Adam, tere yağından kıl çeker gibi çok kolay sevgili buluyor. Her bulduğunu da sevgili bulamadığım için gelip bana ballandıra ballandıra övüyor. En son istanbul Edebiyat Fakültesi’nden bulmuş. Öve öve bitiremiyor. Adını Deniz Perisi koymuş. Teninde deniz dikeni ve istiridye kokusu varmış. Anasının rahmini çığlık çığlığa terkedip yeryüzüne çıktığı andan bu yana, böylesi bir güzel görmemiş ve bu nefes kesici güzelliğinden dolayı, kadının her türlü musibetine, meşakkatlerine katlanabilirmiş. Otobüsün kalkışına az kaldığı için sümsük herifi daha fazla dinleyemiyor, yola koyuluyorum.
Otobüsü dolduruyoruz. Dev-Genç’li olmayan tek bir kişi yok. Otobüs de bizi tam anlamıyla dolduruyor. Peş peşe söylenen marşlarla Topkapı’dan Silivri’ye, Değirmen köyüne doğru hareket ediyoruz.
İşgalin üçüncü günündeyiz. İlk gün köylüler, elliyi aşkın traktörle kitle halinde Esece Çiftliği’ni işgal etmiş, jandarma işgali kırmış; ikinci gün, köyden iki TİP’li gelip Dev-Genç’ten yardım istemiş. Yanına bir grup alarak alel acele köye gitmiş İbo. Köylüler, ikinci günde de jandarmanın karşı işgal hareketini traktörleriyle püskürtmüş. İkinci günü üçüncüye bağlayan gece 65. Tümen gelip işgal edilen toprakları işgal etmiş. Bunun üzerine İbo, İstanbul’a gelmiş alel acele, Cihan Alptekin’le konuşmuş, birlikte bir otobüs kiralayıp, Dev-Genç mensuplarını (Yavuz Yıldırımtürk, Gökalp Erenler, Kabil Kocatürk, Haşmet Atahan, Faruk Kurtuluş, Ali Dinçer, Mehmet Sürücü… ) Ankara’dan gelenler de dahil, tıklım tıklım doldurup yola koyulmuşlar. İşte ben o otobüsteyim.
Yol güneşli, pırıl pırıl. Yol bizi Elmalı, Atalan, Güllüce toprak işgallerinden, üniversite ve fabrika işgallerinden geçirip Değirmenköy toprak işgaline doğru götürüyor. Ne güzel. Devrimcilik, yolda olma halidir. Yaşam canlanıyor. Bilinmeyen, gizemli bir serüvene doğru uzuyor yol yine. Sevinçliyiz, özgürüz. Böyle durumlarda, beni siren büyüsüyle çağıran bir derinliğin varlığını hisseder gibi oluyorum; yol oluyor, yolla doluyorum. Söz konusu derinliğin gizil alametlerine, ışıltılarına, renklerine, imgelerine doğru yürüdüğümü hayal ettiğimde yaşam sevincinin müziği ve gülümseyişi olanca gücüyle benliğime yayılıyor; ağır baskı altında, hatta zincirli bile olsam, özgür hissediyorum kendimi.
Öykü yazımını bırakıp gelmiş olmama rağmen sevinçliyim. Kendimi özgün, biricik ve hassas bir şekilde işleyerek yaratmak isteyip de yaratamamanın krizini masa başında bırakmışım. Yazma anı, kriz anıdır. İşgalin hoşnutluğuyla marş söylüyorum. Sabah güneşi otobüsün camlarına yayılarak, marşlara eşlik ediyor. Tarla kuşlarını, yük ve işçi taşıyan traktörleri, inekleri, öküzleri geçip gidiyoruz.
Otobüs Londra Asfaltı’ndan ayrılıp köye giriyor. Köye en yakın kaza Silivri. Köylüler, geleceğimizi bekliyorlarmış gibi karşılıyorlar bizi kahvenin önünde. 850 haneli, 3300 nüfuslu bir canlılığın içinde buluyoruz kendimizi. Köpeklerin temaşa için yola, kedilerin ise pencere pervazlarına çıktıklarını hisseder gibi oluyorum.
İbo daha önce köylülerden ayrıntılı bilgi almamış olmalı ki Dev-Genç İstanbul Bölge Yürütme Başkanı Cihan Alptekin ile birlikte, işgale önderlik eden köylüleri hemen bir masanın etrafında toplayarak bilgi almaya koyuluyor. Cebinden not defterini ve kalemini çıkarıyor. Köyün geçmişini çok iyi bilen yaşlılardan birkaç kişinin de masaya çağrılmasını istiyor. Kafaları sallanan İki yaşlı gelip oturuyor. İbo sorularını tek tek yöneltmeye koyulunca, köyün tarihi ışımaya başlıyor ve az ötede de gençlerden birisi, kalabalığı Ti’ye alırcasına Trakya makaracısı denilen güvercinine takla attırıyor.
