Ünlü Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’nun
31 Mart-2021 tarihli sayısında çok anlamlı bir karikatür yer aldı :
“Gezegeni, türleri… ve solu kurtarın!”
Güncel olduğu kadar tarihsel bir gerçeği de ifade eden kara mizah örneği sözkonusu karikatüre verilen ilk yaygın tepki gülümsemek oluyor tabi ki. İkili bir gülümseme… Müzmin sol karşıtlarının aşağılayıcı gülümseyişiyle, ömrünü daha güzel bir dünya düşüne adayanların acılı gülümseyişi…
Sıkı bir gözlemci olan yetenekli karikatürist, Fransa yerelinden hareket etse de, aslında solun küresel ölçekli dramına işaret ediyordu bir bakıma.
Gezegenimizin ve içinde bulunan canlı türlerin başına gelenlerin trajik bilançosu, görebilenler açısından malum. Bu bakımdan Charlie Hebdo’nun çağrısı yerinde bir çağrıydı.
Karikatürde bizim payımıza düşen bir gerçek vardı: Mizahi formda da olsa, bir kurtarılma çağrısına muhatap olan solun hâl-i pür melâliydi bu gerçek. Sol gibi geniş, tarihsel anlam ve içeriği bir hayli iğdiş edilmiş ve sınırları giderek belirsiz hale gelmiş bir mefhumun başına gelenlerden bağımsız olarak…
‘Ben radikal sol/sosyalist ve komünist özneyim’ iddiasında bulunan kaç birey ve grup üzerine aldı bu kara mizah konusu hazin hali, bilinmez.
Muhtemelen hiç kimse!
Zira hepimiz, “haklı ve doğru yoldaydık!”
Evet, ortada bir grupçuluk illeti, hak edilmemiş bir parçalanmışlık hali ve bir yenilgiler silsilesi” vardı; ama bunun yegâne sorumlusu da “iflah olmaz bölücüler, parti ve devrim düşmanı revizyonistlerdi!”
Her türlü yetmezliğin sorumluluğunu hep kendi dışında arama tutumunun neredeyse mistik bir saplantı, bilinç dışı bir tepki (reflex) halini almasının çoklu sebepleri; kökleri dinsel düşünüş tarzına kadar uzanan derin kültürel, ideolojik ve sosyopsikolojik nedenleri vardır kuşkusuz. Doğuştan iyilerin karşısına toptan kötüleri koymak, her Ahura Mazda’nın karşısına bir Ehriman, her tanrının karşısına bir şeytan dikmek kadim ve bir o kadar da güncel bir fikr-î sabite dahildir.
Evet, ne acı ki gezegenimizin ve insanlığın kâbusu demek olan kapitalizmin yegane alternatifi olan/olması gereken devrimci ve komünist dinamiklerin durumu bir dram, hatta bir yarı koma halidir.
Bu haldeyken bile pür, kıpkızıl klişe söylevleri dilden düşürmeyen, “birlik” diye diye ayrışan, “grupçuluğa karşı mücadele” adına yeni grup ve grupçuklara hayat veren, neredeyse her dört yılda bir “yeniden inşa” tazelemesi gibi bir döngünün kara mizah konusu olması kaçınılmaz değil mi?
Egosentrik hırsların yapay olarakta üretebildiği “genç-yaşlı”, “büyük ağabey-küçük birader” türünden irrasyonel indirgemeleri hakikat ile karıştırmak, en sıradan, çözülebilir çelişkileri dahi egolar arası ihtilafa dönüştürmek, oradan doğru da “ideolojik-siyasi mücadele” elde ettiğini sanmak karikatür konusu olmaz da ne olur?
Her şeyi değersizleştiren, içeriğinden boşaltarak görsel piyasaya taşıyan neoliberal dönemin en kuşatıcı ideolojik formu olan postmodernizmin ışıklı/renkli çukurlarına balıklama atlamak, F tipi sanal agoralarda pohpohlanmaz, ardından da kara mizah malzemesi yapılmasın da ne olsun?
Kuşaklar Arası Dayanışma
“Geç kapitalizmin mantığı” ve “krize girmiş yeni-modernizm” de demek olan postmodernizmin bizi sarıp sarmalayan etkilerini esaslı ve çok cepheli bir mücadeleyle etkisiz hale getiremezsek şayet, o bizleri hızla ve külliyen etkisiz hale getirecektir.
