Telefon acı acı çaldı. Karşıdaki ses “abi haberi duydun mu” dedi. Ne haberi dedim. “Sincan cezaevindeki Aysel Koç’un intihar ettiğini yazıyor gazete. Ama bence katlettiler”. Tepemden aşağı koca bir kazan kaynar su döktüler sanki. Aniden gelen bu kahrolası acı ölüm haberinin şoku içinde, sadece “yapma ya” diyebilmiştim. Üzüntümü anlatacak kelimeler, yürek acımı koyacak yer bulamadım, bulamıyorum.
Aysel, bir yırtık hırka, bir lokma ekmeğe muhtaç edilmiş halkının özgürlüğü ve emperyalist postallar altında inim inim inleyen ülkesinin bağımsızlığı uğruna nice kavgalardan süzülerek gitmişti Dersim’in yalçın dağlarına. Bu uğurda ölünecekse eğer, başı duman duman dağların koynunda ölünmeli diyerekten. Her ne kadar ölüm peşini bırakmadıysa da dost dağlar korudu onu hain namluların kurşunlarından. Yavuklu misali sarıldığı mavzeri, göğsünde çapraz duran fişekliği kullanma fırsatının olmadığı bir anda, yer altında ki toprak barınakta 23 yoldaşıyla birlikte dört yandan sarıldı düşman tarafından. Ne yiğitçe çatışacak bir alan vardı, ne yiğitçe ölünecek bir meydan. Ne öfkeli sınıf kiniyle dolu sloganlarını haykırıp düşmanın yüzüne çarpma imkanları, ne de sıkılı yumruklarını düşmanın gözüne patlatacakları olanakları vardı. Namluya gez, göz, arpacık bakışı yapabilecekleri, bir kayaya sırtını verebilecekleri alan olsaydı, kavganın beklide en şanlı destanlarından birini yazacaklardı. Tıpkı bayrağı devraldıkları yoldaşları gibi. Şartlar, koşullar bu olanağı vermedi. Olmadı olmuyordu. O koşullarda ölümü seçmek intihar etmekten öte gitmeyecekti. Bu durumda, kavgayı tamda düşmanın göbeğinde sürdürmek varken, intihar neye yarardı. Direnişçi bir geleneğin, bu şanlı geleneğinin devam ettirilmesi üzerine aksi söz söylemek ebetteki düşünülemez. Ama o koşulları da görmemezlikten gelmek ölümler üzerinde siyaset yapmak anlamına gelir ki, bu da en azından devrimci vicdanları sızlatır sanırım. Söz konusu olan gencecik bedenlerin, dava yoldaşlarımızın “ölümü” ise eğer ne kimsenin alkışına ihtiyacımız olmalı ne de surat asışlarına kulak asmalı. Komünistler sonuçtan yola çıkarak değil, nedenlerden sonuca doğru diyalektik bir yöntemle sorunlara yaklaşırlar. Nesnel durumu görüp, ona göre değerlendirirler. Niyet gerçekten teslimiyet olsaydı, işkence altında ve zindanlarda da devam ederdi. Ama öyle olmadı. Diğer yoldaşları gibi, Aysel’de direniş çizgisinden taviz vermedi ve her fırsatta sınıf kinini düşmanın suratına haykırdı. Hele bir de faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü o coğrafyada kadın olmak vardı. Baskının, sömürünün, kadın katliamlarının devletçe olağan sayılır hale getirildiği, tacizin, tecavüzün neredeyse sorgulanmadığı koşullarda daha büyük bir ideolojik sağlamlık gerektirir. Aysel, bunu başaranlardandı.
Uzunca bir süre Aysel ve aynı mahpus damını paylaştığı üç kadın yoldaşıyla mektup arkadaşlığı yaptım. Onlar benim yoldaşlarım, “kızçelerim“ di. Bir yandan kendi yürek sancımla didinirken, bir yandan da yıllarca soludukları havayı bile paylaşan üç “kızçe”nin, üç kadın yoldaşımın ruhlarının derinliklerinde esen fırtınanın yarattığı ya da yaratmış olabileceği tahribatı düşünüyorum. Kabuslar içinde eli – kolu bağlılığın yarattığı “çaresiz”liklerlemi boğuşuyorlar acaba. Kolay değil, ömrünün en anlamlı koca koca yıllarını paylaştığın yoldaşının, bir daha dönmemecesine yürekleri hüzne boğan ayrılışı. Bu ayrılış, mahpushanenin beton duvarlarına çarpa çarpa ardına bakmadan çelişkilerle dolu bu gidiş, kızçe“lerin yüreklerini nasıl bir yangın yerine çevirmiştir acaba. Birlikte yenilgilerle yüzleştikleri, tekrar ayağa kalkıp birlikte direndikleri, birlikte yiyip birlikte içtikleri; yoldaşça kavgalar edip, yoldaşça barıştıkları geride bıraktıkları anılara mı boğulacaklardı acaba. Bunları düşünüyorum işte.
İnsanın kendisini, çevresindekileri, dününü, gününü ve geleceğini düşünmesi insani bir eylemdir.
