Bizimle iletişime geçin

Röportaj

Agos Gazetesi yazarı Pakrat Estukyan: Basın özgürlüğü artık kaybedilmiştir

Agos Gazetesi yazarı Pakrat Estukyan, basının sermayenin denetimi altında olduğunu vurgulayarak, “Basın özgürlüğü artık kaybedilmiştir. Sermayeye karşı kaybedilmiştir. Holding patronları aynı zamanda gazete patronlarına dönüşmüşlerdir. Mücadele doğrudan emekten yana bir tutum ile kapitalizme karşı yapılmalıdır” dedi.

Orhan Öztürker / İstanbul

AKP iktidarı döneminde en az 894 gazeteci tutuklandı, medya tekelleşti ve sansür yasalaştı. Bu durum nedeniyle ülke, Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 158’inci sıraya geriledi. Sınır Tanımayan Gazeteciler’e (RSF) göre Türkiye basın özgürlüğü durumun “çok vahim” olduğu ülkeler kategorisinde yer aldığının kanıtı. Son 10 yıllık süreyi kapsayan zaman diliminde onlarca televizyon, gazete ve radyo kapatıldı. Çok sayıda gazeteci tutuklandı veya gözaltına alındı. Hedef gösterilen gazeteciler tehdit edildi, işsiz bırakıldı ve mesleğini yaparken çoğunlukla polis şiddetine maruz kaldı. Bu koşullar altında tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de 3 Mayıs Basın Özgürlüğü Günü kutlanıyor. Basın özgürlüğünü Agos Gazetesi yazarı Pakrat Estukyan ile konuştuk.

Özellikle Türkiye basın özgürlüğü endeksinde istikralı olarak gerileme yaşıyor. Bu koşullarda özellikle azınlık gazeteleri veya gazetecileri için yansımaları nasıl oluyor?  Hrant Dink’in katledilmesinden bu yana hem basın özgürlüğünün seyri hem de azınlık gazetecilerinin durumu nereye evrildi?

Şu anda küresel ölçekte son 35 yıllık zaman diliminde biz neo-liberal kapitalizme dayalı yeni bir dünya düzeni içerisinde yaşıyoruz. Liberalizm kavramının adı sözlüklerde serbestliklerle, özgürlüklerle paralel gösterilse de gerçek şudur ki: kapitalizm özgürlüklerle bağdaşan bir sistem değildir. Kapitalizmin itici gücü kar dürtüsüdür ve kar dürtüsü içinde her şey feda edilebilir.  İlk önce feda edileceklerden biri de özgürlük kavramıdır. Bu anlamda ifade özgürlüğü basın özgürlüğü feda edilen alanlardan biridir. Şu an da küresel bazda konuşursak şüphesiz bütün dünyadan bahsetmesek de dünyanın önemli bir kısmını oluşturan batı blokundan bahsediyoruz. Basın fevkalade sermayenin denetimi altına girmiştir. Artık tekelci bir basından bahsediyoruz. Bunun öncesinde Türkiye’de biz bu süreci kaygıyla takip ediyorduk. O dönemde henüz Türkiye’de basın bu sürecin bir parçası değildi. Batıda büyük sermaye gruplarının gazete ve televizyon grupları satın alarak tekelleştiği haberlerini dikkat ve ilgiyle takip ediyorduk. Bir süre sonra aynı şey Türkiye’de de yaşanmaya başladı. Bir süre kavramını mefhumlaştırmadan özellikle Turgut Özal döneminde veya iktidarında demek daha doğru olur 1980 ihtilalini takip eden dördüncü yılında zaten Turgut Özal zaten Anavatan Partisi ile birlikte iktidara gelmişti ve neo-liberal ekonomi programını yürürlüğe koymuştu. Biz o dönemde gazetecilikle hiç ilgisi bulunmayan insanların Türkiye’ye gelip ya gazete satın alıp ya da büyük reklam kampanyaları ile yeni gazeteler kurduklarına şahit olduk. Neyin ne olduğunu anlamaya daha fırsat bulamadan medyada ki bu tröstleşme akabinde televizyon kanallarını da kapsamı altına aldı. Bu durum gazetecilerin, köşe yazarlarının, futbolcular gibi astronomik ücretlerle transferler yaşadığını da izledik. Şu an da içinde bulunduğumuz sürecin başlangıç noktalarıdır bunlar. Türkiye’de her zaman için basın hükümetlerin dümen suyunda olmuştur. Benimsenen devlet politikasının dümen suyundan olmuştur ama şimdi bunun daha can yakıcı bir hal aldığını görüyoruz. Şu anda çok yoğun bir kuşatılmışlık var. Düne karşı bunların karşısında muhalif durabilen ve direnen gazeteciler de vardı. Hatta çok amatör heveslerle yayınlanmış dergiler vardı. Bu dergiler zaman içerisinde siyasi gruplar oldular, dergi çevresi oldular. Bunu özellikle sol kesim için söylüyorum ama benzer süreçler sağ kesimde de yaşandı. Dinci veya milliyetçi çevrelerde de benzer süreçler yaşandı. Fakat günümüze gelindiğinde artık yüzde doksanın üzerinde bir oranla hükümetin kontrolünde olan bir medyadan, yazılı basından ve televizyon kanallarından söz ediyoruz. Bu özgürlük artık kaybedilmiştir. Sermayeye karşı kaybedilmiştir. Holding patronları aynı zamanda gazete patronlarına dönüşmüşlerdir. Aynı zamanda devletten ihaleler alan patronlardır ve bunlar da gazeteciliğin köküne kibrit suyu dökmüşlerdir. Şu an da içinde olduğumuz budur. Ve bu durumu genel olarak Türkiye çerçevesinde gözlemleyerek aktardım. Bunun Ermeni toplumuna yansımasına gelince Türkiye ölçeğinde bahsetmiş olduğum sorunlar veya risklerden söz etmek mümkün değil.  Şu an da azınlık topluluklarında diyelim Ermenilerin ikisi günlük biri haftalık olmak üzere üç gazetesi ayrıca bir tane de aylık süreli yayını bulunuyor. Bunların hiçbirinin sahibi sermaye grubu oluşturmuyor. Ailesel geleneklere dayanıyor.

