İlk iki büyük klasik Kürt şairinden birisidir Ali Harîrî (Eliyê Herîrî). Diğeri Baba Ṭâhir-i Uryân‘dır. Harîrî‘ye ait eserlerin kaybından kaynaklanan bir bilinemezlik sisi var. Halkın Harîrî sevgisi ile Ehmedê Xanî‘nin onu anması, bu bilinmezlik sisi ile birleşince, Harîrî‘ye olan merak harlanıyor. Tarih, kan ve ateş hercümercinde bir büyük şairi yutuyor. Ama her ne kerametse onun capacanlı ruhu dolaşıyor Kürdistan’da. Şimdi anlatacağım da bu ruhun günümüze ulaşan hikayesidir.
Hakkari’nin Harîrî köyünde, 1009’da doğuyor. Bu tarih, asi bir çobanın kurduğu Mervanî düzeninin en parlak devrine, Nasrüddevle Ahmed saltanatının başladığı ana denk geliyor. Bu devir, Amed, Meyyafarikin, Nusaybin, Ahlat, Erzen, Cizre-Botan başta olmak üzere birçok yerin camilerinde kütüphanelerin kurulduğu, medreselerin açıldığı, Kürt yazılı şiirinin geliştiği, halka yayılma çabası içinde olduğu bir devirdir. İbnü’l Esir, Abdullah el-Kazaruni ve et-Thami gibi Arap ve Kürt kökenli alimlerin, tarihçi ve şairlerin çıktığı bir kültür devridir. Kültür, insanı kendi kalbiyle gözler, içine alır, sarıp sarmalar, biçimlendirir ve biçimlendirdiği insan tarafından da biçimlendirilir. Ne yapacaksın, bu böyledir işte. Sanatçı ilkin kendinden doğar, sonra kendini kuşatan şartlardan.
Özü özümleyerek kendi özünü biçimlendiren insanların hali başkadır. Tüm yaşadıklarının özünü anlayıp özümleyen insan da nadirdir. Harîrî, bu nadir insanlardan birisiydi. Yaşama, iki güçlü duyguyla, acı ve yalnızlıkla başladı. Babası ölünce, bakımını amcası üstlendi, ona kendi mesleğini öğretti ve Kürt medresesine, daha sonra da eğitimini derinleştirmesi için Şam’a, oradan da Bağdat’a gönderdi. Yeğenini dönemin ciddi kültür merkezlerine gönderen bir amca. Bu merkezlerde, Şeyh Ebû Ali Mağribî gibi ünlü kültür simalarının sohbetlerine katıldı ve bunlardan etkilendi. Şiir yazmaya da bu süreç içinde başladı. Kürtçenin Kurmancî lehçesiyle, Elî, Eliyo, Şêx Elî mahlaslarını kullanarak yazdı.
Harîrî’nin en güzel özelliklerinden birisi, farklı kültürlere açılması ve bir yerde durmamasıydı. Babil, Asur, Med, Pers, Emevi ve Abbasi uygarlıklarının iç içe geçtiği geniş bir coğrafyada seyyar yaşamasıydı. Ama o asıl kültürünü Cizre, Erbil, Bağdat, Musul gibi ticaret ve kültür şehirlerinden aldı. İlim adamlarının, şairlerin sohbetlerine en çok buralarda katıldı ve giderek çevresinde, hâl ve kerâmet sahibi, irfan ehli, açık görüşlü, vakarlı bir şair olarak tanındı.
Şiirini duygu mahzeninde şarap gibi demlendiren bir şairdir Harîrî. Baba Ṭâhir-i Uryân‘dan sonra bilinen ikinci Kürt divanı yazarıdır. Kürt dil alimi ve divan edebiyatçısı da diyebiliriz ona. Ama ne yazık ki divanından günümüze az sayıda şiir kalmıştır. Nedendir bilmem kaybolmuş her kadim divanı, dizginsiz bir arzuyla okumak gelir içimden. Şairin bu divanda kendi özüne yabancılaşmasının dini özünü ve biçimini keşfetmek; hatta bununla kalmamak, şairin bir bütün olarak sanatında soluk alan yaşama yabancılaşmasının ortaya çıkardığı yabancılaşmış şairi keşfetmek; ama öyle yüzeysel değil, tüm temel karakteristikleri ve illetleriyle birlikte keşfetmek. Güzel bir meşgale benim için bu.
Harîrî’den, altı asır sonra, Ehmedê Xanî onu Mem u Zîn’inde anmamış olsa, dikkatler üzerinde yoğunlaşmayacak ve çok daha geç keşfedilmiş olacaktı. Margarita Borisavna Rudenko, Harîrî’nin bazı el yazmalarının St. Petersburg’taki Şaltikov-Şçedrin Kütüphanesi’nde bulunduğunu söylüyor. Hakikatini çıplaklaştırmış bir Kürdün oraya girmesi lazım. Bana öyle geliyor ki Ehmedê Xanî, Harîrî’nin divanını kesin okumuştur. Okumamış olsaydı, onu sevdiği büyük klasik Kürt şairlerinden birisi olarak anmazdı.
Harîrî, halk arasında dolaştığı ve Kürt sözlü edebiyatını çok iyi bildiği için halkın anladığı bir dille kurdu şiirini. Hem tasavvufî hem de dünyevî aşkı işledi. Gerek bu dil duruluğundan, gerekse doğruluk ve dürüstlük konularına özel bir önem vermiş olmasından dolayı onun şiirleri asırlar boyu halk arasında ve medreselerde okundu. Bu yaygın okumanın nedenlerinden biri de şiirlerin folklorik zarifliğidir tabi. Halk onu, sırlar aleminden sihirli, hoş sözler duyan ve bunları aklına kaydeden bir alim olarak bilir. Okuyup da adam olmayanlar için “Okudu da sanki Eliyê Herîrî mi oldu,” sözünü deyim gibi kullanan halk, dinleyip sevdiği bir şiiri için de “Eliyê Herîrî tadında” nitelemesinde bulunur.
1080’de, yani Mervani uygarlığının Selçuklu orduları karşısında ayakta kalmaya çalıştığı karanlık bir dönemde, Hakkari’de öldüğü söyleniyor. Şairin divanı ne oldu, halkın belleğine mi sığındı, yoksa Selçuklu ordularının kılıç ve ateş çemberine mi düştü, kimse bilmiyor.