Anlatanların ağzından, 1920’lerin başlarında Esece’nin yerinde, Gospodin Andon’a ait Araplı diye bir çiftlik çıkıyor. Türk baskısının Anadoludan gelen zafer haberleriyle artması üzerine, Andon çiftliği bırakıp kaçıyor. Dikkat kesiliyoruz. Yunanistan’a doğru kaçan Andonlar çoğalıyor. Kaçış hayalime sıçrıyor, Yorgolar, Gregorlar, Nikoslar katılıyor Andonlara. Bizanstan kalan ne kadar dil, kültür, tarih varsa hepsi kaçıyor. Boşalan topraklara, silahlı çetelerin başındaki ağalar ile Milli Emlak yerleşiyor. Daha sonra Milli Emlak elindekileri ağalara satıyor su fiyatına. Ağalar, süreç içinde, köylü topraklarının bir bölümünü sezdirmeden kendi çiftlik topraklarına katıyorlar. Değirmenköylüler, yakın zamanda eski tapuyu ele geçirip gerçeği anlayınca galeyana geliyor, toplu halde gidip kendi topraklarını işgal ediyorlar.
Durum, geçmişi ve günceliyle ortaya çıkınca İbo, tüm köylülerin kahvenin önünde toplanmasını istiyor. Kafalar ve yorumlar çoğalıyor. Rodop, dobruca ve deliorman ağızlarının etkilediği dil dikkat kesilmemize, gülümsememize yol açıyor:
“Kızancıklara bak beyaa, bizim için gelmişler.”
“Anacını satımının askeri geldi işgal etti, n’apçaz bakalım. Gırnatacı Alil’in toplayıp getirdiği bu talebelerle bir iş çıkmaz.”
“Gündöndü sapı gibi kırar atar asker bizi.”
“Bütün saplar birleşirse bi şey yapamazlar sıkma canını.”
Yanbaşımda duran ve ağzı rakı kokan, hindi kafalı bir başkası, muhtarı kastederek,
“O susak aazlıyı konuşturmayın beyaa, talebe konuşsun,” diye çıkışıyor.
Gülümsüyorum. Kepirtepe Öğretmen Okulu’ndan Çapa Yüksek öğretmen Okulu’na gelen ve Pomak gerçeğinin, çok içen poma kelimesinden türediğini iddia eden arkadaşımı anımsıyorum birden.
Kahvenin önünde toplanan yorum ve dil cümbüşüne yönelik ilk konuşmayı İbo yapıyor. İlkin, toprak sorunundan; halkın birleşik, örgütlü gücü karşısında hiçbir gücün uzun süre dayanamayacağından; asırlardır bizimle iç içe yaşayan diğer halkların kırılıp sürülüşünden; sürülenlerin mallarıyla palazlanan ağalardan; Çorlu’daki Amerikan üssünden; emperyalistlerle Türk egemen sınıfları arasındaki işbirliği ve suç ortaklığından; Değirmenköylülerinin haklı ve meşru hareketinin tüm bu sömürücü güçlerin yüreğine korku salışından söz ediyor.
İbo’dan sonra, hafif Karadeniz şivesi ve sempatik bakışlarıyla Cihan Alptekin konuşuyor. Cihan konuşurken İbo, bu kez farklı köylülerden köyün ekonomik, sınıfsal ve sosyal yapısına ilişkin bilgi devşirmeyi, notlar almayı sürdürüyor. Cihan, Elmalı, Atalan, Güllüce, Kurtuluş Savaşı, Bağımsızlık, demokrasi derken konuşmasını noktalıyor.
Konuşmalardan sonra, köylülerle birlikte 65. Piyade Tümeni’nin işgal ettiği topraklara gidiyoruz. Giderken İbo, Seymenlilerin TİP’e oy verdiklerini, komşu köylerden Kızılpınar’da da hareketlenmelerin olduğunu, Armeşe çiftliğini işgal etmeye heveslendiklerini, bir grupla oraya gitmemi, bir başka grubun da Veliköy’e gitmesini, her iki grubun durumu genişçe öğrenip rapor etmesini söylüyor.
Değirmenköy’ün yaklaşık iki kilometre ötesinde, mera sınırında başlayan İşgal topraklarını gördüğümde moralim bozuluyor. Tümen, sonbahar tatbikatına çıkmış gibi, cemseleri, cipleri, makinalı tüfekleriyle hınca hınç yerleşmiş her tarafa.
