Giriş;
Okur da kabul eder ki, konuyu bir makaleye sığdırma ve meramımızı anlatmak kolay olmayacaktır. Bu yüzden, “sağın yükselişi” üzerinden konuyu birkaç alt başlık altında, birkaç bölümde ele alacağız. İlk bölümde AP ve seçimlerin sonuçlarıyla birlikte, sağın yükselişine vesile olan ekonomik politikaları üzerinde duracağız.
Avrupa Parlamento’su (AP) ne iş görür?
Avrupa Parlamento seçimleri 1979’dan bu yana AB üyesi ülkelerce beş yılda bir yapılır. Bundan önceki dönemlerde, Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi’ne üye devletlerin kendi ulusal parlamentolarından seçilen milletvekilleri katılırdı AP toplantılarına.
AP, AB Komisyonu ve esas karar mercii olan AB Konseyi ile birlikte temel kurumlardan biridir. Böyle olmakla birlikte, Yasama görevi son derece sınırlı ve kısıtlıdır. AP’nin yasama görevi esas olarak diğer iki kurum, yani AB Komisyonu ve AB Konseyi tarafından belirlenir. Bu yüzden AP seçimleri, AB ülkeleri yurttaşlarınca pek önemsenmez. Genellikle de seçime katılım düşük olur. İlk seçimlerden sonra en yüksek katılım bu yıl olmuş, o da %50’nin bir tık üstünde. Bir başka ayrıntının daha altını çizelim; seçime katılmayanların büyük bir kesimini sol cenah seçmenleri oluşturuyor. Çünkü, AP’den fazla bir beklentilerinin olmadığını düşünmektedirler. Buraya seçilenler beş yıl boyunca dolgun maaşlarını alır, meclise bile doğru dürüst uğramazlar. Çünkü yapacakları fazla bir işleri yoktur. Yaptıkları en önemli şey, yeni yasama komisyonunun yeni üyelerini seçer veya reddeder. Bunun yanı sıra tek karar mercii olduğu en önemli görevi, trilyonluk AB bütçesini onaylamaktır. Yasama anlamı taşıyan kanun teklifinin bağlayıcı bir yanı yoktur. Sadece Komisyon ve/ veya Konsey ile ortak sundukları teklifler kanun mertebesine gelebilmektedir. O da sunulan kanun teklifinin ne kadarı ulusal ne kadarı hükümetler arası olduğuna bağlıdır. AP, her konuda görüş bildirebilir, görüşleri daha çok genel kamuoyuna ve sivil topluma hitap eder. Fakat bağlayıcı bir yanı yoktur.
Kısacası şöyle tanımlanıp özetlenebilir. “AB kurumları arasında üyeleri doğrudan halk tarafından seçilen tek organdır. Seçimler 5 yılda bir yapılır. Parlamentoda siyasi görüşlere göre oluşturulan ‘siyasi gruplar’ bulunur. AP, AB Konseyi ile yasama yetkisini paylaşır, AB’nin yıllık ve çok yıllı bütçesini, uluslararası anlaşmalarını ve genişleme kararlarını onaylar, AB Komisyonu Başkanı ve Komisyon üyelerinin göreve başlamaları için onay verir. AB Komisyonu başta olmak üzere diğer AB kurum ve organlarını denetler.”
Görüldüğü gibi, doğrudan halkın sorunlarıyla ilgili bir kurum olmaktan çok, sermaye sınıflarının çıkar ve menfaatlerini organize eden bir kurum olduğu ayan beyan ortadadır. Kitlelerin böylesi bir kuruma fazla ilgi duymaması da gayet normaldir. Meselenin bu gerçek yanı görülmeksizin, Avrupa’da rüzgârın “aşırı sağ”dan (ırkçı faşist partilerden) yana estiği iddiasının bir miktar gerçek payı olsa da iddianın tam ayakları üzerine dikildiği söylenemez. Avrupa tekelci burjuvazisi bu argümanı kamuoyuna pompalayarak, bir algı operasyonu ile arka bahçesini güçlendirmeye çalışmaktadır. Çünkü her geçen gün giderek yükselen ve radikal bir rotaya oturan kitle hareketleri karşısında buna ihtiyaçları var. Ayrıca giderek yaklaşan bir üçüncü dünya savaşı tehdidi hesaba katıldığında, arka cepheyi güçlendirmek hâkim sınıflar için kaçınılmaz bir politika olarak algılanmak durumundadır. Yani, tekelci burjuvazi bu türden algı operasyonlarıyla iç faşistleşmenin köşe taşlarını döşemektedir. Evet, ırkçı faşist partilere doğru bir akışkanlık var, ama bu, yapılan kara propaganda kadar da ileri seviyede değildir.