Jamanak Gazetesi Türkiye’de yayın yapan en eski gazetedir. Cumhuriyetten önce kurulmuştur ve halen yayınını kesintisiz sürdüren eski ve en köklü gazete unvanını taşıyor. Nor Maramara Gazetesi var. 80 yıllık bir geçmişi var. En yenisi Agos haftalık gazetesi o da 30’ncu yılına yaklaşmakta. Bu gazeteler aile şirketleri olarak karşımıza çıkıyor. Benzer bir durum Rum cemaatinin çıkarmış olduğu Apoyevmatini Gazetesi için de söz konusu. Bu gazetede günlük çıkan bir gazete. Dolayısıyla burada sermayenin rolünden bahsedemeyiz. Öte yandan sermayenin bu gazeteler üzerinden bir etkinlik kurma çabası elbette var. Özellikle reklamlarla ve ilanlarla bu gazeteleri baskılamaya çalışan bir güç olduğunun da farkındayız. Türkiye’de devlet politikası olarak azınlıklar ne yazık ki Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana riskli topluluklar olarak değerlendiriliyor. İçimizde ki yabancılar olarak nitelendirildiler. Onlara 5’nci Kol diye bir sıfat yakıştırıldı. Yani ülkeye tehdit eden gruplar arasında 5’inci Kol olarak da azınlıklar zikredildi. Bütün bunlara bağlı olarak Ermeni basını çoğunlukla devletle hiç çelişkiye düşmemeye çalışarak yayınını sürdürmeye çalışan bir geleneğe sahip. Burada tek istisna ise benim de mensubu olduğum, yazarı olduğum Agos gazetesidir. İstisnanın kaynağında da gazetenin kurucusunun Türkiye’nin sol/muhalif cenahından gelmiş bir aktivist olmasıdır. Hrant Dink sosyalist bir aydın olarak bir Ermeni gazetesi kurdu ve kendi kimliği de gazeteye yansıdı. Bugüne kadar da bu gazete bu özeliğini muhafaza etti. Hem Türkiye içerisinde bir muhalif yayın organıdır hem de Ermeni toplumu içerisinde egemen olan güçlere karşı bir yayın organıdır.

Azerbaycan-Ermenistan savaşı ve Karabağ tehciri sonrasında azınlık toplumu yayınları nasıl etkilendi?