Postmodernizmin yaldızlı, muğlak ve bir o kadar da narkoz etkisi yapan klişeleriyle tarihe, toplumsal mücadelelere baktığımızda, karşılaştığımız manzara şudur: Devasa ve oldukça sıkı hiyerarşiler kuran küçük bir azınlık, yüzünü topluma dönünce kulaklara pek “tatlı” hikâyeler fısıldamaya başlıyor.
Tarih bir anda “dinler, medeniyetler, cinsler, cemaatler ve kimlikler arası bir savaş arenası” oluveriyor örneğin! “Büyük anlatıların, evrenselliğin ve merkezlerin çöktüğü”, buna karşılık her birey ve yerelin birer merkez haline geldiği; ortak doğruların yerini ‘sana göre-bana göre doğru’ların aldığı, ’zenginlik/renklilik’ adına atomlara ayrışmanın kutsandığı, ‘her bireyin’ birkaç dakika içinde “kendi örgütünü kurma özgürlüğü’ne sahip olduğu devasa bir kaotik tiyatro sahnesi… Yani “herkesin herkesle savaşı!” Bir tek dünya kapitalizmine, onun muhafızı modern imparatorluk devletlerine ve her biri bir devlet gücüne ulaşan dev tekel ve kartellere karşı mücadele yok. Sınıflar arası mücadelesi mi? O zaten demode olmuş, çoktan tarihe karışmış “eski bir hikaye”ydi artık!
Kuşaklar arası doğal ilişki ve çelişkileri (tıpkı cins ve diğer kimlikler arası ilişkilerde olduğu gibi) abartılı ihtilaflara ve yersiz genellemelere malzeme yapmak, niyetlerden bağımsız olarak sistemin tuzaklarına basmaktır. Aslolan kuşaklar arası mücadele devamlılığını sabote etmek değil, kurumsal ve kültürel düzeyde bu devamlılığın inşasını başarmak ve bu birliğin oluşturacağı enerji rezervleriyle buluşmaktır.
Genç bir bedende kötürüm bir kafa olabileceği gibi, yaşlı bir bedende de pekâlâ genç bir kafa olabilir. Geçmişin gençleri olan yaşlılarla, geleceğin yaşlıları olan gençlerin ve arada köprü görevi gören kuşağın koordineli mücadele hareketi, açıktır ki egemenlerin işini bir hayli zorlaştırır. Kuşakların bir devamlılık ve koordinasyon dahilinde hareket etmesinin sınıf mücadeleleri bağlamında ne anlam ifade ettiğini ve ne işe yaradığını anlamak için devlet ve tekel örgütlenmelerine bakmak dahi yeterlidir.
Kendi kurumsal ve kuşaklar arası devamlılıklarına maksimum özeni gösteren egemenlerin, sömürü ve esaret altında tuttukları milyarları ve komünist safları ise aynı özenle ve mütemadiyen birbirine düşürüp parçalarlar. Bu gerçek, tarihsel olduğu kadar güncel de bir olgudur.
Tekeller dünyasının uzman lobileri, toplum mühendisliği ve özel harp şirketleri, devletlerin malum hafiyelik teşkilatları, ilgili misyonerlik masaları, sol içi uzantı ve devşirmeleri, uzaktan manipüle etme araç ve teknikleri bunun için vardır.
Çok mu zor, bu olgudan kalıcı dersler çıkarıp kan, can ve enerji tasarrufu sağlamak?
Genç olmanın enerjisi, eylem cüreti teorik, felsefi bir ufuk genişliği ve bilgelik kazandığı ölçüde anlamlı olabilir ancak. Tıpkı gönlümüzde ve bilincimizde abideleşen o genç gibi…
Dilimizdeki Şiddet
Dil denilip geçilemez. “İnsan dilinin altında gizlidir” sözü bir doğruluk payı içerir. Kılıç ve kırbaç niyetine kullanılabildiği gibi, “yılanı deliğinden çıkarmak” için de kullanılabilen bir araçtır dil. Ve yalnızca bir iletişim aracı değil, çoklu toplumsal işlevlere sahip bir kültür sorunudur da aynı zamanda…
Sol içi politik-örgütsel yaşamda kullanılan dil ve terminoloji başlı başına bir inceleme konusudur aslında.
Sıradan bir eleştiri ve tartışmada kullanılan dil ve yöntem yanlışlarına verilen uç duygusal ya da egosantrik tepkiler doğru yol ve metotlarla çözülmediğinde kolaylıkla raydan çıkabiliyor. Her tür manipülasyona açık bir serbest pazar olan sosyal medyaya taşındığı andan itibaren de büsbütün dejenere olabiliyor. Sonrası malum: “Kadın düşmanları”, “işçi düşmanları”, “devrim ve parti düşmanları” türünden maliyetsiz, mesnetsiz yaftalamalar.