Örneğin; bir önceki dönemde olduğu gibi merkez sağdaki Avrupa Halk Partisi (EPP) en büyük grup olarak birinci sırada kaldı. Merkez sol olarak adlandırılan “sosyalistler ve Demokratlar İlerici İttifakı ikinciliğini korudu. Üçüncü sırada Liberaller, dördüncü sırada ise “aşırı sağ” denilen ırkçı faşist partiler yer aldı. Yeşiller ciddi bir oy kaybı yaşayarak beşinci sıraya düştüler. “Aşırı sol” olarak gösterilen partiler en son sırada yer aldılar. Buradan da anlaşılacağı gibi, evet faşist partilere bir oy akışı var, ancak bu öyle parmak ısırtacak cinsten de değildir. Kaldı ki bu partilerin tümü düzenin uşaklığına yeminli partilerdir. Asıl belirleyici olan sermayedir, onlar ne isterlerse, aşırısıyla, liberaliyle hepsi sahibinin sesine kulak vermek durumundadırlar. Düşünelim ki duvarlarla çevrili bir saray var, bunlar, saraya hücum etmek isteyen yoksullardan sarayı korumaya çalışan saray bekçileridirler. Yoksulların hücumunun şiddetine göre bu bekçiler halka karşı ideolojik, politik ve gerekirse bir fiil 0larak (özellikle de kara gömlekliler) silahlandırılırlar. Bunların içinde kara gömlekliler, vicdanları daha çok kararmış sermayenin suç örgütleridirler. Mesele bundan ibarettir. Ali gitmiş, Veli gelmiş (duruma göre aralarında bazı nüans farklılıklar olsa da) bu hikayelerine yoksul dünya halklarının karnı toktur. Odaklanılacak yer burasıdır. Irkçı-faşist partileri kamuoyunda bu denli konuşulur hale getirerek, onları daha çok meşrulaştırmak ve kitle desteği yaratma operasyonudur. Dünyayı cehenneme çeviren, yağmacı ve talancı beş on tekelin düştüğü çukurdan kurtulmak için buna, yani faşist partilerin örgütlenmesine, örgütlendirilmesine ihtiyacı var.
Neo- Liberal sisteme geçildiğinden bu yana bölgesel savaşların ardı-arkası kesilmedi. Milyonlarca insan katledildi, binlerce yerleşim alanları yerle bir edildi. Ezilenlerin kanları ve canları pahasına kazandıkları en demokratik hakları bir bir ellerinden alındı. İşsizlik, yoksulluk her geçen gün artarak devem etti. Milyonlarca insan yerinden yurdundan edildi. Doğa talan edildi ve ekolojik denge bozuldu. Sermayenin en yoğunlaşmış hali yaşandı / yaşanıyor. Bütün bunlar, emperyalist sistemin temel kurumları içinde belli bir yeri olan AP’nin bilgisi, katkısı ve becerisiyle oldu. Halkın yarısından neredeyse fazlasının AP seçimlerine katılmamasının, güven duymamasının nedenlerini buralarda aramak gerekir. Eğer bir beklentileri olsaydı, güven duyabilecekleri bir kurum olsaydı seçim sonuçları da kesinlikle böyle olmazdı. Seçimlere katılanların da büyük bir çoğunluğu ulusalcı şoven duygularla hareket etmelerinden ötürü, böyle bir sonucun çıkması şaşırılacak bir durum olmamalıdır.
Faşist-ırkçı partiler, emperyalist tekellerin uyguladıkları halkları birbirlerine düşmanlaştırma, yaratılan göç dalgasından kaynaklı olarak kitlelerde oluşturulan şoven duygular ve ruh hali üzerinde politika yaparak oylarını arttırdılar. Tıpkı Mussolini ve Hitler gibi. Onlar da kitlelerin sosyalizme olan sempati ve güven duygularını kullanarak iktidara gelmişlerdi. “Nasyonal Sosyalizm” gibi ucube politikalar hatırlanmalıdır. Bunlar tarihin belleğinden silinmiş şeyler değildir. Şimdiki faşist-ırkçı partiler de göçmenlik, ulusalcılık, sözde AB karşıtlığı, İslami fobi gibi politikalarla kitlelerin şoven duygularını okşayarak oylarını arttırıyorlar. Yerli emekçilerin işlerini sanki göçmenler ellerinden alıyormuş, fakirleşmenin, yoksullaşmanın sebebi sanki göçmenlermiş algısı yaratılarak, bir yandan yerli emekçiler göçmenlere karşı düşmanlaştırılıyor, öte yandan da buradan hareketle faşist partiler kendi taban kitlesini oluşturmaya çalışıyor. Buna rağmen, (İtalya ve Macaristan’ı ayrı tutarsak) büyük bir kitle tabanı da oluşturmuş sayılmazlar. Fransa’da parlamentonun fesinden sonra önümüzdeki kısa süre içinde yapılacak olan parlamento seçimleri, Fransa için daha sağlam ip uçları verecektir. Şu kanımızı açıkça ifade etmek istiyoruz. AP seçimleri, faşist – ırkçı partilerin geniş bir kitle tabanı oluşturup oluşturmadıklarına referans olamaz. Bilinçli bir şekilde, kitlelerin yarısının katılmadığı bu seçimler referans gösterilerek faşizmin propagandası yapılmaktadır. Bu, tekelci sermaye guruplarının kendi geleceklerinin güvenliği için, medya ve sosyal medyaya biçtikleri bir rol olarak algılanmalıdır.