Bu manipülasyona karşı biz Agos gazetesi olarak olabildiğince direndik farklı mecralarda da haber aktarmaya devam ettik. Savaş boyunca hep bir dezenformasyon politikası yürürlüğe kondu. Bu dezenformasyon çok etkili oldu. Özellikle hükümet yandaşı olan medya 2020 yılının Eylül ayında başlayan savaş için şu ifadeyi kullandı. “Ermeniler bütün sınır boyunca Azerbaycan’a saldırdı” bu ilan bir haberdi fakat bu yalan haber ısrarla gündeme getirildi. Israrla 44 gün boyunca gündemde tutuldu. 45’inci gün savaş bir müzakere ile bittiği zaman ve Moskova’da Putin’in dayattığı bir anlaşmadan sonra Aliyev’in açıklamaları ile gerçeği öğrenmiş olduk. Aliyev, savaştan sonra “Biz bu savaşa 30 yıldır hazırlanıyorduk ve doğru zamanı hesaplayıp saldırdık ve işgal altındaki topraklarımızı kurtardık” açıklamasından sonra Ermenistan’ın saldırdığı söylemi artık dillendirilmedi. Türkiye kamuoyu 44 gün boyunca Ermenistan’ın Azerbaycan’a saldırdığı yalanıyla meşgul edildi. Buna karşı biz Agos olarak ilk günden beri farklı bir tutum sergiledik. Bunun böyle olmadığını yazdık. Bunu yazdığımız için hükümet cenahından ekstra bir baskıya maruz kalmadık. Gücümüzün veya sesimizin etkisinin sınırlı olduğu için çok baskı görmedik. Sesimiz daha gür duyulmuş olsaydı bizim yayınlarımızdan ötürü Türkiye’deki muhalif gazeteler ve muhalif kanallar diye ortaya çıkan kesimlerde bizi referans gösterip manipülasyona karşı yayın yapmış olsalardı kabak en sonunda bizim başımıza patlardı. Ama bu yapılmadı. Bizim sesimiz sistematik olarak duyulmamaya çalışıldı. O yüzden de başımız derde girmedi, keşke de girseydi. 

Türkiye’de medyanın çoğunluğunu oluşturan yayınların sahipliğini sermaye grupları üstleniyor. Dünya da buna çok benzer bir tablo var. En göze çarpan örnek Jeff Bezos’un Washington Post’u alması ve sahibi olması. Bu koşullarda basın özgürlüğünün mümkünatı var mıdır?

30 veya 35 yıl önce ABD’li bir iş insanı medyayı tekeli altına almaya çalıştı ve onun o girişimi Türkiye’de de çok konuşuldu ve değerlendirildi. 1980’li yılların ikinci yarsında bununla ilgili Cumhuriyet Gazetesi’nde çok yazı okuduğumu anımsıyorum. Bu gidişatın çok tehlikeli olduğuna dair. Hatta Batı’da antitröst yasaları hazırlanırken tam da bu örnekler göz önünde bulundurularak bunların yapıldığı gibi birçok yazı okuduğumu hatırlıyorum. 

Tam da bu noktada sizce alternatif medya kendini nasıl var edebilir?

Alternatif medya kendini ancak sosyal medyada var edebiliyor. Ancak burada da habercilik ilkeleri anlamında, doğru haber anlamında güvenilir haber anlamında çok ciddi boşluklar var. Manipülasyona çok açık, dezenformasyon çok etkili bir yöntem. İktidarlar, hep dezenformasyondan medet umuyorlar ve bu yetmezmiş gibi gerçeği söyleyenleri susturmak için gerçeğe karşı Dezenformasyon Yasası’nı hazırlayıp yürürlüğe koyuyorlar. Bu çok çarpıcı bir durum. Çok ironik bir durum kendi bütün propagandalarını dezenformasyon üzerine kurduktan sonra, dezenformasyondan şikayet edip ve engellemek için yasa çıkarmak ve sonra da dürüst gazetecileri bu yasayla sıkıştırmaya çalışmak, baskılamaya çalışmak hakikaten inanılır gibi değil. 

Peki bu medyada iktidar eliyle yayılan bu dezenformasyona karşı gazetecilerin oto-denetimini sağlayacak bir etik kurul oluşturulabilir mi?