Burada, Freud’un Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları başlıklı kitabında, “küçük ayrımlar narsissizmi” olarak formüle ettiği fenomenin de izlerini buluyoruz.
“Düşman” kavramının bu denli ucuz kullanımının birçok nedeni ve derin kökleri vardır kuşkusuz. Büyük Fransız ihtilali ve 20. Yüzyılın sosyalizm hedefli işçi devrimlerinde yaşanan iç şiddetden, “Allah ve din düşmanları”, “devlet ve millet düşmanları” eksenli din ve egemen kast menşeili şiddet mirasına kadar uzanır bu…
***
Ortak aklın ürünü ve aynı zamanda kollektif hafızanın başat taşıyıcısı olan dilin, milyonların ikna edilmesinde ve geleceğin toplumsal yaşamının bugünden inşasındaki rolünü kim yadsıyabilir.
On bin yıllık bir eşitsizlikler dünyasına meşru olarak kafa tutan ve onu kökten değiştirme düşüyle yola çıkanların kullandıkları dilin de mantıksal olarak zengin, özgün, yapıcı ve kapsayıcı olması gerekmez mi?
Dil, eşitlik ve özgürlük eksenli bir kültür birikiminin oluşumunda, nesilden nesile aktarılmasında önemli bir rol oynadığı gibi, yanlış kullanıldığında bizatihi kültürün kendisine karşı tahripkâr bir işlev de görebiliyor. Sosyopolitik, kültürel ve günlük yaşamımızın her anında yaşadığımız, tanıklık ettiğimiz gibi…
Son Birkaç Söz
Herhangi bir gönüllü birlikten ayrılmak elbette bir haktır. Örgütsel bir bünyede kangrenleşen tıkanma hallerine gereğinde cerrahi müdahalede bulunup bir parçayı ayırmakta öyle. Ama bu eylemli adımları atmak, aynı zamanda tarihe bakmayı, derin ve etraflı düşünmeyi de gerektirir…
Zorlu bir düşmanla baş etme mücadelesinin komünistlere yüklediği sorumluluk, sanıldığından daha ağır ve anlamlıdır.
Onlar için, samimi bir angajman ve geniş bir vizyonla ele alındığında halk katmanları, dostları ve yoldaşları arasında oluşması kaçınılmaz ama çözülmeyecek çok az sorun vardır.
“Enternasyonal proletarya” ve “emekçi, çilekeş halkımız”ın sol/sosyalist ve komünist güçlerden sabırsızlıkla ve dört gözle beklediği şey yeni grupçuklar yaratmak değildir.
Birbiriyle uğraşmaktan asgari politik hedeflerinin peşinden koşmaya dahi fırsat bulamamanın; lime lime bir halde ve üstelikte baş üstü yürüme girişiminin sorumluluğunu hep kendi dışında arama kolaycılığına düşmeyi de arzu etmiyor bu beklenti.
Tarihin yeni komüncü nesillere yüklediği bir sorumlulukta, özellikle son otuz yılda neoliberal barbarlığın ve onun ideolojik kuşatmasının yarattığı insan enkazına kafa yormaktır.
Birkaç dijital tekel ve sosyal medya şirketinin ceplerimize kadar taşıdığı küçük ekranlardan yayılan yanılsamaları sorgulama, sanal alemce üretilen sersemletici bir hız ve yabancılaşma olgusuyla mücadele etmektir.
Olan, olması gereken değildir.
Dünyayı ve hayatı bütünlüğü içinde kavramayı engelleyen, yeni insan kuşaklarını sosyal medya kafesine kapatarak etkisiz kılan, entelektüel derinlik ve bütünlük mahrumiyetini yücelten ideolojik kuşatmayı kırmak ertelenemez bir görevdir.
Aynı şekilde, 150 yıl sonra Paris Komününün yoluna yeniden koyulmak için, “çağın emperyalist kapitalizminin ortaya çıkardığı görüntülerin bir övgüsü”nden başka bir şey olmayan postmodernizmin kimlikçilik ve anlamsızlık sarmalından çıkmak, sistem içi muhaliflerle arasına gerekli mesafeyi koymak ve geniş cephe politik perspektifiyle asli hedefine doğru yürümek eylemi de…