Sağ ve ekonomik politikaları
Bütün halkların emperyalist talan ve yıkım pazarına kör düğüm edilmesi, emperyalist tekeller veya tekel olmayan sermaye gurupları arasındaki çelişkilerin sonucu olarak, Lenin’in deyimi ile, “birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi” emperyalist tekelleşmenin ve emperyalist hegemonyanın ifadesidir. Bu politikalar doğrultusunda, yani sermayenin olağan üstü bir şekilde daha da merkezileşmesi ve yoğunlaşması sonucunda tekelci kapitalistlerin sayısı sürekli azalırken, sefalet, baskı, modern kölelik, yozlaşma ve sömürü dizginsiz bir biçimde artmaya devam eder. Bütün hâkim sınıfların ekonomik politikaları bu temel üzerine oturtulmuştur. Yani sömürü, rekabet, mülkiyet ve savaş politikaları. Bunun sonucunda dünyaya hükmeden bir avuç tekelci sermaye palazlandıkça palazlanmaktadır. Bu durum, proletaryaya ve ezilen dünya halklarına yokluk ve yoksulluk gömleğini giydirmektedir. “Sağın” ekonomik politikası budur.
Sağın ekonomik politikası derken, vahşi kapitalizmin sömürü ve talanının geneli üzerinde değil, günceldeki durumu üzerinde duracağız. O da uygulanmakta olan ve büyük bir çıkmaz içine giren neo liberalizm politikalarıdır. Neo liberalizm hem siyaseti ve hem de ekonomiyi kapsayan politik bir emperyalist modeldir. 1980’lerden itibaren uygulamaya sokulan bu politika, esas olarak kâr amaçlı özel teşebbüsü destekleyen, devletin ekonomi üzerindeki etkisini alabildiğine kısıtlayan, doğal olarak burjuva anlamda da olsa “sosyal devlet” olgusunu ortadan kaldıran serbest piyasa kapitalizminin gerçekten de vahşice uygulandığı politikadır. Öte yandan, emek cephesine ve dünya halklarına karşı aleni düşmanlığıyla da bilinen saldırgan bir politikadır. Neo- liberal politikaların hayata geçirildiği günden bu yana, bölgesel savaşlar, demokratik hak gaspları, kemer sıkma politikaları, gelir dağılımındaki eşitsizlik makasının emekçiler aleyhine daha da açılması, emperyalist tekellerin kendi aralarındaki çelişkilerin derinleşmesi gibi pek çok nedenden kaynaklı yapısal ekonomik ve siyasal krizlerin temel kaynağı oldu bu neo liberal politikalar. Doğal olarak bu durum, kendileri açısından güvenlikli politikaların geliştirilmesini de beraberinde getirdi. AP seçim sonuçları üzerinden kamuoyuna pompalanan algı operasyonlarını bundan bağımsız olarak ele almamak gerekiyor. Bu vahşetin gerçek sahipleri gözlerden ırak tutularak sanki bunca katliamın, yokluğun ve yoksulluğun sorumlusu başkalarıymış gibi bir algı yaratılarak, kitleleri faşist partilere doğru yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
Emperyalistlerin uyguladıkları neo liberalizm politikalar; rekabet, kuralsızlaştırır ve bireysel sorumluluğu arttırır; devletin endüstri üzerindeki kontrolünün en aza indirmek ve iş ve mülkün özel sektör mülkiyetini arttırır; tekellere ve şirketlere kaynakların etkin tahsisine öncelik verir; sermaye dolaşımında kurduğu ağla piyasayı küreselleştirir ve bu statüyü korur; halk için harcamaları azaltır ve vergi yükünü de çalışan ücretli kitlelere bindirir; ekonomik faaliyet üzerindeki hükümet denetimini azaltarak piyasanın anarşizan potansiyelini kamçılar ve böylece özel sektörün ekonomi üzerindeki etkisinin arttırırken, sendikasızlaştırmayı hızlandırarak emekçi kitleleri örgütsüzleştirir; istihdamda ve üretim sürecinde esnekleştirmeyi hızlandırır; serbest piyasa faaliyetlerinin uygulanması, sürdürülmesine ve korunmasında devlet müdahalesini arttırır…
Bütün bunlar kapitalist sistemin uluslararası politikalarıdır. Devletler ise esas olarak bu sermaye gruplarının belirlediği kuralların ve politikaların uygulanmasının araçları olarak öngörülmektedir. Doğal olarak bu durum, çıkar grupları güdümünde sermayenin daha da yoğunlaşmasının önünü açar. Neo liberalizmin bir diğer özelliği ise, uluslararası devlet dışı ekonomik ve politik örgütleri, uluslararası politikanın aktörleri olarak görmesi ve bunları büyük sermayedarların çıkarları doğrultusunda kullanmasıdır. Örneğin, uluslararası ilişkilerde, İMF, DB gibi uluslararası bankalar uluslararası politik kurumlar, Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu, hukuki alanda Avrupa Adalet Divanı, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurum ve kuruluşlar neo liberalizmin sürdürülmesinin önemli ekonomik ve politik kurumlarıdırlar. Devletlerden çok, ilişkiler bu kurumların üzerinden yürütülmekte, bunların aldıkları kararlara devletler esas olarak uyum sağlamaktadır. Yani, “uluslararası örgütlerin, devlet davranışlarının sistematik düzenleyicileri olduklarını görmekteyiz.
