Herkesin uğursuz bir kehanet gibi sezdiği, endişeyle beklediği melanet İzmir’de Deniz Poyraz’ın canını alarak ortaya çıktı. Tetikçinin, günün her saati devletin fiziki ve istihbarı ablukası/gözetimi altında olan bir parti binasına, uzun süre ‘keşif’ yaptıktan sonra, silahlı şekilde girebilmiş olması; bu denli sarsıcı bir tedhiş eylemini yapan saldırganın 1 günden daha kısa süre sorgulanıp alelacele tutuklanması; olayın hemen ardından katil için neredeyse adres etiketi gibi bir ‘profil ’in ortaya çıkmasına izin verilmesi gibi üzerinde durmak gereken pek çok nokta var bu saldırıda. Devleti ve siyasal iktidarı kontrol eden güçler arasında bir süredir dışarıdan da görülüp duyulacak şekilde yaşanan çatışma, İzmir saldırısıyla birlikte başka bir katmana daha sahip oldu ve bu, hem toplum güvenliğini olağanüstü düzeyde tehdit eden ‘tekinsizliği’ genişletti, hem de kavganın nihayete ermesi, ya da yeni bir doğrultuya girmesi için ‘alan açtı’. Bu noktada 14 Haziran’daki Biden-Erdoğan görüşmesi ve oradan çıkan sonuçlar kritik önemde olmalı.
* * *
New York Times gazetesi, malum ikili görüşmenin yapılacağı 14 Haziran günü, gazetenin Türkiye Büro Şefi Carlotta Gall imzasıyla “Erdoğan, Biden’la görüşmesi öncesi tavrını yumuşattı” başlıklı bir haber/yorum yayınlamıştı.(1) Salgın ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle Erdoğan’ın önemli iç sorunlarla karşı karşıya olduğu belirtilen yazıda, bu sıkıntıların Erdoğan’ın siyasi pozisyonunu yıprattığı ve “Batı’dan çok ihtiyaç duyduğu yatırımı alma umuduyla birkaç konuda tavrını yumuşattığı” yorumu yapılıyordu. Bu yazıda, Erdoğan’ın kısa süre önce üst düzey ABD’li iş insanlarına, “Biden ile görüşmenin ‘yeni bir çağın habercisi’ olacağına dair güvence verdiği” de hatırlatılıyordu.
NYT’nin hatırlattığı bu sözleri Erdoğan, 26 Mayıs’ta, Boeing, Amazon, Microsoft, Kellogg, PepsiCo, Cisco, Procter&Gamble, Johnson&Johnson gibi kapitalist devlerin üst yöneticileriyle yaptığı çevrimiçi toplantıda sarf etmişti. Cumhurbaşkanlığı’nın sitesinde yer alan bilgi notuna göre(2) şöyle demişti Erdoğan: “[Yaptığı soykırım açıklaması] ilişkilerimize ilave yük getirse de, Sayın Biden’la NATO Zirvesi’nde gerçekleştireceğimiz görüşmenin yeni dönemin habercisi olacağına inanıyorum.”
Bu sözler, Erdoğan’ın 14 Haziran stratejisinin de minyatür bir kopyası gibiydi. 26 Mayıs’ta küresel kapitalizmin sefirlerine, mealen, “24 Nisan’a takılmıyoruz; Suriye, Libya, Afganistan, enerji, ticaret, yatırım konularını konuşalım” derken, vereceği askeri ve ekonomik tavizlere odaklanılması, rejim için artık ‘beka’ sorunu haline gelmiş olan ‘demokrasi, insan hakları, hukuk’ konularında görmezden gelmeye dayalı emperyalist ikiyüzlülüğünün sürmesini istiyordu. Kimi zaman ‘kazan-kazan’ diye formülleştirdiği bir fırsatçı uzlaşma arayışı… ‘İçeriye’ verdiği mesajlar da benzer bir hüviyetteydi: 2015-16 sonrası inşa edilen rejim tartışma konusu yapılmasın, biz de egemen güçlerle ‘rasyonel bir uzlaşma’ için gerekeni yapalım… Zaten sıkıştığı ‘iç’ ve ‘dış’ koridorlar, içerik olarak neredeyse aynı desene sahip. Erdoğan, ABD’li kapitalist heyete bir komprador gibi konuştuğu 26 Mayıs gününün daha erken saatlerinde, parti grubu toplantısında, haftalardır sessiz kaldığı ‘Soylu krizi’ hakkında tutum almak zorunda kalmış ve “İçişleri Bakanımızın yanında olduk, yanındayız ve yanında olacağız” demişti. Elbette konu tek başına Soylu değil; ama oradan teşmil edecek bir sarsıntının, kurduğu ittifaklarda bir çatırdama görüntüsü yaratarak, 14 Haziran’da daha zayıf görünmesine yol açacağını hesaba katmış olmalı. Açmazdayken, dar zamanda ve aceleyle, üstelik çok kısa vadeli bir avantaj beklentisiyle belirgin risk üstlenerek alınmış bir karardı, ‘Soylu kararı’. Asker ve ekonomik imtiyaz verip karşılığında siyasal himaye isteme üzerine kurulu ‘mevcut statükoya küresel meşruiyet’ arayışı Brüksel’e daha ‘derli toplu’ gitmeyi gerektiriyordu.