Düşünüyorum, birey kendi yaşamına kendi “iradesiyle” son verse bile bu eylemin gerçek sorumlusu olabilir mi diye. Hele hele mahpus damında bunu on kat daha fazlasıyla düşünmek gerek. Bir insanın, dört duvar arasına sıkıştırılmış özgürlüğünün elinden alınması yetmiyormuş gibi, tüm insani yaşam değerlerinin yok sayılması o insanda nasıl bir yaşam psikolojisi yaratır. Mesela, en doğal hakkı olan haberleşmenin keyfi olarak bir var bir yok sayılması. Temizlik için suların bir verilip bir verilmemesi. Hatta içme suları için bile aynı keyfiyetin uygulanması. Yakınları ve avukatlarıyla görüşünün pamuk ipliğine bağlı olması. Kitap, gazete okumak ve televizyon seyretmek devletin ve onun pratik uygulayıcısı olan cezaevi idaresinin keyfiyetine bırakılması. Hastalananın doktora çıkartılmayıp ölüme terk edilmesi. Daha bunlar gibi temel insan hakları olan pek çok hakkın ihlalini sıralayabilmek mümkün. Tutuklu veya hükümlü bu temel insani haklarını istediğinde akıl almaz işkencelere tabi tutuluyorsa, günlerce aylarca tek kişilik tabutluklarda tutuluyorsa yani yaşam standartları sıfırlanmışsa, bireyin kendi “iradesiyle” kendi yaşamını sonlandırmasında asıl sorumlu birey olabilir mi. Bu zindancı, işkenceyi devletin resmi politikası haline getirmiş bu faşist devletin hiç mi suçu yok. Var. Hem de asıl sorumlu devletin ta kendisi. Halkını ve ülkesini sevmekten kaynaklı, başka da hiçbir suçu olmayan seni, sizleri ömür boyu tek kişilik bir tabutluğa tıkmak zaten suçun en büyüğü değil midir? Bu durum karşısında suçu bireyde aramanın hiç ama hiçbir mantığı yok.
Mektupların(nız) da nasıl da umut doluydun. Uygulanan baskılar ve işkenceler karşısında dik duruşunuza dair nasıl da güzel ve isyankar cümleler kurardın. Şimdi senden bana hatıra olarak geriye kalan mektuplarını tekrar okuyorum. Aklın hep dışarda, dışardaki mücadelenin gidişatında. Yaşanan suskunluğa, yetmezliğe dair eleştiriler, öneriler… Doğru veya yanlışlıklarını bir kenara bırakıp, duyarlılığın, sorumluluk duyguların örneğimiz olarak bilinç heybemizde kıyamete kadar dursun. Galiba bu süreçte en çok ihtiyaçlarımızdan biri de bu. Sadece bu süreçte mi, hayır hayır, duyarlılık, sorumluluk, devrimci eleştiriler- öneriler her dönem sınıf kavgasını yürütenlerin vazgeçilmez ihtiyacı olacak. Bu meyanda sen hep aklımıza geleceksin, yol gösterici olacaksın. Ölüm ne ki, bedenen sevdiklerinden, kavga ortaklarından ayrılmak mı? Fiziki olarak değerlendirildiğinde doğruluk payı var. Ama direnişinle, isyanınla, siyasi, politik ve ideolojik kavgalarınla içimizde, aramızda varlığını devam ettiriyorsan ölüm burada anlamsızlaşmıyor mu? Her nefes alışımızda şen şakrak hareketlerin, kimilerimize göre “aykırı” davranışların, olumlu- olumsuz yol alışlarını konuşuyor, sanki capcanlı aramızdaymışsın gibi tartışıyor, sohbetini yapıyorsak ölüm bunun neresinde. Böyle düşünüyorum. Belki de nasıl ve ne şekilde olursa olsun, ölüm denen kahredici sözcüğü tüm ölümsüzleşen yoldaşlarıma olduğu gibi, sana da o gencecik ömrüne yakıştıramadığım içindir.
Ölüm, kimilerinde anlamsız bir yok oluş, kimilerinde Tay dağı kadar büyük, ulu ve yüce. Sen o yücelerde hep bir kutup yıldızı gibi parlayarak bizleri izleyecek, koruyup kollayacaksın. Yüreğimize su serpen yanı bu olsa gerek. Bu yüzden, ağlayıp sızlamanın, karalar bağlamanın anlamını yitirdiğini, sevgimizi, saygımızı, yoldaşlığımızı paylaşacaksak eğer, direnişçi, isyankar ruhunu kuşanmamız gerektiğine inananlardanım. Bu inanışla, her gecenin bir gündüzü, her yokuşun bir inişi ve her zorbalığın birde hesap vereceği günlerin geleceğinden zerre kadar kuşku duymuyorum. Zulüm etmeyi, korkutmayı hüner sayanların korkacakları günler de gelecektir. Yıldızlar en çok karanlıkta parlar, karanlığa meydan okurcasına. O meydan okuyuşun sonu hep aydınlık olmuştur. Sen bir kutup yıldızı olarak karanlığın göbeğinde parlamaya devam et. O inatçı parlayış aydınlığı mutlaka doğuracaktır. Bizler seni, yanına konakladığın ölümsüz yoldaşlarımızı sevgimizle, umudumuzla ve yoldaşlığımızla umut dolu yarınlara taşımaya devam edeceğiz. Yücelerden yüce mekanlarınızda rahat olun yoldaşlar.
Aysel Koç’un bir mektup arkadaşı