AP seçimlerine dönük algı operasyonuyla yapılmak istenen emperyalizmin çelişkilerini gizlemektir
Kısacası bugün, “aşırı sağ”ın en belirgin ekonomik politikası diyebileceğimiz neo liberalizm, devleti sermayenin çıkarları doğrultusunda bir militarist güç olarak yeniden örgütlediği, toplumda eşitsizliği kendi lehine iyice derinleştirdiği, hükümetler içinde şirketlerin nüfuzunu sürekli olarak arttırdığı, politikada ve ekonomide istikrarsızlığın kaynağı olduğu, kitleler aleyhine şiddeti ve yoksulluğu körüklediği, bireyin sosyal bağlarını kopartarak yalnızlaştırdığı ve yozlaştırdığı, burjuva anlamda bile olsa, demokrasiye düşman kesilerek, içini boşalttığı, halklar, farklı kimlik ve inançlar arasında düşmanlığı körüklediği, haksız savaşlardan beslendiği vs. vb. gibi toplumsal yaşamın tüm alanlarına sirayet ederek, pazar mantığına göre politik ve ekonomik yönelim ve yönetimi baştan aşağı dizayn etti. Tabi bütün bunlar, ekonomik ve siyasal krizlerin temel unsurlarıdırlar. Aynı şekilde uluslararası tekeller arasındaki pazar dalaşına da kaynaklık ederler.
Bütün bu gelişmeler, emperyalist savaşları körükler. Bugün de uzun zamandır sürdürülen bölgesel savaşların ötesinde, emperyalistler arası doğrudan doğruya bir emperyalist paylaşım savaşı tehdidi kendisini çok daha fazla hissettirmektedir. Bu durumda emperyalist savaşların kararlı hasımları olan komünistler, belki de insanlık ve sınıf mücadeleleri tarihinde işlenecek en büyük katliam olacak olan üçüncü emperyalist paylaşım savaşına karşı, kitleleri örgütleyip seferber etmeli ve sosyalist devlet perspektifiyle bilinçlendirerek kitlelere önderlik etmelidirler. Unutulmasın ki, sadece devrimci savaşlar, emperyalist katliamları ve cinayetleri engelleyebilir. Eğer devrimci mücadele bir üçüncü dünya savaşını engelleyecek durumda, güçte değilse, komünistler, savaşın yaratacağı yıkımı, kıyımı ve kitlelerde oluşacak olan acı ızdırabın öfkesini seferber etmeye ve emperyalist savaşı, emperyalizme ve onların yerli uşaklarına karşı, haklı bir iç savaşa dönüştürme mücadelesini yürütmelidirler. Savaş naralarının atıldığı bu dönemde, dünya halklarının çıkarları açısından, komünistlerin önünde duran ve çözüm bekleyen acil görevlerden biri de budur.
Yazımızın bu bölümünü bitirirken şunun altını çizelim. Emperyalist- kapitalist sistem gerçekten de tarihinin en büyük çıkmazlarından birini yaşıyor. Buradan kurtulmak için, her türlü hileye, riyakarlığa ve düşmanlığa baş vuruyor. AP seçimleri ve sonuçlarına ilişkin yapılan algı operasyonları düşülen bataklıktan kurtulmanın çabalarından başka bir şey değildir.
Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi’nin Temmuz 2024 sayısında yayımlanmıştır.