternité (Hürriyet, Eşitlik ve Kardeşlik) bütün kamu binalarına nakşedilmiş bir amentüdür. Yaygın paylaşılan ilkelere rağmen açık ya da gizli ayrımcılığa karşı fiilen mücadele gerekiyor. Muhatap polis ise adalet gerçekten zora giriyor.
***
Toprak alttan kaynamasa bir kıvılcımla patlamaz. Sosyolojik zemin akkor. Nedenine gidilmediği sürece alevler seyirlik olarak kalıyor. 2005’teki banliyö isyanı Fransız devletini sorunla yüzleşmek zorunda bırakmıştı. O vakit Zyed Benna ve Bouna Traoré adlı iki genç futbol maçından sonra Clichy-sous-Bois’da polisten kaçarken elektrik trafosuna çarparak can vermişti. 3 hafta süren olaylar ancak OHAL ilanıyla durdurulabilmişti. Otoyolla çevrelenen tarihi Paris’in etrafındaki çemberin dışında kalan bölgelere onlarca yıl boyunca çöplük muamelesi yapıldı. Bu siyaset duvara çarpınca gettolaşmayı geriletecek projeler geliştirildi. Maliyeti 40 milyar euroyu aşan Grand Paris Express projesiyle ulaşım hatları geliştirildi. Eğitim imkanları genişletildi, sosyal tesisler çoğaltıldı. Gösterişli binalar dikildi. Daha fazla genç üniversiteye adım attı. Siyah ve Araplar sevmedikleri polis teşkilatına alındı. Onların dilinden ve halinden anlayanlar olsun diye. Bunun yeterli olmadığı ortaya çıktı. Devlet tarafından görülen şeyin en fazla polis olması da psikolojik bir yük getiriyor.
Biriken öfkeyi patlatan şey polisin giderek profesyonellikten uzaklaşması. Sarı Yelekliler’den bu yana polis şirazesini tamamen kaybetti. İktidarlar milyar eurolarla banliyölerin görüntüsünü değiştirirken polise çekidüzen veremedi. Reform girişimleri “Saldırı altındayız” argümanını kullanan polis sendikasını aşamıyor. Banliyölerde bir sorun çıktığında devlet olmuyor, olduğunda da şiddet üretiyor.
***
Sorunun temelindeki faktörlere dair otoritenin çözüm üretme kapasitesinde sorunlar devam ediyor.
Kuraldışı ve daha kaotik bir yaşamın parçası olarak kalmak ne denli kültürel kodlar ve sömürgecilik döneminin tortularıyla, ne denli eşitsizlik ve imkansızlıklarla ilgili. İçinden çıkılması zor bir mesele. Fransızlar bunu yıllardır tartışıyor. Sistemi eleştirenler kadar kamusal hizmetlerdeki verimliliği önleyen dirence değinenler de var. Bu durum son zamanlarda çekilen film ve dizilere de konu oluyor.
Fakat bu cendereden çıkmak için çaba sarf edenlerin eli çoğu zaman tutulmuyor. Göçmen çocukları için sosyal merdivenlerde ilerlemek daha fazla savaş vermeyi gerektiriyor. Daha düşük kalitede eğitim ve donanımsızlık, eşitliği bozan diğer pratiklerle birlikte göçmen çocuklarını vasıfsız işlere ya da işsizliğe mahkum ediyor. Hakim sınıfların ayrıcalıklı yaşamları için ucuz ‘ayak takımı’ bir sosyal statü olarak devrimin eşitlik ve kardeşlik ilkesini yırtıyor. Bunun yanı sıra evine dönerken ikide bir kimlik kontrolüne maruz kalmak, en ufak olayda kalabalık içinde potansiyel suçlu muamelesi görmek, güvensiz bakışları üzerinde hissetmek ve trafikte polis kontrolünde öldürülme korkusu yaşamak öfke birikimine neden oluyor. Alevler basitçe sömürülmüş atalarının intikamı olarak görülemez. Evde geçmişin küllerine sarmalanmış konuşmalar ile sokaktaki muamele birbirini tamamlıyor olabilir ama tekerrür eden isyanda ideolojik motivasyondan çok günlük yaşamdaki çelişkiler etkili. İnsanların ne hissettikleri önemli: “Öldürülen kişi ben ya da kardeşim de olabilirdi.” Polisin işlediği her cinayette artık bu ifadeyi duyuyoruz.
“Polisin gözünde ben neyim?” Bu duygudan kaçarak otoritenin karşısında durabilen kaç kişi çıkar?