Ancak, “NATO’nun tam sadakatli otoriter rejimi olalım, ‘içeride’ bize karışmayın ‘dışarıda’ fazla mesai yapalım” teklif ve temennisi; entegrasyon için önerdiği mecranın kalbinde, NATO zirvesinde, umdukları teveccühü görmedi. Erdoğan, Biden görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada, “Eğer Afganistan’dan çıkmamız istenmiyorsa, özellikle orada belli bir desteğin verilmesi isteniyorsa diplomatik, lojistik bunun yanında mali konularda Amerika’nın bize vereceği destek büyük önem arz ediyor”(3) dedi. Mutabık kalınmış tek konu gibi görünen, NATO çıktıktan sonra Türkiye’nin Kabil havalimanının güvenliğini sağlaması karşılığında ‘diplomatik’ (siyasal) destek talebini görüşme sonrası da sürdürmesi, bu konuda teskin edici bir sonuç alamadığını gösteriyordu. Üstelik giderken ‘hesabı sorulacakmış’ gibi yapılan soykırım konusunun gündeme bile gelmemiş olmasını ‘hamdolsun’ düzeyinde kabullendiğini ilan etmişti. İstediklerini alamadığının, bazılarını ifade bile edemediğinin; ama bunlara rağmen de müzakereyi sürdürmeye gayretli olduğunun işaretlerini verdi. Yorgun ve yıpranmıştı, ama tamamen vazgeçmiş değildi.
NATO zirvesinden hemen sonra, yine Brüksel’deki ABD-AB zirvesinde bir araya gelen Biden ile AB Konseyi Başkanı Charles Michel ve AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, bu buluşmanın ardından yaptıkları ortak açıklamada şu dikkat çekici ifadeyi kullandılar: “Demokratik bir Türkiye ile karşılıklı çıkara dayalı bir ilişki hedefliyoruz.”(4) Buradaki ‘demokratik Türkiye’ ifadesi, 14 Haziran’da Erdoğan’a bildirilen konseptin bağlayıcılığına yeni bir vurgu olarak okunabilir. Ankara, küresel Batılı güçlerin ‘demokratik Türkiye’ olarak tasvir ettikleri bir sürecin gereklerini yerine getirdiği koşullarda kendisiyle ‘çıkara dayalı bir ilişki’ kurulabileceği konusunda bir kez daha tembihlenmiştir.
Erdoğan 15 Haziran’a böyle bir pozisyonda uyandı. İçeride, bir süredir herkesin gözü önünde cereyan eden bir çatışmanın; rejimin çeşitli noktalarına lokal olarak sıçrayan ve uçları henüz birleşmemiş bir yangının baskısı altındayken, dışarıdan da mevcut statükonun sürmesine neredeyse açıktan itiraz eden küresel güçlerin basıncı eklenmişti. Erdoğan şimdi, başta ekonomi olmak üzere pek çok başlıkta yaşamsal düzeyde ihtiyaç duyduğu ‘Batı desteğini sağlayıp sürdürebilmek için kazandığı sınırlı zamanda; o statükoyu ‘bozacak’ hamlelere mi girişecektir? Rejim için önemli bazı isimlerin şeklen ‘feda’ edilmesine dayalı bir uzlaşma mı arayacaktır? Tüm bunları yaparken cari ittifak desenini değiştirmek için siyasal (hatta ideolojik) yollar mı arayacaktır? Kanımca bu soruların yanıtlarını çok uzun olmayan bir vadede göreceğiz.