Bütün geçmişte fayda umduğumuz, çare gördüğümüz bütün kurumların içi boşaltıldı. Hatırlayalım bir süre öncesine kadar ombudsman diye tanımladığımız bir yapı vardı. Onun da görevi buydu zaten. Fakat gazetelerin kendi bünyesinde ombudsmanları vardı. Bizatihi kendi gazetesini denetlemek üzere ancak bunun bir karşılığı olmadı. Hatırlayalım 2023 Mayıs seçimlerinde yürürlüğe sokulan o ünlü kurmaca videoda “Haydi, haydi, haydi,” diyerek olmadık insanların fotoğraflarını yan yana getirip servis ettiler. Ve buna karşı da bizatihi ona karşı mağdur olanlardan dahi ses çıkmadı. Dolayısıyla bir basın konseyi bunu mahkum etse neye yarayacak? Bu memlekette istenmeyen bir ses çıktığı zaman, istenmeyen bir söz duyulduğu zaman “Anayasa Mahkemesi’ni de kapatalım” diyorlar. Anaysa Mahkemesi “Teröristlerin ağzıyla konuşuyor” diyebiliyorlar. Bunu diyen siyasetçiler var ve bu siyasetçiler iktidar ortağı. Bu karamsar tabloyu pekiştiren sözler söylüyorum ama basın örgütlerinde bir işlevi olduğundan bahsetmemiz mümkün değil. Büyük geleneklere sahip olan basın örgütleri var, Gazeteciler Cemiyeti var mesela. Bu cemiyet her sene belirli programlar uyguluyor, anmalar düzenliyor ama bütün bunlarla mesleğin gerçek sorunlarını ifade etmenin çok gerisinde nerdeyse folklorik bir renk olarak yerli yerinde duruyor. İşlevsel olarak bir ses veya söz gücü bir yaptırım gücü asla olamıyor. Son tahlilde insanlar, ben seni dinlemeye mecbur değilim. O cemiyet bir gazeteciyi kınayamıyor. Bu yaptığın gazetecilik değil, bu yaptığın bir yalakalıktır sahtekarlıktır diyemiyor. Diyecek olsa muhatabı cebindeki paraları gösterecek ve bana ne kadar veriyorlar diyecek. Her şeyi belirleyen ne yazık ki bu. Artık meslek ahlakından da bahsedilemez. Nasıl ki koskoca bir adli yapılanmada hukuk sistemimizde belirleyici olana torpiller ve belirleyici olan rüşvetler, belirleyici olan para gücüyse vicdanın sesi dinleyen sürgün edilmeyi göze alır, meslekten atılmayı da göze alır. 

Diğer taraftan alternatif medyanın basın özgürlüğü ile ilgili çok büyük sorunlarla karşı karşıya çünkü günümüzde fast-news anlayışı çok yaygın. Teyide muhtaç bilgilerin hızla dolaşıma sokulması ve gündemin sürekli Sünni gündemle yorma hali hakim. Sizce bu durum alternatif medyanın güvenirliği açısından nasıl bir sorun yaratır?

Burada eğer haberin yayılması ağır bir baskı altındaysa, kısıtlama altındaysa cep telefonuyla kaydedilen bir görüntünün değeri birdenbire çok yükselmekte ve artık bunu görmezden de gelemeyiz çünkü görüntünün kendisi artık konuşmaktadır. Ama bunlar fevkalade manipüle de edilebilecek şeyler olduğu içinde çoğu insan tereddütle yaklaşıyor. Haklı olarak tereddütle yaklaşıyor. “Gazetecileri süpürün” diye talimat geliyor mesela. Polis amiri diyor ki “Süpürün gazetecileri” Halk dilinde bulundukları yerden uzaklaştırın demek. Görüntü alamasınlar ve haber geçemesinler diye. Böyle anlarda cep telefonu ile alınan görüntüler çok muazzam bir anlam ifade ediyor. Bunu Gezi döneminde çok yoğun yaşadık. İnsanlar evlerinden, pencerelerinden, haber ürettiler ve bu haberler anlamsız değillerdi şüphesiz ki. Bugün bu sorunun içerisindeysek eğer bunun tek sorumlusu küresel neo-liberal yeni kapitalist düzendir. Serbest piyasa ekonomisi gibi cilalı laflarla pazarlanan tek kutuplu dünyadaki bu çarpık düzendir. Her şeyin kar üzerine bina edildiği ve buna karşılık bütün değerlerin temelinden sarsıldığı düzendir. Dolayısıyla mücadele doğrudan doğruya emekten yana bir tutumla kapitalizme karşı yapılmalıdır.



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Röportaj Haberler