***
Statista’nın yayımladığı ve 15-16 Şubat’ta 1032 kişiyle yapılmış anketin sonuçları bize “Irkçılık var” dedirtiyor. “Köken ya da ırksal aidiyet nedeniyle ayrımcılığın olduğunu düşünüyor musunuz” sorusuna yanıt verenlerin yüzde 38’i “Evet, çok”, yüzde 48’i “Evet, biraz”, yüzde 13’ü “Hayır” diyor. Aynı soru dinsel aidiyet için sorulduğunda yüzde 38 “Evet, çok”, yüzde 43 “Evet, biraz”, yüzde 18 “Hayır” yanıtı geliyor.
Siyah Dernekleri Temsilciler Konseyi’nin (CRAN) Ipsos’a yaptırdığı ankete göre de metropoldeki siyahların yüzde 91’i sıklıkla ya da zaman zaman ayrımcılığın kurbanı olduklarını söylüyor. Siyah soyundan veya karışık ırktan gelen 807 kişiyle yapılmış anketin sonuçlarına göre ayrımcılığın yüzde 41’i kamusal alanda, yüzde 31’i işte gerçekleşiyor. Katılanların yarıdan fazlası ten renklerinden dolayı iş görüşmesi yapmanın zor olduğunu düşünüyor. Birçoğu ev kiralarken ya da satın alırken istenmediğini hissediyor. Buna karşın mağdurların sadece dörtte biri polise veya jandarmaya şikayette bulunmuş. Bu oran denizaşırı topraklarda yüzde 9’a düşüyor. Bu bölgelerde yaşayanların yüzde 49’u son 12 ayda en az bir kez polis kontrolüne maruz kalmış. Bu durumda kim kimi lanetliyor?
Nahel’in onuru için gösterilere katılan bir genç “Eğer yanlış ten rengine sahipseniz, polis sizin için çok daha tehlikelidir” diyor.
Sarı Yelekliler (Gilets Jaunes) aşırı sağın taban bulduğu kırsaldan yükselen orta hallilerin ateşiydi. Fakat finans kapitalin buyruklarına karşı genişleyen daha büyük bir itiraz cephesine dönüştü. Araya pandemi girdi, talepler karşılık bulmadan isyan sönümlendi. Bu sene emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı 13 kez genel greve gidildi. Öfke yine karşılıksız kaldı. Bunlar alttakilerde “karşılıksızlık” ve “umursanmazlık” duygusunu pekiştiriyor.
***
Şiddet dozu yüksek gösterilere Türkiye’den bakanlar Fransızlardan daha fazla dehşete kapılarak izliyor. Bir de Suriyeli sığınmacılarla paralellik kurulup geleceğe dair korku senaryoları üretiliyor. Kuşkusuz Fransa’da da iktidar alevlere odaklanılmasını istiyor. Ana akım medya bu beklentiye uygun yayın yapıyor. Şiddetin kınanması ve polise destek çağrıları birer vatanseverlik testine dönüşüyor. Sol buradan dayak diyor. Aşırı sağ kanatlanıyor. Şiddet kaçınılmaz olarak gündemin ana öznesine dönüşse de öfkenin temelinde yatan faktörlere dair dinamik tartışmalar var. 2005’teki gibi OHAL talep eden aşırı sağın klasik refleksi bir kenara meseleyi anında ülkenin bekasına bağlayıp göstericileri şeytanlaştırma çabaları istenilen sonucu vermiyor. Sarı Yelekliler isyanında da bütün şeytanlıklara rağmen halk desteği istenildiği ölçüde düşürülemedi. Ve isyan Fransız Devrimi’nin bir diğer şiarını da çağrıştırıyor: “Özgür yaşa ya da öl! (Vivre libre ou mourir)
Nahel için sokaklara saçılan öfkede üçüncü-dördüncü kuşak olan göçmen çocukları yalnız değil. Geniş bir yelpazede Fransızlar bu öfkede paydaş. Bu şekilde sokakta ırkçı bir karşıtlık oluşmuyor. Türkiye’de Suriyeli sığınmacılarla paralellik kurulup korku senaryoları üretilse de olayların sığınmacılarla ilgisi yok. Bu bir siyah kalkışması olarak da kategorize edilemez. Kurban Fransa’da doğup büyümüş bir Fransız vatandaşı, öfkeye ortak olanlar siyahıyla beyazıyla Fransız! Eğer Türkiye için çıkarılacak bir ders varsa ırkçılık ve nefret siyasetinin toprağa mayınlar ekmekten başka bir şeye yaramadığıdır.
Kelamı bağlarsak; bir gösterici “Biz pislik değiliz” diye isyan ediyor. İyice anlaşılması gereken tek cümle bu!
Bu yazı ilk olarak Gazete Duvar’da yayımlanmıştır.