Askerle yüz yüze geliyor, propaganda yapıyoruz. Köylülere önderlik edenlerden birinin askere yönelik konuşmasına kulak veriyorum:
“Bizim askerle bir meselemiz yok. Bizim meselemiz, topraklarımıza el koyan ağalarla. 1928’den bu yana topraklarımızı işgal ede ede aha bu çizgiye kadar geldiler. Büle giderse, bunlar bizi donsuz bırakırlar.”
Kalabalık bekliyor. Bekledikçe de eriyor azalıyor. Köylülerle birlikte acıkıp köye giden Dev-Genç’lilere kızıyor İbo. Amacı, tüm köylüleri işgalci tümemin karşısına yerleştirmek, basını çağırıp manzarayı göstermek. Bir yanda halk, diğer yanda devlet ve çiftlik beyleri.
Kitle azalınca biz tümenin işgal ettiği arazinin sınırında geziniyoruz. Tam bu sırada bir subayın emriyle asker atağa geçiyor, Namık Kemal Boya’yı, beni ve bir köylüyü yakalayıp hızla götürüyor. Uzak bir yerde üçümüzü birbirinden ayırıyor.
Diğerlerini bilmiyorum ama beni küfürlü bir çelmeyle yıkıyorlar. Diz çöküp bekleme pozisyonuna sokuyorlar. Arkamda mekanizma şakırtıları, sert komutlar. Dinliyor, hassaslaşıyorum. Toprağı saran mini minnacık farklılıkların gücünü kişiliğimde toplamış, güce dönüştürmüş gibi bir hal alıyorum. Çavuş mu onbaşı mı birisi gelip son sözümü soruyor. Korkutma numaralarını sezinlediğim için ciddiye almıyorum. Sonra üçümüzü de kelepçeleyip arazideki albaya götürüyorlar. Albay tartışıyor bizimle. Biz, ülkeyi tutsak alan Amerikan emperyalizminden söz ediyoruz. O da memleket ve devlet severliğinden, Kurtuluş Savaşı’nda demir raylarını söküp top kaması yapan dedesinden söz ediyor ve bizleri nezarete gönderiyor. Silivri’de dar ve karanlık bir odaya atılıyoruz. Soğuktan titriyoruz sabaha kadar. Savcılık, mahkeme ve oradan da Silivri Cezaevi’ne gönderiliyoruz. Köylü serbest bırakılıyor.
İbo boş durmuyor. İlkin Doktor Hikmet Kıvılcım’lı ve Türkiye Öğretmenler Sendikası yöneticileriyle ilişkiye geçiyor ve Değirmenköy’de toprak sorununa ilişkin bir açık oturum düzenlenmesi önerisinde bulunuyor. Öneri kabul edilince, bu sefer gidip TÖS Tiyatrosu ile birlikte çalışan ama eylem meydanlarını sahne olarak kullanan Devrim için Hareket Tiyatrosunun köyde toprak işgaline dair köylülere bir oyun sergilemesi için Mehmet Ulusoy’la konuşuyor. O da kabul ediyor öneriyi.
Türkiye’de belki ilk kez bir köyde toprak sorununa ilişkin bir açık oturum düzenleniyor. Masa kuruluyor, geniş bir katılımla panel başlıyor. İlk konuşmayı Kıvılcımlı yapıyor. Kıvılcımlı konuşmasına, çiftlik beyleri tarafından sinsice işgal edilmiş topraklara sahip çıktıkları ve seslerini haklı bir işgalle tüm ülkeye duyurdukları için köylüleri kutlamayla başlıyor. Daha sonra, toprak sorununun tarihi geçmişine giriyor. Bu bölümü köylüler anlamadıkları halde sabırla dinliyorlar. Kıvılcımlıyı, medeni hukuk Profesörü İsmet Sungurbey, yine medeni hukuk Profesörü Aytekin Ataay, TÖS yöneticilerinden Süleyman Üstün ve DİSK kurucularından Kemal Nebioğlu’nun konuşmaları izliyor. Açık oturuma, o zamanlar MİT ajanı olduğunu bilmediğimiz Mahir Kaynak da konuşmacılarla birlikte geliyor ve konuşmaları izliyor.
Açık oturumdan bir gün sonra, “güzellik sokaktadır,” şiarından hareket ederek, yürüyüş güzergahlarını, miting meydanlarını agora veya arena haline getiren 68’in tek kişilik Devrim için Hareket Tiyatrosu, “Toprak İşgali” adlı oyununu sergiliyor. Kil renkli sakalı, davulu ve gür sesiyle Mehmet Ulusoy, tahıl ve sebze dünyasından gelen yaşlı, genç, kadın, erkek tüm köyü coşturuyor.
Muzaffer Oruçoğlu