Peker ve Sezgin Baran Korkmaz’ın ifşa ettiklerinin yanı sıra, özellikle güvenlik ve yargı bürokrasisinin içinden kımıl kımıl dışarı akan bilgi ve belgelerin yarattığı geniş alanı; daha fazla genişleyip ‘merkeze’ ulaşamadan, şimdiki uçlarından toplanarak ‘bohça’ haline getirmek bu yangına müdahale etmenin elverişli bir yolu olarak görülebilir. Nitekim 1987’de ve Susurluk sürecinde ortaya çıkanlardan çok daha kapsamlı ve beynelmilel suçlar tasvir edilmekle birlikte, bunların arkasındaki tüm mekanizmayı gösterecek sistemli bir ifşaat olmadı. Kolombiya ve kokain, Suriye ve petrol-silah-savaşçı, Kıbrıs ve aydın cinayetlerinden seçimlere müdahaleye uzanan eylemler, oligark servetlerinin aklanması ve Avrasya ölçeğinde bir kara para organizasyonu, ülke içindeki siyasal şiddet, gasp, şantaj vs. faaliyetleri dev bir mendil gibi birdenbire gözümüzün önüne serildi, ama tüm bunları bağlayan mekanizma açığa çıkmadı. Bu düzeydeki bir ifşaat, sonuçları gördüğümüz, süreçlerin bir kısmını ‘kestirdiğimiz’, fakat sebepleri, asıl müsebbipleri, bizzat bu işleyişin kendisini tespit ve tasfiye edemediğimiz yeni bir boşluk yaratabilir. Türkiye’nin iktisadi ve siyasi egemenleri, Türkiye kapitalizmi ve onun devlet aygıtı bir makyaj-reform, hatta aktörel düzeyde bazı değişikliklerle, yeni bir krize kadar hasarsız şekilde bu boşlukta yoluna devam edebilir.
* * *
Marx, kapitalist birikimin özgül yanını açıklarken, “Birikim, sömürülen insan malzemesi kitlesi ile birlikte, aynı zamanda, kapitalistin dolaylı ve dolaysız egemenliğini de artırır”(5) diye yazdıktan sonra Martin Luther’den uzun bir fragman aktarır. Luther, tefeciliğin küçük hırsızlıktan daha önemli bir suç olduğunu, ama küçük hırsızlar hapislerde çürürken büyük hırsızların “altın ve ipekler içinde debdebeli bir hayat” sürdüğünü söylemekte, bunun için de Roma mitolojisindeki canavar dev Cacus imgesini kullanmaktadır. Dev canavar Cacus bir mağarada yaşamakta ve yalnız geceleri köylülerin öküzlerini çalıp yemek için dışarıya çıkmaktadır. Fakat hırsızlığı anlaşılmasın diye, çaldığı öküzleri boynuzlarından geriye doğru iterek mağarasına sürüklemektedir. Böylelikle sabah uyanan köylüler, kırda kaybolmuş öküzlerinin ayak izlerini mağaraya doğru değil, mağaradan dışarı doğru takip edecek, hırsız ve cani Cacus’u masum sanacaklardır.
Marksist siyaset bilimci Bertell Ollman’a(6) göre, gerçekliğin, görüntüden fazlasını içerdiğine dair bu ilham verici mitolojik hikâye ile Marx, “temel soruna işaret etmektedir: Bir şeyi anlamak için, onun anlık bir görüntüsünü değil, değişim halinde olduğu tarihini ve içinde bulunduğu sistemi açığa çıkarmaktır temel mesele. Bugün Türkiye, kırda kaybolmuş öküzlerini arayan Roma köylüleri gibi, yalnızca önüne konan görüntülere, (genellikle küçük kalibreli) isimlere, bağıntısı koparılmış olaylara kapılarak ilerleyemiyor. Türkiye’ye 50 yıldır aynı yöntem, araç ve hatta kişilerle, sıklıkla da kan dökerek müdahale eden faşist çekirdeği ve onun devletin kurumsal yapısıyla, sermayeyle, burjuva siyasetle sistematik ilişkilerini tarihsel bir çerçevede, kendi değişiminin de izini sürerek tespit etmeliyiz. Yalnızca görünen ayak izlerine bakarak, ‘suçun merkezi’ durumundaki mağaradan uzaklaşmamalıyız. Bunu küresel ve yerel siyasetin dar koridorlarındaki pazarlıklar değil, ancak toplumun kendisi sağlayabilir.
(5) K. Marx, Kapital, C.1, s. 573, Yordam Kitap, 2011.
(6) Bertell Ollman, Diyalektiğin Dansı: Marx’ın Yönteminde Adımlar, Çev.: Cenk Saraçoğlu, Yordam Kitap, 2006.
Bu makale ilk olarak Gazete Duvar’da yayınlanmıştır.